Kırgızistan, daha yakından

img
Kırgızistan, daha yakından YDH

4 Ekim’de yapılan genel seçimler sonrası gösteriler, Kırgızistan’ın yakın tarihinde üçüncü “devrim” olarak anılıyor. Ne olduğunu tekrar hatırlayalım.




4 Ekim’de yapılan genel seçimler sonrası gösteriler, Kırgızistan’ın yakın tarihinde üçüncü “devrim” olarak anılıyor.

Ne olduğunu tekrar hatırlayalım.

4 Ekim’de parlamento seçimleri yapıldı. Seçimlere Bağımsız Devletler Topluluğu, Şanghay Ekonomik İşbirliği Örgütü ve AGİT gözlemci gönderdi. Bunların hiçbiri de seçimlerde yolsuzluk iddiasında bulunmadı.

Ne var ki bu, hile olmadığı değil; sadece hilenin yasal yollarla yürütüldüğü anlamına geliyor. Zira, daha önce de yazdığım gibi, oyların satın alınması Kırgızistan’da epey rutin bir uygulama.

Seçimlere 16 parti katıldı. Ancak sadece 4 parti yüzde 7 seçim barajını aşabildi. Bunlar mevcut hükümetle doğrudan dolaylı olarak ilişkili. Barajı aşamayan partiler sonuçları hileli ilan ettiler.

Ertesi gün kitlesel gösteriler başladı. Bişkek’teki ilk gösteriye sadece birkaç bin kişi katıldı; ancak bunlar süratle kitleselleşti. Gece göstericiler parlamento ve başkanlık idaresinin bulunduğu Beyaz Ev’i, Bişkek belediye binasını ve hükümet binasını ele geçirdiler. Eylemlerde yaklaşık 700 protestocu ve birkaç yüz polis yaralandı, bir gösterici hayatını kaybetti. Bu sırada eski başkan Almazbek Atambayev ile bazı eski siyasetçileri de hapishanelerden serbest bırakmayı başardılar. Bunlar arasında eski başbakan Sapar İsakov ile başkanlık idaresinin eski şefi Farid Niyazov ve ülkenin iç siyasetinde başrol oynamaya aday Sadır Japarov da var.

Atambayev ve İsakov yolsuzluktan hüküm giymişlerdi.

Gene aynı gün 11 muhalefet partisi “Koordinasyon Kurulu” kurdular. Kurul, başta Bişkek’e yeni belediye başkanı olmak üzere bazı önemli atamalar yaptığını da duyurdu. Bu arada Bişkek belediye başkanı, bazı valiler ve önemli bürokratlar istifa ettiler. Bişkek belediye başkanı olarak, seçimleri kaybeden “Cumhuriyet” partisinin milletvekili adayı Jooşbek Koyenaliyev atandı. İçişleri bakanı ve başsavcı ise ortalarda görünmedi. Ancak mevcut başkan Sooronbay Jeenbekov, olayları darbe girişimi olarak tanımladı ve muhalefeti, protestocuları sakinleştirmeye çağırdı. Keza Merkez Seçim Komitesi de seçim sonuçlarını geçersiz ilan etti.

Bu, ülkenin yakın tarihinde Beyaz Ev’e yapılan üçüncü saldırı. 2005 ve 2010’daki benzer eylemlerde iktidar değişikliği sağlanmıştı. Bunların ilkine “lale devrimi” adı takılmıştı, ikincisine ise “gül devrimi” denildi. 2010’daki “devrim” sonrasında başkanlık sisteminin yerine parlamenter başbakanlık sistemi getirilmişti ve bunun, başkanın elinde toplanan iktidarı parlamentoya tevdi ederek olası siyasi krizleri önleyeceği düşünülüyordu. Bu düşüncenin doğrulandığını ileri sürmek mümkün; zira parlamenterlerin seçmenleri karşısındaki yükümlülükleri, yeniden seçilme kaygıları, seçmenlerin yarattığı baskı, Kırgızistan’da iktidarın neoliberal karşı-devrim “reform”larına girişmesine engel olmayı başardı. Bu sayede, Kırgızistan bütçesinin yarıya yakınını sosyal harcamalar oluşturuyor. Bu, neoliberal karşı-devrimin başarılı olduğu hiçbir ülkede karşılaşılmayacak kadar yüksek bir oran.

