Ortadoğu’nun çöküşünden çıkmak 

img
Ortadoğu’nun çöküşünden çıkmak  YDH

Çağdaş Ortadoğu için “düşmanının düşmanı düşmanın kalmaya devam eder” anlayışı daha geçerlidir.




YDH-Amerika’nın eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger 16 Ekim’de Wall Street Journal gazetesinde yayımlanan makalesinde Rusya’nın Suriye’deki müdahalesine de değinerek Ortadoğu’nun Amerika için en acil ve sorunlu sınavı olduğunu belirtti.

 Rusya’nın Suriye’ye girmesiyle birlikte 40 yıldır süren jeopolitik yapı darmadağın. ABD’nin yeni bir stratejiye ve önceliklere ihtiyacı var.

İran’la nükleer programı üzerinden ‘Ortak Kapsamlı Eylem Planı’nın Ortadoğu’nun stratejik çerçevesini istikrarsızlaştırıp istikrarsızlaştırmadığına dair tartışma, neredeyse bölgenin jeopolitik çerçevesi çökmesiyle birlikte başladı. Rusya’nın Suriye’deki tek taraflı askeri eylemi, 1973’teki Arap-İsrail savaşından doğan Amerika’nın Ortadoğu’daki istikrar sağlayıcı rolünden çıkışın son işaretidir.

O çatışmanın öncesinde, Mısır Sovyetler Birliği ile askeri bağlarını bir kenara atarak; İsrail ile Mısır arasında gerçekleşen ve İsrail ile Ürdün arasındaki barış anlaşmaları ile İsrail ile Suriye arasındaki BM denetimindeki savaşa son verilmesini üreten Amerikan destekli müzakere sürecine katılmıştı. Bu 40 yıl süren, (Suriye iç savaşındaki tarafların bile iştirak ettiği) ve Lübnan’ın toprak bütünlüğü ve egemenliğine uluslararası destek sağlayan bir süreçti. Daha sonra Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i Irak’la birleştirme savaşı, ABD liderliğindeki uluslararası koalisyon tarafından yenilgiye uğratıldı. Amerikan güçleri Irak ve Afganistan’da terörle savaşı yürüttü. Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve diğer Körfez devletleri bütün bu çabalarda bizim ortaklarımızdı. Rus askeri varlığı bölgeden kayboldu.

Yeni bir jeopolitik model ihtiyacı

Bu jeopolitik model artık darmadağın. Bölgedeki dört devlet egemenlikleri anlamında fonksiyonlarını yitirdi. Libya, Yemen, Suriye ve Irak kendi yönetimlerini dayatma peşindeki devlet dışı hareketlerin hedefleri oldu. Irak ve Suriye’nin geniş topraklarında ideolojik olarak radikal bir dinci ordu, kurulu dünya düzeninin amansız düşmanı olarak kendisini İslam Devleti olarak ilan etti. Uluslararası sistemin çoklu devletlerini halifelikle, Şeriat yasasıyla yönetilen tek bir İslami imparatorlukla değiştirmek peşinde.

IŞİD’in talepleri İslam’ın Şii ve Sünni mezhepleri arasındaki bin yıllık uçuruma  kıyametsel boyutlar kattı. Var olan Sünni devletler IŞİD’in dini şehveti kadar bölgedeki potansiyel olarak en güçlü devlet olan İran karşısında da kendini tehdit altında hissediyor. İran, gözdağını çifte kapasitesiyle birleştirerek sunuyor. Bir düzeyde İran geleneksel diplomasiyi kullanan meşru bir Westfalyan devlet (ulus-devlet) olarak hareket ediyor, hatta uluslararası sistemin güvencelerine başvuruyor. Aynı zamanda cihatçı ilkeler üzerinden bölgesel hegemonya arayan devlet dışı aktörleri organize ve rehberlik ediyor: Lübnan ve Suriye’de Hizbullah; Gazze’de Hamas, Yemen’de Husiler.

ABD’nin bıraktığı boşluğu Rusya ve İran doldurdu

Böylelikle Sünni Ortadoğu dört kesişen akım tarafından girdaba çekilme riskiyle karşı karşıya: İran’daki Şii yönetimi ve Fars emperyalizminin mirası; mevcut siyasi yapıları devirmeye uğraşan ideolojik ve dini radikal hareketler; Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan (ve şimdi dağılmakta olan) devletlerin içindeki gelişigüzel bir araya gelmiş etnik ve dini grupların çatışmaları; hasar verici siyasi, sosyal ve ekonomik iç politikalardan kaynaklanan iç baskılar.

