Rusya: Sermaye ve iktidar arasındaki açı

img
Rusya: Sermaye ve iktidar arasındaki açı YDH

Rusya’nın Türkiye ve İsrail politikası her ne kadar benzeşse de, ilkinde esas itibariyle ABD ile yarılmayı amaçladığı, ikincisinde ise sürekli bir ilişkiyi hedeflediği ileri sürülebilir.




Liberal yayın organları, kapitalist dünyada son derece etkilidir, medyanın geri kalanını hemen hemen bütünüyle onlar domine ederler ve tecrübeleri, ilişkileri, imkânları sayesinde hükümet politikalarını da yönlendirme kabiliyetine sahiptirler. 

Çoğu zaman bu yönlendirme açıktan manipülasyon veya tehdit haline gelmez, “fikir özgürlüğü” sınırları içinde olur; bu “özgür fikirler”i beyan edenler ise büyük sermaye gruplarının ya doğrudan ya da dolaylı temsilcileridir. Ancak kimi zaman iktidarlara açıktan muhalefet etmeye, hatta manipüle etmeye girişirler; bu zamanlar, söz konusu yayınların temsil ettikleri gruplarla iktidarlar arasındaki açının açıldığı dönemlerdir.

Rusya’daki Batı: Burjuvazi ve liberal aydınlar

Rusya’da ana akım liberal yayınlarda bunun izlerini sürmek mümkün. 

Novaya Gazeta’dan başlayalım. Bu gazetenin liberal çizgisi, giderek manipülatif bir hal alıyor gibi görünüyor; örneğin Türkiye’nin ABD ve Rusya arasında tercih yapması gerekeceğini iddia eden bir yazıda, İdlib’deki durumu şu sözlerle ifade ediyor: “Ilımlı Suriye muhalefetinin kontrolü altındaki İdlib...” 

Novaya Gazeta’nın Venezuela krizinin başından beri yayınları da bu “liberal” kimliğe pek uygun: Gazete açıkça, Rusya hükümetine, ABD ile menfaatleri karşılığı Venezuela’yı satma çağrısı yapıyor. Gazetenin, en azından okuduğunuz yazının yazarını dahi şaşırtan açıktan manipülasyona yönelik bu çizgisi, mesela, 21 Şubat tarihli bir makalesinde görülebilir. 

“Hizbullah, ABD’nin güvenliğini tuzla buz edebilir,”başlığını taşıyan bu makaleyi özetlemekte fayda var; zira görünürde Venezuela ile ilgili olsa bile, aslında her alanda, şüphesiz en başta da Ortadoğu’da, ABD’ye tavizler vererek barışmayı telkin ediyor.[i]

Makalede 2009’da CIA ile yakın ilişkileri bilinen Rand Corporation’ın bir raporu anılarak Hizbullah’ın Latin Amerika’da Arap diasporası üzerinden kokain ve silah ticareti yaptığı ileri sürülüyor. 

Hizbullah’ın Batı yarımküresinde terörist faaliyette bulunmayacağı iddiasının naif olduğu dile getiriliyor. 90’larda Arjantin’de İsrail elçiliğine ve İsrail’le bağlantılı bir kuruluşa yönelik saldırılardan Hizbullah sorumlu tutuluyor.[ii]Yazıda, Obama’nın daha önceki başkanlardan farklı olarak Latin Amerika’da Hizbullah faaliyetlerine hoşgörüyle yaklaşmasını da İran’la bir an önce nükleer anlaşma yapma arzusuna bağlıyor. Yazının son paragrafını nakletmeye değer: 

“Rusya’nın Suriye ortamında Hizbullah ile aynı safta olmasına rağmen Rusya hükümeti, Şii organizasyonuna, ayrı bir analiz gerektiren bir dizi nedenle taktik dahi olsa müttefik gözüyle bakamaz. Rusya için daha yüksek öncelik, ABD ile temas noktaları arayışı. Belki de Moskova’nın, Hizbullah’ın (büyüyen tehdidini göz önüne alarak) Latin Amerika’daki yasadışı faaliyetleriyle mücadelesinde yardım teklif etmesine gerek olup olmadığını düşünmesi gerekiyor. Bu, Rusya-ABD ilişkilerine bir nebze de olsa güven aşılar; Rusya’nın 2018’de Arjantin’deki kokain skandalından sonra ödemesi gereken bir itibar gideri şeklinde yardımcı olur.”[iii]

Şüphesiz bu tuhaflıkla, yani gerçekliği son derece şüpheli bir iddianın üzerinde tepinerek komplo teori oluşturulmasıyla, dünyanın her yerinde karşılaşmak mümkün; ama Rusya’nın önde gelen bir gazetesinde ABD tarafından ABD çıkarlarını korumak hatta saldırganlığını meşrulaştırmak amacıyla üretilmiş komplo teorilerinin böyle geniş yer bulmuş olması, önemli. Daha önemli olan ise, Novaya Gazeta’nın Rusya hükümetine, Hizbullah’ı ABD ile ilişkilerinde bir pazarlık unsuru olarak kullanma, daha doğrusu satma çağrısı yapması.

Bu vesileyle, daha önce üzerinde durmaya çalıştığımız bir başka haberi tekrar hatırlatmakta fayda var. 

27 Aralık günü Kommersant’ta, Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (daha çok Russian Council adıyla bilinir) başkan yardımcısı, olağanüstü ve tam yetkili büyükelçi Aleksandr Aksenenok imzasıyla, “Şam’ın kendinden bu derece emin olmasında suç Rusya’nın”başlığıyla bir makale yayınlandı.[iv]

Aksenenok, yazısında, Batı’ya (yani ABD’ye), “Moskova’nın taviz ve işbirliğine hazır olduğunun”güvencesini veriyordu. Ne var ki elçiye göre bu noktada problem, ABD’den değil, Suriye devletinden kaynaklanıyordu. Aksenenok şöyle diyordu: “Rusya, Suriye’deki siyasi yapının savaştan önce olduğu gibi kalamayacağını kesin olarak anlamalı. Eğer her şey eskisi gibi kalırsa, bu son tahlilde yeni bir istikrarsızlığa yol açabilir. Bize gereken tek şey, Suriye’de Rusya üslerinin bulunmasına rıza göstermesinden kuşku duyulmayacak ve Moskova’nın iktisadi menfaatlerini gözetecek bir rejim. Dolayısıyla, bize yüzde yüz dost ve aynı zamanda Batı karşıtı olması gerekmiyor. İki kutuplu çatışmaların dünyasından farklı olarak günümüzde, Ortadoğu’da yüzde yüz Batı veya yüzde yüz Rusya yanlısı devlet yok. Herkes kendi ilişkilerini çeşitlendirmeye çalışıyor. Suriye’de de er ya da geç öyle olması kaçınılmaz. Buna hazır olmalıyız.”