“Lale” ve “gül”den sonra üçüncüsüne ne denileceğini göreceğiz. Ancak tıpkı 2010’daki gibi Beyaz Ev’in ele geçirilmesiyle sonuçlanan bu üçüncüsü, diğerlerinden biraz daha hızlı gelişti; protestocular temel taleplerini bir günde kabul ettirdiler. Bununla birlikte eylemlerin yarattığı kriz, öncekilerden daha uzun sürdü.

İlk gün büyük bir belirsizlik hakimdi. Belli olan tek şey, Merkez Seçim Komitesi’nin seçimleri iptal etmesiydi. Bu durumda Merkez Seçim Komitesi’nin anayasaya göre, iki hafta içinde tekrar seçimlerin tarihini bildirmesi gerekiyordu. Bu arada Jeenbekov’un istifası söz konusu olabilirdi. Ancak Jeenbekov, meşru başkan olduğunda ısrar ediyordu. Dolayısıyla, önünde üç alternatif vardı: ya muhalefetin saldırısına şiddetle cevap verecek, ya çekilecek, ya da uzlaşacaktı. Görevde kalma ısrarı, siyasi meşruiyetini artırıyordu; bununla birlikte Atambayev’in serbest bırakılması, Jeenbekov’un cumhurbaşkanlığına güçlü bir meydan okuma anlamına geliyordu. Öte yandan, ilk günkü olayların akışına rağmen Atambayev’in taraftarları çok da kalabalık değildiler. Protestoların esas itici gücünü ise, ilk gece hapishanelerden serbest bırakılan gözden düşmüş kimi siyasetçiler ve başta da eski milletvekili, Ata-Jurt partisi liderlerinden Sadır Japarov’un taraftarları oluşturuyordu. Bu durumda kimi polis kuvvetlerinin muhalefet saflarına geçmesi etkili olmuştu.

6 Ekim’de Koordinasyon Konseyi, parlamento binası kullanılmaz hale geldiği için bir otelde milletvekillerini topladı. Muhalefetin bir bölümü, özellikle de gençlik, Japarov’un başbakan atanacağını duyunca binaya girmeye çalıştı. Bunlara izin verilmedi; ancak Japarov, toplantı yeter sayısı olmadan başbakan seçildikten sonra binayı gizlice terk etmek zorunda kaldı. Muhalefetin, Japarov’u başbakan atayan bölümü, esas itibariyle eski siyasetçilerden oluşuyordu ve Jeenbekov ile uzlaşma yanlısı. Ancak bu atama, Koordinasyon Sovyeti’ni ikiye böldü; “genç reformcular” yeni bir Koordinasyon Konseyi kurdular. Bu ikincisinin toplantısında da yeni bir başbakan seçildi: Tilek Toktogaziyev. Bunu da yeni bir siyasi kriz takip etti: parlamento sözcüsü, otelde yapılan oylamanın bir “ön oylama” olduğunu, Japarov’un başbakanlığının geçerli olmadığını, yeni bir oylama daha gerektiğini duyurdu. Bu kesif siyasi atmosferi daha da boğucu ve anlaşılmaz kılan şey ise şuydu: bütün taraflar, kendilerini anayasal meşrulukla taltif ediyorlardı, oysa anayasa gereği yeni atamaların Jeenbekov tarafından onaylanması gerekiyordu. Jeenbekov ise bunların hiçbirini onaylamamıştı. Bir başka deyişle, kimsenin anayasayı takmadığı, ama herkesin anayasaya uyma çağrısı yaptığı anormal bir iktidar savaşı yürüyordu.

