Lübnan’da Bozulan Oyun ve ABD yenilgisi

Hizbullah, artık imar, yardım ve medya kuruluşları ile sadece Lübnan’ın güneyinde değil, parlamentodaki ve kabinedeki varlığıyla da Lübnan’ın her yerinde belirleyici olma vasfı kazandı.

Lübnan eski başbakanlarından Refik Harirî’nin öldürülmesi, Lübnan’ın 11 Eylül’ü olarak nitelendirilmişti. Çünkü bu olaydan sonra Lübnan’da artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı belirtiliyordu.

 

Refik Harirî suikastından, ABD ve Fransa’nın Suriye üzerinde baskı kurmasına; 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararının çıkarılmasından, Suriye askerlerinin Lübnan’dan çekilmesinin sağlanmasına; Hizbullah’ın silahsızlandırılmasının gündeme getirilmesinden, seçimler sonrasında Lübnan’da ortaya çıkan siyasî duruma kadar olan gelişmeleri ayrıntılı bir şekilde incelemeye geçmeden önce Lübnan’la ilgili bu gelişmelerin ABD’nin Irak’taki varlığı ile olan ilgisine değinmek gerekiyor.

 

Suriye askerî varlığının Lübnan’dan çıkarılmasının ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasının, Filistin meselesi ve İsrail’in güvenliği ile doğrudan ilgili olmasından dolayı ABD’nin öncelikleri arasında zaten yer aldığı ve bunun Irak’taki durumla doğrudan ilişkili olmadığı düşünülebilir.

 

Fakat Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılması, ABD’nin Ortadoğu politikasıyla ilgili öncelikleri arasında yer alan bir konu olduğu kadar, ABD’nin Irak’taki askerî varlığından ve Suriye ile İran’a yönelik tehditkâr söylemlerinden bağımsız olarak, salt Refik Harirî terörüyle izah edilemeyecek kadar da bölgesel denklemlerle ilgili bir meseledir.

 

Zira Şam yönetimine, daha önce de Lübnan’dan çekilmesi yönünde baskı yapılmış; ama Suriye, Irak sınırında ABD ile komşu haline geldikten ve her gün kendisine yönelik askerî tehditleri duymaya başladıktan sonra Lübnan’dan çıkmaya ikna olmuştur.

 

Lübnan’daki gelişmelerin Irak işgaliyle ilgisi 

ABD’nin, 11 Eylül sonrasında Afganistan’la başlatıp Irak’la sürdürdüğü, adına 4. Dünya Savaşı da denen bu yeni savaşın, Ortadoğu’da yeni bir düzen kurmayı hedeflediği biliniyor.

 

Ortadoğu için tasarlanan ve “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak da tartışmaya açılan bu yeni düzenin ekonomik ve stratejik hedefleri, bu yazının çerçevesini aşan ve ayrı bir çalışmayı gerektiren bir derinliğe sahip. Bununla birlikte ABD'nin Irak'taki varlığının, Lübnan’da yaşanan son gelişmelerle ilgili birkaç boyutuna değinmek gerekiyor. Önce Irak'ta işgal sonrası yaşanan siyasî süreci hatırlayalım.

1- ABD, Irak’ta 1 Mayıs 2003’te resmen son verdiği Saddam rejiminin yerine kendi beklentilerine uygun bir siyasî sistem kurmayı başaramadı ve Ayetullah Sistanî’nin seçim dayatmasını kabul etmek zorunda kaldı.

 

2- 30 Ocak 2005 tarihli Irak seçimlerini Sünnî gruplar boykot ettiler. KDP ve KYB gibi Irak’taki etnik haklarını ve çıkarlarını ABD desteğiyle elde etme siyaseti güden Kürt partiler seçimden 2. çıkarken, Ayetullah Sistanî üst liderliği altında birlikte hareket eden İslamcı Şiî gruplar, seçimlerde zafer kazandı.

İslamcı Şiî grupların birlikte hareket etmeleri, ABD’nin Irak’ın geleceği için umut bağladığı İyad Allavî gibi laik Şiî liderlerin siyasî sahnenin dışında kalmasına sebep oldu.