Ne var ki Aksenenok, “biz” derken aslında (öyle görünüyor ki) Moskova’daki dışişleri, savunma bakanlıkları ve başkanlıktan değil, başka bir “biz”den bahsediyor ve aslında telkinde bulunuyordu. YDH sayfalarında incelediğimiz bu makaleye dair o zaman şu yorumda bulunmuştuk: 

“Yazı, üslubu, imzası ve yayınlandığı platform itibariyle, adeta Rusya hükümeti içinde azınlık bir grubun, Suriye politikasını değiştirme çağrısı yaptığı şeklinde okunabilir. Ne var ki bu grup azınlık olmasına rağmen temkinli davranmayı bırakıp görüşlerini açıkça, üstelik dışişleri bürokrasisinde görevli bir diplomatın ağzından ifade edebilecek kadar da kendine güvenli görünüyor.”

Aslında iş çevreleriyle yakından ilişkili Kommersant da dahil olmak üzere Venezuela’da kukla Gauido’nun ABD tarafından başkan ilan edilmesinin arkasından, benzer yayınlar çokça yer buldu; dahası, krizin ilk günlerinde hemen bütün ana akım medya, “Maduro’nun günleri sayılı, ABD bu işin peşini bırakmayacaktır,” yorumlarıyla doluydu. Dolayısıyla, uluslararası hukuk çağrısı yapan ve gayrimeşru müdahaleyi kabul etmeyeceğini açıklayan Rusya dışişlerinin tavrı ve arkasından olayın bir diplomatik savaş sınırlarını da aşarak Venezuela hükümetine açık destek sunulması, ana akım medyanın en azından ilk andaki tutumu ile tam bir tezat teşkil ediyordu. 

Örneğin Reuters’in PDVSA ve Gazprombank arasındaki ilişkiye dair ısrarlı haberleri. Reuters ilk olarak 10 Şubat’ta, PDVSA’nın ortak girişim hesaplarını Gazprombank’a aktardığını duyurmuştu. Gazprombank bunun üzerine bir açıklama yaparak, “Venezuela petrol şirketinin birkaç yıl önce Rusya’daki şirket ve müşterileriyle ortak faaliyet çerçevesinde Gazprombank’ta hesaplar açtığını, ancak yeni hiçbir hesap olmadığını ve açılmasının da planlanmadığını” duyurdu. Manipülasyon konusunda genellikle tam bir uzman olarak çalışan Reuters’in haberinin doğru olup olmadığı şüpheli; ancak doğru bile olsa, zamanlaması çok “manidar”, zira uzun zamandır, ABD’nin PDVSA’ya yaptırımlarına rağmen Venezuela şirketinin 1.2 milyar doları bir Rus bankası aracılığıyla “akladığı” iddia ediliyor. Reuters, açıkça ismini zikretmemekle birlikte, haberinde Gazprombank’ı gösteriyor. Dolayısıyla bu, Rusya’ya karşı yeni yaptırımlara gerekçe olarak kullanılabilir; dahası, Rusya’nın doğalgaz ihracatını Gazprom üzerinden yaptığı dikkate alınırsa, şirkete yönelik yaptırım Avrupa’da da ciddi sonuçlar doğurabilir. 

Reuters, 17 Şubat’ta bu defa PDVSA’nın Gazprombank’taki hesaplarının dondurulduğunu iddia etti. Ertesi gün PDVSA twitter hesabından yaptığı açıklamada Reuters’in haberinin doğru olmadığını iddia etti. 

Ne var ki bu defa Gazprombank’tan bir yalanlama gelmedi; bu da haberin doğruluğuna yoruldu. Ancak 6 Mart’ta RİA haber ajansı (RT ve Sputnik’in bağlı olduğu devlet ajansı), Venezuela’nın bütün girişimleri için Rusya’da RFK’nın “işlem bankası” olacağını açıkladı. Ajansın haberinde “bu kararın öncelikle PDVSA’yı ilgilendirdiği” de vurgulanıyordu. Ajansın görüştüğü kaynaklara bakılırsa, bu karar, Rusya’daki yetkililer tarafından, Venezuela tarafıyla görüşmeler sonucu alınmıştı.

Kremlin sözcüsü Dmitriy Peskov, bu hesap transferiyle ilgili görüşü sorulduğunda, “banka ve ticaret işleriyle Kremlin’in ilgilenmediğini”söyledi; ancak gene de, RFK’nın (Rusya Mali Korporasyonu) bir devlet teşebbüsü olan Rosoboroneksport’a bağlı olduğunu da hatırlatalım. RFK, Nisan 2018’de ABD’nin yaptırım listesine girmişti. Rosoboroneksport ise, Rusya’nın yurtdışına silah ve savunma araç gereci ihracatından sorumlu tek yetkili kuruluş. 

Şüphesiz, tıpkı RFK gibi Gazprom (ve Gazprombank) da Eylül 2016’dan beri Amerikan yaptırımlarıyla karşı karşıya, ancak bunlar bağlı şirketler üzerinden, dolaylı ve sektörel. Geçtiğimiz yıl nisan ayında (RFK ve diğerleriyle birlikte) Gazprom yönetim kurulu başkanı Aleksey Miller’in de yaptırım listesine alınmasıyla yaptırımların doğrudan şirkete yönelme tehdidi ortaya çıktı. 