7 Ekim’de ülkede tuhaf bir demokrasi manzarası vardı: sokaklarda kimin başbakan olacağı, kimin iktidara geleceği tartışılıyordu. Ama aynı sırada başkentte yağmalar da başlamıştı. Yalnız, başkentteki yağmalar pek başarılı olamadı; daha önceki “devrim”lerden tecrübeli olan ve polise de (haklı olarak) güvenmeyen Bişkek halkı milis örgütlemiş, yağmaya karşı kendini savunuyordu. Bunlar, yağmacı kalabalıkların arkasından gidip dükkânları talan etmelerine engel oluyorlardı.

Her defasında başarılı olamasalar da eski “devrim”lerle karşılaştırıldığında başkent bu defa asgari hasar gördü ve görmeye devam ediyor. Örneğin Kırgızistan Sağlık Sigortası Fonu’ndaki bütün bilgisayarlar yağmalandı, bütün hasta kayıt bilgileri böylece yok oldu. Ama devlet telekomünikasyon şirketi MegaCom çalışanları kendilerini ve şirketi korumayı başardılar; baskın yapıp kendilerini yeni yönetim olarak tanımlayan yağmacıları kovaladılar.

“Bişkek Marksist Çevresi”nin mülakatlarına bakılırsa, bu milisler esas itibariyle işçi sınıfı unsurlarından oluşuyordu; bir başka deyişle gerçekte, renkli bir “devrim” olmadığı gibi, bir halk devrimi de yoktu, ancak iktidar boşluğu içinde lümpen ve kriminal unsurların kontrolü ele geçirmesine karşı kendiliğinden, bununla birlikte son derece örgütlü milis teşkilatları oluşturulmuştu. Bunlar merkezi siyasi bir iradeye tabi değiller (çünkü böyle merkezi bir irade yoktu ve yok), ancak gene de merkezi koordinasyonla faaliyet yürüten teşkilatlar; internette sosyal ağlar üzerinden ve esas olarak da (eski Sovyet ülkelerinde son derece yaygın olan) Telegram üzerinden iletişim kuruyorlar. Bu örgütler halen yaygın; kuzey ve güney arasındaki, egemen sınıfların farklı unsurları arasında tercih yapmaktan uzak duran marksist hareket ise bunları politize etme çabası içinde.

Ancak diğer şehirler bu kadar talihli olamadı. Özellikle devlet madencilik (başta altın) şirketleri, yağmacıların başlıca hedefiydi. Sadece devlet şirketleri de değil; Rusya, Çin ve Kazakistan sermayeli kimi şirketler de yağmalandı. Bişkek dışındaki bu yağma olaylarının başını organize suç örgütlerinin, yerel mafya gruplarının ve önde gelen aşiretlerden kriminal tiplerin çektiği ileri sürülüyor. Taşrada direnişin (yerel halkın milis örgütlenmesinin) zayıf olmasının bir nedeni de bu. Daha tuhafı, bu gruplar sadece yağmalamakla kalmıyor, el koyuyor ve yönetici atıyorlar. Daha güçlü olan kriminal gruplar, daha etkili oluyor, daha çok temsilcilik kazanıyorlar. Polis ise özellikle taşrada tamamen paralize olmuş durumda, genellikle olaylara müdahale etmiyor. Öte yandan, milis direnişi hareketi, Bişkek’teki kadar yaygın olmasa bile, taşrada tamamen yok denemez. Pek çok devlet işletmesinin çalışanlarının yağmaya karşı koyduğu ve yağmacıları püskürttüğü haberleri geliyor. Burada gene paradoksal bir durum söz konusu, zira işçi sınıfı, örgütsüzlüğü içinde, sadece iş yerlerini yağmacılardan korumakla yetiniyor, ancak işletmelere örgütlü el koyma eğilimi görülmüyor.