Suriye’nin akıbeti canlı bir örnek sunuyor: Alevi otokratı olan Beşar Esad’a karşı başlayan Sünni isyanı, her bir savaşan tarafı destekleyen devlet dışı milislerle ve kendi stratejik çıkarlarını güden dış güçlerle birleşerek devlet içindeki dini ve etnik grupların dağılmasına yol açtı. İran Tahran’dan Akdeniz’e uzanan tarihi egemenliğinin temel taşı olarak Esad rejimini destekliyor. Körfez devletleri, IŞİD’den daha fazla korktukları Şii İran tasarılarından kurtulmak için Esad’ın devrilmesinde ısrarcı oluyor. İran zaferinden kaçınarak IŞİD’in yenilmesinin peşindeler. Bu ikilim, Sünni Ortadoğu’da yaygın olarak Amerika’nın İran hegemonyasını zımnen kabul ettiği şeklinde sunulan nükleer anlaşmayla derinleşti.

Bu çatıştırıcı eğilimler, Amerika’nın bölgeden çekilmesiyle birleşerek, Rusya’nın Ortadoğu’nun derinlerinde Rus tarihinde benzeri bulunmayan bir konuşlanmayla askeri operasyonlara girişmesini olanaklı kıldı. Rusya’nın ilkesel kaygısı Esad rejiminin çöküşünün Libya’daki kaosu yeniden üreteceği, IŞİD’i Şam’da iktidara taşıyacağı, ve bütün bir Suriye’yi terörist operasyonlar için cennete dönüştüreceği, bunun da Rusya’nın güney sınırındaki Kafkasya ve diğer yerlerdeki Müslüman bölgelerine erişeceği.

Yüzeyde Rus müdahalesi İran’ın Suriye’deki Şii unsurunu tutmasına hizmet ediyor. Daha derinde ise Rusya’nın amaçladığı Esad’ın yönetiminin süresiz devamı değil. Bu Rusya’nın güney sınır bölgesinden Sünni Müslüman tehdidi dağıtmak için klasik bir güç dengesi manevrası. Jeopolitik ama ideolojik olmayan bu meydan okumayla bu düzeyde iştigal edilmeli. Motivasyon ne olursa olsun, bölgedeki Rus güçlerinin –muharebe operasyonlarına katılımları- Amerikan Ortadoğu politikasına en az 40 yıldır görülmemiş bir meydan okuma üretiyor.

 

Amerikan politikası bütün tarafların motivasyonlarını “idare etmek” peşine düştü ve bu yüzden gelişmeleri şekillendirme yeteneğini yitirmenin eşiğine kadar geldi. ABD, bölgedeki bütün taraflarla bir şekilde karşıt cephede: Mısır’la insan haklarında; Suudi Arabistan’la Yemen üzerinde; Suriye’deki tüm taraflarla farklı hedefler nedeniyle. ABD Esad’ı gönderme kararlılığını beyan etti; fakat bu amacı başarmak için –siyasi yahut askeri olarak- etkili bir girişimde bulunmayı arzulamadı. ABD Esad’ın bir şekilde gidişini mümkün kılacak yerine alternatif bir siyasi yapılanmayı da ortaya koymadı.

Rusya, İran, IŞİD ve farklı terörist örgütler bu oluşan boşluğu doldurdular: Rusya ve İran Esad’ı devam ettirmek için; Tahran emperyal ve cihatçı tasarımları beslemek için. Alternatif bir siyasi yapılanmanın yokluğuyla karşı karşıya kalan Fars Körfezi’nin Sünni devletleri, Ürdün ve Mısır, Amerika’nın hedefinden yana; fakat Suriye’yi bir başka Libya’ya çevirmenin sonuçlarından korkuyorlar.

İran’la nükleer anlaşma, Çin’le yapılan anlaşmadan farklı

İran’a dair Amerikan politikası Ortadoğu politikasının merkezine oturdu. Yönetim, İran’ın cihatçı ve emperyalist tasarımlarına karşı duracağı ve nükleer anlaşmaya dahil ihlallerle sert biçimde mücadele edeceği konusunda ısrar etti. Fakat aynı zamanda, müzakereler yoluyla İran politikasının agresif ve hasmane boyutlarını tersine çevirecek tarihi bir evrim arayışına kendini tutkulu biçimde adadı.