Ne var ki bu petrol ve doğalgaz devi ile bankasının Avrupa’daki yatırımları, özellikle de Almanya ile ilişkiler ve Kuzey Akım II projesinin zarar görmesi tehlikesi, öyle görünüyor ki, şirketi ürkütmüş; PDVSA hesaplarını “hülle” yoluyla RFK’ya kaydırmalarının nedeni bu olsa gerek.

“Çelik çekirdek” direniyor

Bu ilginç gelişme, gerçekte, Rusya’nın, iş çevrelerinin risk almaktan kaçınmasına rağmen, uluslararası hukuk ve ABD baskısını dengelemek için mali araçları da kullanarak doğrudan müdahaleye giriştiğini gösteriyor. 

Aslında bu, bütünüyle anlaşılır ve öngörülebilir bir durum. 

Kapitalist dünya için şu genellemeyi yapmak mümkündür: Bu dünyanın hâkimlerinin kozmopolit de olsalar kendi ulusal devletlerine angajmanları vardır, bu dünyaya eklemlenen diğer tekeller, yaşamak istiyorlarsa, onların oyununu onların kurallarıyla oynamak zorundadırlar. Emperyalist troykanın (daha küçük müttefikleriyle birlikte ABD, AB ve Japonya) pazar alanlarına girmek isteyen bir tekel, bunların rekabet ve pazar kurallarına, yaptırım ve şantajlarına boyun eğecektir. 

Bu, Rusya şirketleri için de geçerlidir. Sözgelimi Moskova merkezli bir şirket, ABD, AB ve Japonya’nın ulusal pazarlarında veya sömürge pazarlarında tutunmak istiyorsa, troykanın müesses nizamını kabul etmek zorundadır. Ne ki bu noktada siyasi iradenin rolü öne çıkar: Siyasi irade, şirketlerin arzusu hilafına, emperyalist dünyayla çatışmalı bir durumu sürdürebilir mi? 

Herhangi bir NATO ülkesi, veya geleneksel olarak ABD sömürgesi olan, dolayısıyla bütün bürokratik aygıtıyla, daha önemlisi askeri aygıtıyla, ve daha da önemlisi sermaye gruplarıyla, ABD ile köklü ilişkileri bulunan bir ülkede siyasi iradenin bağımsız şekillenmesi mümkün değil. Ama Rusya, böyle bir ülke değil. 

Rusya, en azından Putin iktidarının kuruluşundan bu yana, esas itibariyle, özellikle ekonomi alanında neoliberal politikalara yönelen hükümet ile uluslararası siyasette etkili konumunu sürdürebileceği biricik yol olan, troykaya, özellikle de ABD’ye karşı Yalta düzenini savunan “çelik çekirdek” (Putin, Lavrov, Şoygu) arasında süreğen bir çatışmalı durum içinde. 

Bu durumu daha önce şu sözlerle ifade etmeye çalışmıştım:

“Sosyalist geçmişin hayaleti, Rusya’nın emperyalist bölüşümünün önünde engel. Yalnızca bu hayalet değil şüphesiz; aynı zamanda Rusya’nın devasa büyük bir ülke oluşu, aslında Sovyetler Birliği döneminde neredeyse fetişizme evrilmiş bir devlet geleneği, bu gelenek içinde Siloviki’nin şimdilik sarsılmaz gibi görünen yeri ve halkın kararlı bağımsızlık tutkusu, paradoksal biçimde dış dünyaya son derece açıkken Rusyalı olmanın milli mantalitesiyle birlikte başkalarından farklı olunduğuna dair derin bir bilinç haline işaret etmesi vb. de büyük rol oynuyor … Rusya bugün, kapitalizm yolunu seçmiş olsa da, emperyalist dünya sistemine uyum sağlayamıyor, o bunu istiyor olsa bile sistem kabul etmiyor; zira hem kendini bölüştürmeye engel çıkaran, hem de siyasi nüfuzu ve askeri gücüyle emperyalist merkezleri zaman zaman akamete uğratan bir ülke. Bu nedenle Rusya, emperyalist merkezlerde bütün günahların keçisi, tıpkı Sovyetler Birliği’nin bütün dünyada halk hareketlerinin komünist faili olarak anılması gibi yeni dünya Holywood’unun meşum Rus’u olarak anılıyor. … Böylece Rusya, hiç istemese ve ideolojik çizgileri son derece kalın çekiyor olsa bile, geçmişin hayaletinden kurtulamıyor, kurtulamayacak.”[v]

Ne var ki geçmişin bu hayaleti, bağımsız siyasi irade, neoliberalizm üzerinde yükselen burjuvazinin sürekli ve artan baskısı altında. Putin yönetimi, burjuvazinin dış politika üzerindeki baskısını bugüne kadar boşa çıkarmayı başardı. Buna devam edebilir mi? Aslında, edebilir. Üstelik, etmekten başka yolu yok. Dahası, eğer bu baskıya teslim olursa, artık bağımsız bir güç odağı olarak Rusya’dan değil, troykanın doğal kaynaklarını amansızca sömürdüğü bir Rusya’dan bahsetmemiz gerekecek.

Bu, tam da liberalizmin istediği bir şey. Rusya’da liberal çevrelerin siyasi programlarının ağırlık noktasını batı ile ilişkiler oluşturuyor. Bunlar, iç siyasette daha ziyade demagojik söylemler üretirken, uluslararası siyaset alanında çok daha açık sözlüler. 

Örneğin, bunlardan Navalnıy’ı alalım. Rusya’nın İran ve KDHC gibi (burada “gibi”den neyin kastedildiği aşikâr: Batı ekseninde bulunmayan) ülkelerle değil, Batı ile işbirliğine girmesi, Navalnıy gibi liberal tanrıcıkların siyasi programlarının ana eksenini meydana getiriyor. 

Navalnıy, Kremlin’in “otoriter” rejimlerle işbirliği yapmasına karşı çıkıyor ve bu nedenle Rusya’ya yönelik Batı yaptırımlarını destekliyor. Örneğin, 2017’de Venezuela’ya kredi açılmasına karşı çıkması, karakteristik bir tepkiydi. Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığını da eleştiriyor; bu durumun hiçbir jeopolitik getirisi olmadığını iddia ediyor ve Rusya kuvvetlerinin bu ülkeden çekilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Suriye hükümetini “askeri cunta” diye niteliyor. 