Sol grupların kendiliğinden eylemlere müdahale girişimleri ilk günkü eylemlerin hızla kitleselleşmesinde belli ölçüde etkili oldu. Ancak şiddet yaygınlaştıkça ve siyasi kriz belirsizleştikçe bu etki de zayıfladı, zira sol, genişleyen harekete müdahale edebilecek kitlesel ve merkezi bir örgütlülüğü yok. Başkentte nispeten tek başlı bir propaganda faaliyeti yürütmeyi başarıyor, ancak taşrada müdahalesinin etkili olduğunu söylemek mümkün değil. Bişkek Marksist Çevresi, “güçlü bir marksist propaganda makinesi” kuramamış olmalarını, ülkedeki marksist hareketin en büyük başarısızlığı olarak tanımlıyor.

Bunun ikinci bir nedeni de şurada yatıyor: Kırgızistan proletaryası, daha ziyade yarı-proleter bir nitelik taşıyor. Sanayi çok geri, emekçi halkın kırsal bağları güçlü, şehirde iş buldukça çalışıyor, iş güvencesi zayıf. Bu durum taşrada daha da belirgin bir önem kazanıyor. Bütün bunlardan başka Rusya’dan büyük salgınla birlikte işsiz kalıp gelen on binler var. Öyle olunca, örgütlenme ve iş yerlerine el koyarak yeni bir iktidar odağı oluşturmak yerine yağma ve talana yöneliyor. Bu durum, iş güvencesi, konut sahibi olması, eğitim görmesi vb. nedeniyle “orta sınıf” gibi görülen emekçi halk ve genel olarak istihdam edilmiş işçiler ile dışarıdan gelen istihdam dışı yarı-proleterler arasındaki gerilimi tırmandırdığı gibi, düzen partilerinin iktidar mücadelesinde figüran rolü oynamalarını da kolaylaştırıyor.

Dolayısıyla, marksistler gelişmelere daha ziyade demokrasi mücadelesi ve demokratik hak ve hürriyetler penceresinden bakıyorlar. Haklı oldukları anlaşılıyor; zira muhalefet hareketi içinde halk cephesi, ancak bu hürriyetler genişlediği ölçüde, ancak iktidarın geleneksel ortaklarının güçleri zayıfladığı ölçüde başarılı sayılabilir.

Bişkek Marksist Çevresi’nin 6 Ekim tarihli bildirisinde şöyle deniliyordu:

Bir grup siyasetçinin yerini başka bir grubun alması, sonuç vermez. Bizi mevcut duruma duruma sürükleyen insanlar, bugün ülkenin yönetiminde hak iddia ediyorlar.

Biz sıradan yurttaşlar, hepimiz, sadece iktidar değişikliği için değil bütün sistemin değiştirilmesi için mücadele etmeliyiz. Sistemin merkezine sıradan insanın, sıradan işçinin, çocuğun, üniversite öğrencisinin ve emeklinin ihtiyaçları konulmalı. ...

Şunlar için mücadele etmeliyiz:

- Kırgızistan’da ortalama ücretlerin yükseltilmesi,

- İşçi haklarının garanti edilmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi,

- Ücretsiz ve kaliteli eğitim ve sağlık hizmetleri,

- Emekliler ve dar gelirliler için sosyal garantier,

- Büyük şirketlerin ve girişimlerin oligarklara değil halka hizmet etmesi için millileştirilmesi,

- Kademeli bir vergi skalası uygulaması: zenginler çok, fakirler az ödesinler.

Kırgızistanlılara, bürokratların parlak konuşmaları değil bunlar gerekli.

Ülkemizin bilinçli bütün yurttaşlarına çağrıda bulunuyoruz: siyasetçiler için değil kendi geleceğiniz için mücadele edin! Önümüzde uzun bir yol var!