İran’a yönelik Amerikan politikası sıklıkla Nixon yönetiminin Çin’e açılımına benzetiliyor ki bu içerideki bir kısım muhalefete rağmen Sovyetler Birliği’nin dönüşümü ve Soğuk Savaş’ın sona ermesine katkıda bulundu. Bu karşılaştırma uygun değil. Çin’e yönelik 1971’deki açılım iki tarafın da ortak çıkarları için Rusya’nın Avrasya’daki hegemonyasını engellemek temeline dayanıyordu. Ve 42 Sovyet kampı bu kanaatten hareketle Sino-Sovyet sınırını güçlendirmeye yönlendirilmişti. Washington ile Tahran arasında karşılaştırılabilecek böylesine stratejik bir anlaşma mevcut değil. Tam aksine, nükleer anlaşmanın hemen sonrasında İran’ın Dini lideri Ayetullah Ali Hamanei, ABD’yi ‘Büyük Şeytan’ diye niteledi ve nükleer olmayan konularda müzakereleri reddetti. Jeopolitik teşhisini tamamlayacak şekilde Bay Hamanei ayrıca İsrail’in 25 yıl içinde var olmayacağını öngördü.

45 yıl önce ABD ve Çin’in beklentileri simetrikti. İran’la nükleer anlaşmanın beklentileri değil. Tahran anlaşmanın uygulanmaya başlamasıyla birlikte ilkesel hedeflerinde kazanımlar sağlayacak. Amerika’nın faydaları ise İran’ın zaman içerisindeki tutumuna dayanıyor. Çin’e açılım, hemen ve Çin politikasında gözlenebilir bir adaptasyonu temel alıyordu, Çin’in iç sistemindeki kökten değişim beklentisine değil. İran’la ilgili iyimser hipotez ise Tahran’ın devrimcilik hevesinin dış dünyayla ekonomik ve kültürel etkileşimiyle dağılacağı varsayımına dayanıyor.

Ortadoğu’da düşmanının düşmanı dostun olmayabilir

Amerikan politikası şüpheyi azaltma değil besleme riski taşıyor. Yüzleştiği zorluk,  iki katı ve kıyametsel bloğun karşı karşıya gelmesi: Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve Körfez devletlerinden oluşan Sünni blok ve İran, Irak’ın Bağdat başkentli Şii kesimleri, Lübnan’ın İsrail’le karşı karşıya olan Hizbullah’ın kontrolü altındaki Şii güneyi, Yemen’in Husi kesimi, Sünni dünyanın çevrelenmesini tamamlıyor. Bu şartlarda “düşmanının düşmanına dostun muamelesi yapılabilir” şeklindeki geleneksel özdeyiş geçerli değildir. Çağdaş Ortadoğu için “düşmanının düşmanı düşmanın kalmaya devam eder” daha geçerlidir.

Büyük anlaşma, tarafların son gelişmeleri nasıl yorumlayacaklarına dayanıyor. Bazı Sünni müttefiklerimizdeki hayal kırıklığı yatıştırılabilecek mi? İran’ın liderleri bir kez uygulanmaya başlandığında nükleer anlaşmayı nasıl yorumlayacak- potansiyel bir felaketten kaçınacak şekilde ılımlı bir çizgiye dönerek İran’ı uluslararası düzene oturmak olarak mı? Yahut BM Güvenlik Konseyi’nin muhalefetine karşı başardıkları hayati hedefleri açısından bir zafer olarak mı? Aynı şekilde Amerikan tehditlerinin yokluğunda Tahran’ın uluslararası düzene meydan okuyan meşru devlet ve devlet dışı hareket şeklindeki ikili yaklaşımı için bir teşvik olarak mı?

İki kutuplu sistemler çatışmaya meyillidir, 1. Dünya Savaşı’na gidişte Avrupa’da görüldüğü gibi. Geleneksel silah teknolojisiyle bile iki sert blok arasında güç dengesini temin etmek için hakiki ve potansiyel güçleri ölçebilecek sıra dışı bir yetenek gerekir. Bu dengeyi etkileyebilecek detay birikimini anlamak ve denge bozulduğunda kararlı biçimde eyleme geçmek lazım gelir ki bu nitelikler iki büyük okyanusun korumasındaki Amerika'da şimdiye dek gerekmemiştir.