Kırım meselesiyle ilgili, Batı’nın kabul edeceğini umduğu (ve anlaşılan eski referandumda alınan kararın kaldırılması için Ukrayna uyrukluları yarımadaya yerleştirmeyi de öngören) yeni bir referandum yapılmasını savunuyor. Ukrayna meselesinde ise, Donbas’ta savaşın “pahalı bir iş” olduğunu söyleyip kendi başkanlığında (Putin yönetiminin uymadığını ileri sürdüğü) Minsk mutabakatının şartlarını yerine getirerek çekileceğini söylüyor. (Tıpkı NATO gibi, Rusya’nın Donbas’a yasadışı askeri müdahalede bulunduğunu da vurguluyor.)

Bütün bunlar, artık herkesin ezbere bildiği liberal retorik eşliğinde dile getiriliyor: “Demokratik bir siyaset,” “insan hakları ve yurttaş özgürlükleri,” “ekonominin liberalizasyonu ve dış ticaret serbestliği.” Buna bir de, çok kutuplu dünyanın silahlanma yarışının Rusya halkında bıraktığı yokluk ve sürekli fedakârlık izlenimini hatırlatan, “demilitarizasyon” ve askeri harcamaların kısılması vaadini eklemek gerek.

Bütün bunlar, sadece etkisiz bir liberal muhalefetten ibaret değil. Yukarıda da değindiğimiz gibi, hükümet içinde liberal eğilimlerin güçlendiğini ileri sürmek pekâlâ mümkün görünüyor. Paradoksal bir şekilde, Rusya’nın (meşhur uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının raporlarına bakılırsa) yükselen kredi notu da, ekonomik bir gelişmeden ziyade, esas itibariyle sermaye gruplarının “Batı’yla barış” baskısını artırmasına yol açıyor. 

Standard & Poors geçtiğimiz ocak ayında Rusya’da yatırım seviyesini BBB- olarak duyurdu, ancak ekonominin istikrarlı olduğuna vurgu yaptı. Fitch de Rusya’nın uzun vadeli yatırım notunu pozitif öngörülü BBB- olarak açıkladı. Onlardan bir ay sonra, son olarak Moody’s, Rusya’nın kredi notunu (yatırım için riskli anlamına gelen) BA1’den bir tık yukarıya (yatırım yapılabilir anlamına gelen BAA3’e) yükseltti.[vi] Bu notlar, Rusya’ya mali sermaye akışı için özendirici. Oysa aslında tam da bu, aslında, emperyalist sermayenin hareket serbestisinin arttığı anlamına geliyor. Bu da, bağımlılık demek. 

Bu noktada Putin-Lavrov-Şoygu çelik çekirdeğinin dış siyasetin liberalizasyonuna karşı direnci, büyük önem taşıyor. İlginç bir örnek, Kuril adaları meselesi. Daha doğrusu, Güney Kuril adaları. Dört adanın akıbeti, iki ülke arasındaki ilişkileri domine ediyor. Bu olay Türkiye’de çok ilgi çekmedi, oysa Rusya’nın devlet refleksleriyle burjuvazinin arzuları arasındaki açıyı gösteren, önemli bir olaydı. 

Japonya ve Rusya, II. Dünya Savaşı’nın ardından barış anlaşması imzalamadılar. Japonya Başbakanı Abe ile Rusya Devlet Başkanı Putin’in iki yıldır bütün görüşmelerinin esas konusunu, bu durum oluşturuyor. İki lider en son bu yıl 22 Ocak’ta Moskova’da görüştüler; ama aslında en stratejik görüşme, geçen yıl 14 Kasım’da Singapur’da gerçekleşti. 

Abe, bu görüşmeye şu planla geldi: Japonya, 1956 deklarasyonuna uygun olarak, II. Dünya Savaşı’nın sonuçlarını kabul edecek. Bu, Rusya’nın güney Kuril adaları üzerindeki egemenliğini de kapsayacak. Arkasından Rusya, dört adadan ikisini ve bir takım iyi niyet gösterisi olarak Japonya’ya verecek. Kalan iki ada Rusya’da kalacak, ancak Rusya bunlar için Japon vatandaşlarına özel ve hafifletilmiş bir vize rejimi  ve ortak tarım projeleri uygulayacak. 

Bütün bunlara karşılık Japonya da, resmi olarak Kuril adalarıyla ilişkili gösterilmese de, Japon yatırımları ve teknolojisi alacak. (Teklifinin boyutu gerçekten çok büyük. Jayonya, sermaye serbestliğinden başka, somut olarak, adalara karşılık özellikle Rusya Uzakdoğu’sunda 170 büyük çaplı proje önerdi.) Burada ilginç olan şu: Yorumcular genellikle, Rusya’nın bu planı kabul edeceği, ancak Japonya hükümetinin kamuoyu baskısı yüzünden kabul etmekte zorluk çekeceğini düşünüyorlardı. Ama henüz bu kamuoyu baskısına sıra gelmeden, Rusya kategorik olarak reddetti. 

Adaların tarihi olarak Japonya’ya ait olduğuna kimsenin itirazı yok. Ne var ki bu durum, Alsace-Lorraine’in gerçekte kime ait olduğunu, veya Doğu Prusya’nın tarihi olarak Almanlara ait olmasını andırıyor. Buradaki fark, şu: Sovyetler Birliği döneminde, Sovyet-Amerikan-Britanya ittifakının daha Almanya ile ayrı barış anlaşmaları imzalanmasından itibaren (Mayıs 1945) parçalanması üzerine, bu defa mihver devletlerine karşı değilse de Batı blokuna karşı güvenlik, Moskova’nın başlıca kaygısı haline geldi. 