Öte yandan, burjuva muhalefeti cephesinde, devlet kurumlarının yönetimini ele alma mücadelesi, başkentte, tıpkı taşradaki talan kavgası gibi devam ediyor. Kimin daha fazla militanı varsa o daha yüksek makamları ele geçiriyor. Örneğin, Kırgızistan Başsavcılığı için yapılan mücadele, bu türden. Muhalefetteki “Çon Kazat” partisi, başsavcılık önünde, kendi lideri Sıymık Japıkeyev’i başsavcı atamak için toplanıyor, başsavcılık çalışanları ise toplananları devlet malına zarar vermemeye çağırıyor.

Bişkek belediye başkanlığı, başka bir örnek. 7 Ekim itibariyle Bişkek’te üç belediye başkanı ve iki başbakan vardı. Ülkenin en önemli ikinci kenti Oş’ta da benzer bir durum yaşanıyordu: şehir meclisi belediye başkanını oy birliğiyle görevden alıp “halkın belediye başkanı”nı seçti; eski belediye başkanı ise taraftarlarını toplayıp “halkın belediye başkanı”ndan odasını terk etmesini istedi. Bu arada eski muhalefet liderlerinden sürgündeki Melis Mırzakmatov da döndü ve Oş’ta kendi taraftarlarını topladı. Oş valisi de bu gidişatın dışında kalmadı: Moskova’da öldürülen bir mafya liderinin kardeşi, meclise giren partilerden “Menekim Kırgızstan” milletvekili Almambet Anapiyaev, vali atandığını iddia etti. Eski vali ise kendi meşruiyetinde ayak diriyor.

Bütün bu sürede Jeenbekov’un ne yapacağı soru işaretiydi. Kırgızistan devlet başkanı 9 Ekim’de mesajla ne yapacağının mesajını verdi: en kısa zamanda yeni parlamento seçimleri, mevcut (aslında mevcut olmayan) hükümetin görevden alınması, muhalefetin bir kanadıyla, büyük olasılıkla Japarov’un başbakanlığı yönünde anlaşma (bugün itibariyle bu kesinleşti), bu amaçla yeni bir parlamento güvenoyu toplantısı ve başkanlık kararnamesi. Ancak bu noktada kurnazca topu güvenlik bürokrasisine attı: “Güvenlik kuvvetleri, Jogorku Keneş milletvekillerinin güvenliğini sağlamalıdırlar.” Jeenbekov ayrıca, yeni bir yürütme seçilmesinden sonra görevden ayrılmaya hazır olduğunu da söyledi.

Jeenbekov’un elinin güçlendiği ertesi gün ortaya çıktı: 6 Ekim’de göstericiler tarafından hapishaneden serbest bırakılan, Atambayev’in başkanlık idaresi başındaki Farid Niyazov, gösterileri kışkırttığı iddiasıyla tekrar gözaltına alındı.

Aynı 10 Ekim günü, Japarov’un başbakanlığı da, “yeter sayı” ile toplanan parlamentonun güvenoyu ertesinde (parlamento yeni başbakanı oybirliği ile onayladı), resmi olarak duyuruldu.

Ancak Jeenbekov’un sözlerindeki 9 Ekim’deki mesajında en dikkat çekici ifadeler, “meydana gelen kadro değişikliklerini yasallaştırmaya niyetli” olduğuydu. Bu, aslında hiçbirisi yasal olmayan yönetim değişikliklerinin büyük bölümünü tanıyacağını gösteriyor. Bu, aynı zamanda, taşrada devlet kuruluşlarına el koyan ve yönetici atayan organize suç örgütlerini yasallaştırma girişimi anlamına da gelebilir.

Jeenbekov 9 Ekim’de akşam saatlerinde halka sesleniş konuşmasında da, Bişkek’te olağanüstü hal ilan ettiğini bildirdi. Bu, güvenlik bürokrasisinin tayin edici desteğini kazandığına işaret ediyordu.