Ortadoğu’da risk faktörleri

Fakat halihazırdaki kriz geleneksel olmayan nükleer ve siber teknolojinin bulunduğu bir dünyada yaşanıyor. Rakip bölgesel güçler mukayeseli sınır kapasitesi için çabalarken, Ortadoğu’nun silahsızlanma rejimi çökebilir. Eğer nükleer silahlar konuşursa, felakete yol açacak sonuçları kaçınılmaz olur. Önleyicilik stratejisi, nükleer teknolojinin doğasına içkindir. ABD böylesine bir sonucu önlemek için kararlı olmalı ve bölgedeki tüm nükleer heveslilerine silahsızlanma ilkelerini uygulamalıdır.

Kamuya açık tartışmalarımızın çok fazlası taktik uzmanlıkla iştigal eder. İhtiyacımız olan şey stratejik konsept ve aşağıdaki ilkeler uyarınca önceliklerimizi tesis etmektir:

- IŞİD çok uzun süre devam eder ve coğrafi olarak belirlenmiş bir bölgenin kontrolünü elinde tutmayı sürdürürse bütün Ortadoğu’daki gerilimi şiddetlendirecektir. Bütün tarafları tehdit ederek ve bölgenin ötesinde hedeflere yönelerek, mevcut pozisyonları donduruyor  yahut emperyal cihatçı tasarımları başarmaya yönelik dış çabaları tahrik ediyor. IŞİD’in yok edilmesi bir zamanlar kontrol ettiği bölgenin yarıdan fazlasını zaten yitirmiş Beşar Esad’ın devrilmesinden çok daha acildir. Bu bölgenin kalıcı terörist cennetine dönmemesini sağlamak öncelikli olmalıdır. Halihazırdaki etkisiz ABD askeri çabaları IŞİD için Amerikan kudretine karşı duracak şekilde adam toplamasına hizmet etme riski taşıyor. 

- ABD, Rus askeri rolüne zaten razı oldu. Bu 1973 sisteminin mimarları için acılı olsa bile, Ortadoğu’da dikkat gereklilikler üzerine odaklanmalıdır. Ve burada bağdaşan hedefler vardır. Stratejiler arasında seçimde IŞİD’in elindeki bölgenin ya ılımlı Sünni güçleri yahut da İranlı cihatçılar yahut emperyal güçler dışındaki güçler tarafından yeniden fethedilmesi tercih edilir. Rusya için IŞİD karşıtı kampanyada askeri rolünü sınırlandırmak, ABD ile Soğuk Savaş koşullarına geri dönüşten kaçırmayı sağlayabilir.

- Yeniden fethedilen topraklarda Irak ve Suriye egemenliğinin daha önceden bulunduğu şekliyle yerel Sünni yönetimi tesis edilmeli. Arabistan Yarımadası’nın egemen devletleri, Mısır ve Ürdün kadar bu evrimde ilkesel bir rol oynamalı. Anayasal krizinin çözümünden sonra Türkiye de böylesi bir ürece yaratıcı biçimde katkıda bulunabilir.

- Terörist bölgesi dağıtılıp radikal olmayan siyasi kontrol altına alındıktan sonra Suriye devletinin geleceğiyle eşzamanlı olarak ilgilenilmelidir. Alevi ve Sünni parçalar arasında federal bir yapılanma inşa edilebilir. Eğer Alevi bölgeleri Suriye federal sisteminin parçaları haline gelirse, Bay Esad için ortam var olacaktır ki bu da soykırım yahut terörist zaferine götürebilecek bir kaosun riskini azaltır.

- ABD’nin böylesi bir Ortadoğu’daki rolü, geleneksel Sünni devletlere  İran nükleer anlaşması tartışmaları sırasında verdiği askeri güvenceleri uygulamak olmalı.

- Bu bağlamda İran’ın rolü kritik olabilir. ABD, İran ile kurulu sınırları içinde Westfalyan devlet olarak rolüne geri dönmesini için bir diyaloğa hazır olmalıdır.

ABD 21. Yüzyılda oynayacağı role karar vermek zorundadır. Ortadoğu bizlerin en acil – belki de en zorlu- testimiz olacak. Buradaki mesele Amerikan silahlarını değil; Amerikan'ın yeni dünyayı anlama ve önderlik etme anlayışını güçlendirmektir

Çeviri: YDH



Makaleler

Güncel