ABD, Soğuk Savaş’ın tırmandığı yıllarda, Kuril adalarında (ve aslında tartışma konusu bile olmayan Sahalin’de), açıkça barışçıl bir çözüme engel olmaya yöneldi. Böylece, adaların durumu aslında Yalta Konferansı ile tespit edilmiş olmasına rağmen, 1952’de ABD bu toprakları “Japonya’nın ayrılmaz parçası” ilan etti. 

Japonya ile Sovyetler arasındaki gerilim, şüphesiz, ABD’nin işine geliyordu; böylece hem Japonya bütünüyle Amerikancılaştırıldı, hem bu ülkedeki Amerikan üslerinin meşruluğu güçlendirildi, hem de Sovyetler, doğu sınırlarında silahlanmaya zorlandı. 

Meselenin tarihi, özetle bu. Ne var ki, “Soğuk Savaş’ın ideolojik kamplaşmalarının ortadan kalktığı” (bu deyim, Lavrov’a ait) günümüzde, Kuril adaları, Rusya burjuvazisi açısından, Japon sermayesinin Rusya’ya akmasının önündeki bir engelden başka bir şey değil. Oysa, bu anlamda, Rusya açısından tamamen “irrasyonel” bir durum var; Rusya, adaları da kapsayacak bir barış anlaşmasında işi öyle zora sokuyor ki (mesela, Japon ve Rus balıkçılar arasında kavga çıkarsa hangi mahkeme bakacak?) geri vermemek için her şeyi yapacağı çok aşikâr görünüyor. 

Neden? Şunu söylemek mümkün: Japonya ile adalar karşılığı barış ve Japon yatırımları, uzun vadede, bu bölgede Çin’le kurulan ittifakı sarsabilir. Gerçekten de Japon yatırım vaatleri bunu hedefliyormuş gibi görünüyor. İkinci bir neden, Rusya halkının tepkisi: Kimi araştırmalara bakılırsa, halkın yüzde 70’i adaların pazarlık konusu yapılmasına karşı çıkıyor. (Tıpkı Donbas ve Kırım’da olduğu gibi.) Ancak unutmamak gerek ki, normalde böyle durumlarda hükümetler, kendi kamuoylarını hazırlamaya girişirler. Rusya hükümeti ise tam tersine kamuoyundaki bu eğilimi destekliyor. Üçüncü bir neden, adaların Rusya’ya karşı demir atmış Amerikan uçak gemisi gibi kullanılma ihtimali. 

Rusya’nın müttefiki yoktur, hukuki eşitleri vardır

Bu, ilk anda göründüğünden çok daha önemli ve üzerinde durulması gereken bir neden. Zira burada jeopolitik devreye giriyor. 

Ancak bu kavramın üzerinde durmak gerek. Gerçekte jeopolitik, bir tür yalancı-bilimdir; her yere lastik gibi çekilebilir, her farklı siyasi-askeri tercih, isterse birbiriyle taban tabana çelişsin, bu disiplinin uyduruk ilkelerine dayandırılabilir, disiplinin amacı da zaten bu tercihlerin altındaki gerçek dinamikleri gizlemektir. Gerçek dinamikler ise sınıfsaldır. 

Ne var ki, burjuvazinin tercihlerine karşın Rusya’nın devlet politikasının adeta Sovyetler Birliği’ni devam ettiriyor olması yüzünden, bu jeopolitik “bilimi” Rusya’da da pek revaçta. Bu, iktidarın bir takım jeopolitik tercihleri olduğu ve muhalefete rağmen (yani aslında esas itibariyle Rusya burjuvazisinin muhalefetine rağmen) tercihlerinde ısrar edip öyle siyaset yaptığı anlamına geliyor. Ne var ki ortada tercih değil zorunluluk var ve bu zorunluluklar da tarihi sebeplerle ortaya çıkıyor. 

Bu uzun konuyu, Sovyetler Birliği’nin güvenlik kaygılarını hatırlatarak kapatalım. 1970’li ve hatta 80’li yılların siyasi tartışmalarını bilen okurlar, solda, Sovyetler Birliği’ni enternasyonalizmden uzaklaşmakla eleştirmenin çok yaygın olduğunu hatırlayacaklardır. Oysa ülkenin güvenliğini sağlamak, Sovyet dış siyasetinin ana çizgisi haline geldiyse, bu tamamen bir zorunluluktan kaynaklanmıştı: Ülke, II. Dünya Savaşı gibi bir felaketten kaçınmak zorundaydı. Savaştaki insan kayıplarının, ama daha önemlisi travmanın ağırlığı, savaşa her an hazır ancak savaştan kesinlikle kaçınan bir dış siyaseti de zorunlu kılıyordu.[vii]

Bu dış siyaset devam ediyor. Burada kilit faktör, ABD ve NATO’dur. Hem de Soğuk Savaş yıllarında dahi olmadığı kadar. 

Kara-Murza’nın YDH için çevirdiğim “Kapitalizm de değil sosyalizm de değil… Nedir bu bizdeki?” başlıklı makalesinde, birçok önemli tespitin arasında şu sözler dikkat çeker: 

“Rusya uzun süre, Sovyet düzeni üzerinde gelişti… Bu yüzden Rusya, 1990’lı yıllarda yakınsamayı örgütleyemedi. Batı ise zaten böyle bir girişimde bulunmaya niyetli değildi. Neticede Rusya’nın ABD ile karşılıklı ilişkisi, SSCB’nin ABD ile ilişkilerinden bile kötü hale geldi.”[viii]

Bu durum, Rusya’nın Trump ile birlikte ABD’nin müessses nizamından sapmalar ortaya çıkabileceğini beklentisinin boşa çıkmasıyla da birlikte (Clinton’un saldırgan liberal müdahaleciliği karşısında Trump’ın izolasyonist retoriği, Rusya açısından tercih edilirdi elbette), iki ülke arasındaki çelişkiler, Lavrov’un ve Zaharova’nın birkaç defa dile getirdiği gibi, “tarihteki en soğuk noktasına” vardı. Bu durum, doğal ki, Rusya devletinin tehdit algısını da perçinledi. Daha önemlisi, Rusya dış siyaseti artık bütünüyle ABD’ye karşı sürdürülür hale geldi. 