Bir iddiaya göre, 2019’da Atambayev’in tutuklanmasından (tutuklama, gerçekte, anayasa ihlali anlamına geliyordu) ve Jeenbekov’un iktidarını sağlamlaştırmasından sonra tesis edilen rejimde Rusya’nın etkisi vardı; oysa Çin, diğer ülkelerin, özellikle de Rusya’nın etkisini dengeleyecek daha pragmatik bir lider olarak Atambayev’i görüyordu. Ancak her iki lider de kendilerini Rusya yanlısı olarak tanımlamışlardı; iptal edilen seçimleri önde bitiren Birimdik’in lideri Marat Amankulov, geçen yıl Moskova ziyaretinde, Avrasyacılık hakkında konuşurken şöyle demişti: “30 yıllık bağımsızlık tarihimiz, tekrar düşünmenin ve geri dönmenin zamanının geldiğini gösterdi.” (Ancak Amankulov, şimdi bu sözlerinin bağlamından koparıldığını iddia ediyor. )

Moskova, bekliyor ve kimseyi desteklememeyi tercih ediyor. Bunda şaşılacak bir şey yok, zira Rusya’nın çeperindeki ülkelerde yaşanan bütün gelişmelerde değişmez ve öngörülebilir refleksi, iç işlerine müdahale etmemek, taraf tutmamak, ancak yabancı aktörlerin müdahalesine de engel olmaya çalışmak şeklinde özetlenebilir. Burada “yabancı aktörler” arasında, Belarus ve Ukrayna’da olduğu gibi sadece batının (ABD ve başta Almanya ve Fransa olmak üzere AB) değil Çin’in de önemli bir yer tuttuğunu belirtmek gerek. Nitekim Kremlin’den yapılan bütün açıklamalarda da taraflardan uzak durarak “endişe” bildirildi; meşru başkan olarak da (tahmin edilebileceği gibi) Jeenbekov anıldı.

2005 ve 2010’da ABD’nin oynadığı rol yakından biliniyor. Bu rol, Atambayev’in, ABD’ye kiraladıkları Manas üssünü kapatmasına yol açmıştı. ABD bu üs için yılda 60 milyon dolar ödüyordu. Rusya ise Kant üssü için yılda 4,8 milyon dolar ödüyor. (Atambayev, sözleşme süresi bittikten sonra Rusya’nın da üssünü kapatmasını istiyordu; ancak bunun Rusya karşıtı bir siyaset olduğunu ileri sürmek çok güçtür.)

Çin ise, Kırgızistan’ın en büyük yatırımcısı (bütün yabancı yatırımların yüzde 40’tan fazlası). 2018’de Çin’in toplam yatırımları 245 milyon doları bulmuştu. American Enterprise Institute rakamlarına göre 2005—2018 arasında Çin’in ülkedeki toplam yatırımları 4,73 milyar dolar civarında. Bunların yarıdan fazlası petrol ve doğalgaz alanında. Zira Kırgızistan, Türkmenistan petrolü ve doğalgazı için koridor işlevi görüyor.

Bütün bunlar neden yaşandı? Olayların bir dizi nedeni var. Görünürdeki neden, seçim hileleri. Temel nedenler ise ülkenin güney ve kuzey arasında bölünmüş yapısı ve büyük salgınla birlikte çalışmaya gittikleri Rusya’dan dönmek zorunda kalman on binlerce Kırgız vatandaşının yarattığı büyük sosyal baskı.

Kuzey ve güney meselesi epeyce karmaşık ve bu bölgenin tarihine son derece yabancı olan ortalama okur açısından fazla bir şey ifade etmeyecek; bu nedenle mümkün olduğunca kısa geçmek gerek. Ancak gene de ana çizgileri çizmeliyiz.

Protestocuların bu hızlı başarısı, kısmen, ülkenin aşiret yapısından kaynaklanıyor. Jeenbekov, pek popüler değil; Atambayev’i tutan daha geniş bir kesim var. Ancak (10 Ekim’de görevden alınan) hükümetin ve onun arkasındaki Jeenbekov’un geçen yıl meydana gelen 70 milyon dolara yakın (Kırgızistan için çok büyük bir miktar) yolsuzluğu örtbas etme girişimleri, bu yönetime olan öfkeyi artıran bir faktördü.

Kuzey ve güney aşiretleri arasındaki düşmanlığın kökenleri çok eskiye, Sovyet tarihinden de önceye, prekapitalist köklere dayanıyor. Kuzeyde göçebelik, tarih boyunca baskın unsur oldu, güneyde ise Özbek etkisiyle karışık feodalizm ve dolayısıyla din, kuzeyle sadece sosyal yapıyı değil, hayat tarzını da farklılaştırdı. Sosyalizm, feodal alışkanlıkları baskı altına aldı, ama ani çöküş ve kapitalizmin hızla yükselişi, bunları tekrar su yüzüne çıkarmakla kalmadı, ülkenin siyasi eliti haline de getirdi. Kırgız emekçilerinin başta Rusya, Kazakistan ve Çin olmak üzere göçmen işçi olarak çevre ülkelere yayılması, bu feodal aidiyet duygusunu daha da güçlendirdi; tıpkı Türkiye’deki hemşerileri yerel geleneklerinden koparken Türkiye’den giden “gastarbeiter”in bunlara daha da bağlanması gibi, Kırgız işçilerin de soy ve aşiret bağlarıyla aidiyet duyguları güçleniyordu.

Güney denilen bölge Batken, Celal-Abad ve Oş oblastlerini kapsıyor; kuzey ise Çuy, Talas, İssık-Kul ve Narın oblastlerini. Güney daha ziyade tarımla uğraşıyor ve sadece ülkeyi değil, kısmen Kazakistan’ı da besliyor. Geçmiş çağlardan beri göçebeliğin yaygın olduğu kuzey ise, yılda iki ayı zar zor geçen turizmle geçinmeye çalışıyor.

Ancak tekrar altını çizmeliyim; aradaki bu çatışma, hiç değilse bugün, kuzey ve güney arasındaki sosyal dengesizlikten veya gelişmişlik farkından değil, esas itibariyle sosyalizmin yıkılmasının ardından güçlenen feodal aidiyet duygularından kaynaklanıyor.

2005’ten beri bütün “devrim”ler, bu sonuncusu da dahil, kuzey ve güney arasındaki bu çatışmayı yansıtıyor. 2005’te güneyliler kuzeylileri iktidardan uzaklaştırmıştı. Kurmanbek Bakiyev, güneyin mutlak iktidar tekelini temsil ediyordu. Ama 2010’da kaçmak zorunda kaldı. İktidara yükselen Atambayev, pragmatist doğasının ve uluslararası ilişkilerinin sonucu olarak daha dengeli bir siyasi üstyapı kurmaya çalıştı, ama gene de bu yapıda kuzey hakimdi. 2019’da tutuklandı. Onun arkasından gelen Sooronbay Jeenbekov iktidarında ise güç ilişkisi gene tersine döndü ve yüksek bürokrasinin yüzde 80’i güneylilerden tesis edildi. Jeenbekov, islami akımların büyük rol oynadığı “geleneksel güney”in temsilcisi. Son olaylarda ise güneyin siyasi hakimiyetine karşı çıkan kuzey partileri başı çekiyordu.