Bu, şu anlama geliyor: Rusya, dünyanın her yerinde ABD ile çelişkileri ortaya çıkan devletlerle ilişkilerini yoğunlaştırmaya çalışıyor. Bu çabanın ne kadarının, Rusya’nın o ülkelerle ekonomik ilişkilerini istikrarlı bir şekilde yükseltmeyi hedeflediği noktasında bir şey söylemek güç; ancak çoğu yerde bu sonuç ortaya çıksa bile, gerçek hedef (Rusya dış siyasetçilerinin kullanmayı sevdikleri deyimle “vektör”) bu değil. 

Bu anlamda Rusya, (yalancı-bilim olarak değil ama yukarıda özetlemeye çalıştığımız zorunlulukların neticesi olarak gerçek anlamda) jeopolitik bir mücadele sürdürüyor. Bu mücadele savunma eksenli. Yani amaç, iktisadi veya siyasi avantajlar ele geçirmekten ziyade, ABD’nin doğal reflekslerini zayıflatmak, ABD’nin doğal müttefikleriyle (amiyane tabirle) “arasını açmak”. Bu siyasetin en azından şimdiye kadar başarılı olduğuna şüphe yok. Başarıyı koşullayan nedenlerden biri, ABD’nin ve emperyalist sistemin içinde bulunduğu genel hegemonya krizi. 

Rusya’nın savunma çizgisinin emperyalist bir refleks olmadığının da altını çizelim. Bu kavramın Marksist anlamı dikkate alınacak olursa (ve biricik doğru anlamı da budur), Rusya’nın emperyalist bir ülke olduğu iddiası son derece tartışma götürür. Ne var ki şimdilik bunun üzerinde durmayacağız. Ancak, Kara-Murza’nın yukarıda alıntıladığımız makalesinde vurguladığı gibi, Rusya’nın önündeki biricik makul yol, aslında, (en azından bugünkü gelişme seviyesiyle) emperyalist sisteme katılmak değil. (Sistemin onu kabul etmiyor olması, meselenin diğer yönü.) Zira bu sisteme katılmak, onu bir çevre kapitalizmi haline getirecek ve siyasi bağımsızlığını kaybetmekle sonuçlanacaktır. Ancak özellikle dış politikada, ülke içindeki (liberalist) burjuva muhalefetinden etkilenmeden, geleneksel çizgiyi tavizsiz sürdürmek ve özellikle stratejik alanlarda mutlak bir devlet hâkimiyetinin bulunduğu devlet kapitalizmini devam ettirmek. Bu alanlar da en başta savunma ve doğal kaynaklar.[ix]

Dolayısıyla, belki de Putin’in 2007 Münih konuşmasını hatırlatmak yerinde olacaktır. Özellikle Ceyda Karan’ın üzerinde ısrarla ve haklı olarak durduğu bu konuşma, Rusya’nın açıkça Amerikan hegemonyasına meydan okuyacağını gösteriyordu. Yine Karan’ın haklı olarak dikkat çektiği gibi, konuşmanın baskın unsuru, Rusya’nın kapitalist bir ülke olduğu vurgusundan başka, uluslararası hukukun ve egemenlik haklarının, toprak bütünlüklerinin, siyasi bağımsızlıkların korunması idi; bu anlamda Yalta ile açılan II. Dünya Savaşı sonrası dünya projesi, BM Şartı vb. temel metinler, Rusya’nın dış siyasetinin ana metinleri olarak ilan ediliyordu. 

Rusya dışişleri, 2007’den beri birçok defa, tek kutuplu dünyanın ortadan kalktığını ileri süren açıklamalar yaptı. Örneğin, Lavrov’un 15 Mart 2018 tarihli şu sözleri, 2007 konuşmasının devamı niteliğindedir ve dış siyasetin eksenini açıkça ortaya koyar:

“Olan bitenin özü, ABD’nin ve Batılı müttefiklerinin, Batı’nın dünya meselelerinde 500 yıllık hâkimiyet döneminin kapandığı gerçeğini kabul etmeyi kategorik olarak reddettiğidir. Yeni çok-kutuplu, demokratik, adil dünya düzeninin yerleşmesi uzun sürecek; ama bu süreç şimdiden, yüzyıllardır bütün dünyayı yönetmeye alışmış olanlarda hastalıklı tepkilere neden oluyor. Batı, Rusya’nın eşit, kimseyi zorlamayan; ama kendisine bir şeylerin dikte edilmesini ve ültimatomları da kabul etmeyen bir ortak olarak geri dönmesine karşı sinirli bir tepki gösteriyor. Bu durum Batılı ortaklarımızca çok hastalıklı karşılanıyor.”[x]

Bu anlamda, hata payını göze alarak, şu iddialı önermede bulunmak mümkün görünüyor: Rusya’nın müttefiki yoktur, uluslararası sistem içinde bir araya geldiği hukuki eşitleri vardır. Başka bir deyişle Rusya, klasik Westphallen sisteminin çağdaş bir takipçisidir. 

Rusya’da ordunun durumuna da özetle değinmek gerek. Putin’in, göreve geldiği ilk yılbaşını ikinci Çeçen savaşında, ateş hattında geçirdiği hatırlardadır. Bu jest, yeni iktidarın, savaş gücünü kaybetmediyse bile örselenmiş ve genelkurmaya varıncaya kadar rüşvet batağına batmış orduya cesaretini ve etkisini tekrar kazandırma vaadiydi. Bu vaadin yerine getirildiğine hiçbir şüphe yoktur. O günden bu yana ordu ve genel olarak kolluk kuvvetlerinin gerek personel, gerek teşkilat, gerekse de silahlanması, o yılbaşında kimsenin ummadığı bir seviyeye yükseldi. Subayların gelirleri yükseldi ve düzenli bir hal aldı.[xi] Buna bir de, emeklilik yaşının Rusya’da kademeli olarak artırılması planlanırken orduda düşük tutulması eklenmeli. 