Kuşkusuz, kuzey ve güney arasındaki çatışmayı sadece Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tekrar ortaya çıkan eski feodal aşiret ilişkilerine dayandırmak mümkün değil. Bu ilişkiler, çarpık bir kapitalist toplumu şekillendirmekten başka, aslında esas olarak başka şeyleri gizliyor: doğal kaynakları çok sınırlı olan Kırgızistan’da iktidar, mali akışı, en önemlisi de Afganistan bağlantılı uyuşturucu kaçakçılığından gelen nakit akışını ve Çin’den Avrupa Ekonomik Birliği ülkelerine (Rusya, Ermenistan, Belarus, Kazakistan, Kırgızistan) yapılan kaçak ihracatın düğüm noktasını kontrol etmek anlamına geliyor. Keza, yasal olarak da, Çin’den Rusya ve Kazakistan’a yapılan ihracatta bir gümrük kapısı.

Dolayısıyla, bu durumu bir renkli “devrim” diye tanımlamak mümkün değil. Kuşkusuz, bunun unsurları var; ancak tayin edici durumda değil.

Atambayev iktidara gelmek istiyor, ancak muhtemelen sadece özgürlüğünü kazanmış bir ara figür olarak kalacak. Jeenbekov ülkedeki durumu tekrar kontrol edecek. Ne var ki bu defa büyük bir krizle karşı karşıya olduğuna şüphe yok, zira güvenlik bürokrasisi çatışmaların ilk günlerinde tarafsızlığı seçerek bundan sonra dengelerde tayin edici bir rol oynayabileceğini gösterdi.

Kimi yorumcular, olaylarda Ankara’nın parmağı olduğunu ileri sürüyorlar. Bu, çok doğru görünmüyor, zira (yukarıda belirttiğim gibi) olaylar öyle hızlı gelişti ki, kıvılcımın herhangi bir provokasyon veya dış müdahaleyle ateşlenmiş olması mümkün değil. Bununla birlikte gülen çetesi ile iktidar arasındaki çatışmaların Bişkek’te yankılandığını hatırlatmak gerek. Geçen yıl Mayıs ayında bu gerginlik diplomatik bir krize neden olmuştu; Bişkek Müftülüğü, bu ülkedeki fetullah imamı olduğu iddia edilen Orhan İnandı ile Türkiye Büyükelçisi Cengiz Fırat’ı aynı masaya oturtmaya kalkınca Fırat toplantıyı terk etmiş ve şöyle demişti: “Biz burada 35 milyon dolara cami yapacağız, siz bizi teröristlerle aynı masaya oturtacaksınız. Siz buraya FETÖ terör örgütünün başını nasıl çağırırsınız?! ... Ya Türkiye’yi, ya terör örgütünü seçersiniz. Benim için müftülük bitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'yle, teröristi aynı yere koyuyorsunuz. ... Ben şimdi Cumhurbaşkanı'na söyleyeceğim.”

İlk bakışta gülünç geliyor, zira fetullahçı çetenin her yerde olduğu gibi Kırgızistan’ın başına bela olması da, malum, yakın bir geçmişe dayanıyor. İddiaya göre Kırgızistan’daki “Sebat” liseleri, bu çeteyle ilişkili; bu liselerin mezunlarının büyük bölümü, Soros sermayesiyle açılan ve işleyen Bişkek’teki Orta Asya Amerikan Üniversitesi’ne giriyorlar. Dolayısıyla, örneklerine Türkiye’de çokça rastladığımız bir elit imalatı söz konusu; bunların önemli bir bölümünün de siyasi organlarda olduğu gibi altın madenciliği yapan (son olaylarda yağmalanan şirketlerden) devlet tekeli Kumtor’da istihdam edildikleri söyleniyor.

Bu iddiaların doğruluğunu kesin olarak tespit etmek şu anda mümkün değil. Ancak benim kanaatime göre, çete mensuplarının, çete tarafından eğitilenlerin ve çetenin nüfuzu altında bulunanların, ayaklarının altındaki halıyı çekip alabilecek olan olaylardan uzak durduklarını kabul etmek daha mantıklı; zira, başta da belirttiğim gibi, olaylar kontrollü bir provokasyon şeklinde değil, kendiliğinden başladı ve yükseldi.