Genel olarak ordunun ayrıcalığı bütün günümüz toplumlarının ortak bir özelliği; ama Rusya’da bir de Sovyet geçmişini unutmamak gerek. Eğer genelkurmay düpedüz sınıfsal bir nitelik de taşısaydı (OYAK’ı hatırlayalım), bu ayrıcalıklı konumla birlikte mali sermayenin yolunu düzleyebilirdi. Ama Rusya’da ordunun doğal bir kast yapısı olsa da sınıfsal niteliği yok; böyle bir nitelik kazanması da öyle görünüyor ki bilinçli olarak engelleniyor. Bu durumda, zaten çok köklü bir geleneğe sahip olan ordu, Putin-Lavrov-Şoygu’nun temsil ettiği denge çizgisine tutunuyor.

Suriye konusu

Bu uzun yazıyı daha fazla uzatmamak için, son olarak, Suriye’deki gelişmelere de kısaca değinerek bitirmek gerek. 

Batı blokunun (ve aynı zamanda Rusya’da liberal burjuvazinin) Batı ile barış ve bu amaçla Suriye’den çekilme (veya aşağı yukarı aynı anlama gelecek şekilde güç azaltma, Suriye’ye desteğini kesme, vb.) arzusuna karşılık iktidarın direnci, özellikle “ana akım” birçok gözlemci tarafından genellikle Suriye rejiminin kuklalaştırıldığı şeklinde yorumlandı. 

Benim de aralarında olduğu, “ana akım” olmadıkları için sesleri o kadar gür çıkmayan bir başka kesim ise, (Rusya’nın bu yönde bir arzusu veya baskısı olup olmadığından bağımsız) Suriye devletinin işbirlikçileşmenin çok uzağında bulunduğunu ve bağımsız karar alma iradesini koruduğunu iddia ettiler. 

Geçtiğimiz günlerde sessizce gerçekleşen, ancak İran Dışişleri Bakanı Zarif’in istifasıyla gürültülü bir şekilde sonuçlanan Esad’ın Tahran ziyareti, “ana akım” iddianın doğru olmadığını da gösterdi. Açıkça ortaya çıktı ki, Suriye, Rusya’nın başta İsrail, ikincisi de Türkiye ile ilgili siyasetinden rahatsız ve bunu çeşitli kanallardan sürekli olarak ifade ediyor. 

Hediye Levent, Deutsche Welle’de yayınlanan yazısında, Suriyeli bir askeri kaynağa dayandırarak, Esad’ın ziyaretinin esas sebebinin İsrail’in saldırıları ve Rusya’nın İsrail ile ilişkileri değil, Türkiye’nin dayattığı tampon bölge söylemi ve İdlib’deki durumla ilgili olduğunu vurguladı.[xii]

Levent’in, Suriye’nin Türkiye’deki son büyükelçisi Nidal Kabalan’dan aktardığı şu ifadeler, ele aldığımız konu itibariyle büyük önem taşıyordu:

“Hiç kimse Rusya’nın Suriye’ye yaptığı yardımları ve rolünü reddetmiyor. Ancak bu, Rusya’nın bütün politikalarını benimseyeceğimiz, kabul edeceğimiz anlamına gelmiyor. Günün sonunda Rusya ve Suriye farklı devletler ve farklı önceliklerimiz var. … Suriye açısından İran müttefik, Rusya ise dost ülke.”

Herhalde Rusya’nın da bu sözlere itirazı olmaz. Şüphesiz, Suriye’deki İslamcı-tekfirci Batı destekli terör odaklarının ezilmesi Rusya için son derece önemli. Keza, dış siyaseti Yalta’da belirlenmiş Rusya için toprak bütünlüklerinin korunması ve süresi belirsiz kaosların, özellikle milli çatışmaların engellenmesi de son derece önemli. (Sovyetler Birliği’nin dağılmasında milliyetçiliğin oynadığı rol dikkate alınırsa, Rusya’nın hassasiyetinin Sovyetler Birliği’nden daha yüksek olduğu da ileri sürülebilir.[xiii]) Ancak aynı şekilde, bu çatışmaların çözümünün ulusal inkârdan değil kültürel hakların ve özerkliklerin tanınmasından geçtiği de, (toplam 85 cumhuriyet, eyalet, özerk cumhuriyet, otonom bölge, çevre vb.nden oluşan) Rusya Federasyonu açısından çok net. 

Ve son olarak, hiçbir ülkeyle “stratejik ittifak” ilişkisine girmeme çizgisi de çok net. Bütün bunlar, Suriye için öngörülebilir bir proje ortaya koyuyor. Bu projede, Suriye devleti, yapısını korumalı, Suriye’nin sınırları en azından orta vadede güvence altına alınmalıdır. Rusya bunu yaparken ABD veya diğer işgal kuvvetleriyle çatışmaya girmekten azami ölçüde kaçınacak, Suriye’nin de çatışmaya girmesine engel olmaya çalışacak ve bu politikanın arkasından dolaşmak için vekil kuvvet de kullanmayacaktır. 

Bölgesel problemlerde İsrail’i de dikkate alarak daha uzun vadeli, tercih edilir çözüm planları-önerileri olduğu da öngörülebilir. Ancak bir kez daha, her ülkeyle eşit bir ortak olarak ilişki kurmak bütün bu yaklaşımın ana unsuru. Buna İsrail de dâhil. 

Dolayısıyla, her gerilim anında Rusya’nın İsrail’le düşmanlaşacağı beklentisi, tamamen temelsiz. Rusya, İsrail’in Batı’dan bağımsız karar alma iradesinin bulunduğunu düşünüyor. Ortadoğu ve sol kamuoyundaki genellikle aksi görüşe rağmen bunun yanlış olduğu söylenemez. Rusya’nın Türkiye ve İsrail politikası her ne kadar benzeşse de, ilkinde esas itibariyle ABD ile yarılmayı amaçladığı, ikincisinde ise sürekli bir ilişkiyi hedeflediği ileri sürülebilir. 

Bütün bunlardan sonra tekrar aynı soruya döneriz: Rusya’da liberal burjuvaziyle iktidar arasındaki (bu iktidarı siyasi olarak Putin, Lavrov ve Şoygu temsil ediyorlar) çatışmalı denge durumu ne kadar devam edebilir? Bu satırların yazarına göre, oldukça uzun sürebilir; zira Rusya’nın Sovyet geçmişinden gelen devlet geleneği ve ülke içinde neoliberal vahşi kapitalist sömürüye rağmen sürekli tahkim edilen devlet kapitalizmi, buna imkân veriyor.

 

Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırka yakın çevirisi var. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor.@Hazal

 

[i]     http://www.ng.ru/kartblansh/2019-02-21/3_7514_kartblansh.html

[ii]    Yeri gelmişken hatırlatmak gerek. 1992’de İsrail’in Buenos Aires büyükelçiliğinin bombalanmasını İslami Cihad üstlenmişti. 1994’te gene Buenos Aires’teki bir derneğin bombalanması ise, ilkin Hizbullah’a mal edilmiş, ancak soruşturma aynı yıl delil yetersizliğinden düşmüştü. 2015’den itibaren Arjantin’de yeni bir soruşturma dalgası başlamış ve 1994 bombalamasıyla ilgili İranlı yetkililer suçlanmıştı. Venezuela bağlantısı da bu soruşturmalar sırasında “keşfedilmiş”ti. Bu ilginç dava ve Arjantin iç siyaseti üzerinde ABD’li senatörlerin de rol oynadığı bir “İran baskısı,” başka bir yazı konusu olabilir. (Buenos Aires’te 1992 ve 1994 saldırılarına İsrail yanlısı bir bakış için: https://www.jewishvirtuallibrary.org/terrorist-bombings-in-argentina) 

[iii]   Rusya’nın Buenos Aires elçiliğindeki kokain skandalı, geçtiğimiz yıl ortaya çıktı. 22 Şubat 2018’de Buenos Aires polisinin yaptığı bir operasyonda 400 kilo kokain yakalandığı açıklandı. Arjantin basınına göre olayın Arjantin polisinin radarına yakalanması, bizzat Rusya elçisinin 2016 aralık ayında yaptığı ihbarla olmuştu. Elçi, diplomatik misyona ait bir okulda 12 şüpheli valiz bulunduğunu bildirmiş, böylece polisin incelemesiyle toplam 389 kilo kokain ele geçirilmişti. Olayın ayrıntıları ortalığa yayıldıkça, Rusya açısından yüz kızartıcı bir suç şebekesi de açığa çıktı. Buna göre, Hamburg’da Rus asıllı işadamı (daha önce Berlin’deki Rusya elçiliğinde teknik görevli olarak çalışan) Andery Kovalçuk’un başını çektiği ve aralarında Buenos Aires’teki diplomatik misyonda bir teknik görevliyle muhasebecinin de bulunduğu şebeke Rusya’ya uyuşturucu sokmuşlardı; Arjantin polisinin iddialarına göre yakalanan partiyle birlikte uyuşturucunun tutarı 50 milyon avroyu buluyordu. Olayın Rusya açısından son derece pis kokulu ve yüz kızartıcı olduğuna şüphe yok. Bu arada, Rusya’nın Arjantin’deki büyükelçisi Viktor Koronelli’nin Buenos Aires makamlarına okuldaki şüpheli valizleri haber verdiği ay, Rusya’nın Latin Amerika departmanı baş danışmanı Pyotr Polşçikov’un da Moskova’da tuhaf bir şekilde intihar ettiğini hatırlatmak gerek. 

[iv]   https://www.kommersant.ru/doc/3843268

[v]    http://ydh.com.tr/haber.php?HID=15780

[vi]   https://tr.sputniknews.com/ekonomi/201902101037584067-standard-poor-fitch-moodys-rusya-kredi-notu/

[vii]  1945 nüfus sayımına göre Türkiye’nin nüfusu 19 milyona yakındı. 1941-1945 arasında, yaklaşık dört yılda Sovyetler Birliği’nin insan kaybı, 1991 rakamlarına göre, 27 milyon civarıdır. 

[viii]http://ydh.com.tr/haber.php?HID=15803

[ix]   RF Güvenlik Konsesyi nezdinde Bilimsel Konsey üyesi, sol Keynesçi Mihail Delyagin, daha 2012’de, “uluslararası hukuk apaçık şekilde kaybolup giderken” askeri harcamaların kısılmasının ve “demilitarizasyon”un kabul edilemeyeceğini yazıyordu. http://ydh.com.tr/HD15884_liberalizm--rusyayi-yok-etme-teorisi.html

[x]    http://ydh.com.tr/haber.php?HID=15780

[xi]   Rusya’da subay maaşları 45.000 ruble ile 80.000 ruble arasında; bu da dolar hesabıyla 680 dolardan başladığı anlamına geliyor. Eğer ortalamayı 1.000 dolar kabul edersek, ABD kara kuvvetleriyle arasındaki fark açıkça ortaya çıkar. ABD’de prim ve ek ödemeler dışında kara kuvvetlerinde görevli bir subayın ortalama aylığı 8.000 dolara yakın. Ancak özellikle Suriye cephesindeki savaş deneyiminden başka ödemelerde istikrar, artan prestij, yükselen gelir seviyesi, ordunun kendine güveninin artmasında etkili oluyor.

[xii]  https://www.dw.com/tr/şamda-yeni-denge-arayışları/a-47783822

[xiii]Yeri gelmişken, Rusya’nın iç ve dış siyasetini Rus milliyetçiliğiyle açıklamaya çalışan geniş bir akademisyen ve gazeteci yığını olduğunu göz önüne alarak, aslında Rusya’da bunun tam tersi bir durum olduğunu, milliyetçiliğin ulusal bütünlüğe bir tehdit olarak görüldüğünü hatırlatalım. Putin, Ankara büyükelçisi Karlov’un öldürülmesinin ertesi günü silahlı kuvvetler, kolluk kuvvetleri ve istihbarat birimleri temsilcileri karşısında yaptığı konuşmada aynen şöyle demişti: “Çokuluslu toplumumuzun istikrarını hedef alan yabancı düşmanlığı ve milliyetçilik propagandasını durdurmalıyız.” https://iz.ru/news/653243