 

3- Sünnî Arapların ortak bir liderlik altında siyasî süreci etkileyecek bir inisiyatif kazanamaması, Kürtlerin seçimlerden kendi etnik çıkarları temelinde ellerini güçlendiren bir sonuç elde etmekle birlikte, sembolik cumhurbaşkanlığı makamı hariç tutulacak olursa Irak’ın tümünü belirleyecek bir güçten uzak bulunması, Şiî İyad Allavi ve Sünnî Adnan Paçacı gibi ABD’nin umut bağladığı laik liderlerin hükümette yer alamaması ve Irak’taki seçimlerin İslamcı Şiîleri iktidara getirmesi, ABD’nin Irak’taki çözümsüzlüğünü derinleştiren etkenler oldu.

 

4- Savaş sonrasında istediği gibi bir hükümet kuramadığı için Irak’ın siyasî seyrini kontrol edemeyen ABD, Irak’ta iktidarı kaybetmiş olan Sünnî kesimin, koalisyon güçlerine ve merkezî hükümete yönelik silahlı saldırılarını da kontrol edemez halde bulunmaktadır. Irak’ta hem siyaseti hem de güvenliği istediği gibi kontrol edemeyen Bush hükümeti, yaşadığı çıkmazı Irak’a komşu ülkelere fatura etmek suretiyle açıklamaya çalıştı.

 

Hatırlanacağı üzere ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, Irak’taki direnişin, TBMM’nin 1 Mart tezkeresini reddetmesi yüzünden kontrol edilemediğini söyleyerek Türkiye’yi suçladı. Dışişleri Bakanı Condaleeza Rice, Suriye’yi Sünnî direnişi destekleyerek Irak’ı istikrarsızlaştırmaya çalışmakla suçladı. Yine Bush da İran’ı, Irak’ın iç işlerine karışmakla itham etti.

 

ABD’nin, Irak’a komşu ülkelere yönelik tehditkâr tutumu, Türkiye’yi Kuzey Irak’taki faaliyetlerinden rahatsızlık duyduğu İsrail’e itecek ve Türkiye’nin bölgesel inisiyatiflerini engelleyecek şekilde tecelli etti.

 

Nitekim 2004 Nisan’ında İsrail’in Kuzey Irak’taki faaliyetlerinden duyduğu rahatsızlığı İsrailli yetkililere randevu vermeyerek ifade eden Türk yetkililer, ABD tehditlerinin ardından 2005 Mayıs’ında İsrail’e giderek Siyonist rejimle ticaret hacmini 1,5 milyar dolardan, 2 milyar dolara çıkaran anlaşmalara imza attı.

 

Öte yandan Cumhurbaşkanı Sezer’in Suriye’ye yaptığı geziye işaret edilerek; Türkiye, Suriye konusunda “uluslar arası toplumla” birlikte hareket etmemekle suçlandı ve Türkiye’nin bağımsız bölgesel inisiyatifler alması engellenmeye çalışıldı.

 

ABD, İran’la ilgili olarak bu ülkenin nükleer projesini hedef alan bir tehdit söylemi geliştirdi. Bazen açıkça saldırmayı dile getirerek askerî düzeyde; çoğu zaman da İran’ın barışçı nükleer faaliyetlerini BM Güvenlik Konseyi’ne taşımayı gündeme getirerek siyasî düzeyde Tahran’ı tehdit etti.

 

ABD’nin Irak’taki direnişi desteklemekle suçladığı Suriye’ye yönelik tehdidi ise bu ülkenin Lübnan’dan çekilmesini sağlayarak hedefine ulaştı.

 

ABD’nin bu üç ülkeye yönelik tehditleri, verdiği sonuçlar açısından değerlendirildiğinde İran’la ilgili olarak başarısız, Türkiye ile ilgili olarak kısmen başarılı, Suriye ile ilgili olarak da başarılı diye nitelendirilebilir.

 

Zira ABD’nin İran’a yönelik tüm tehditlerine rağmen, Tahran nükleer projesinde geri adım atmadığı gibi, Fransa, Almanya ve İngiltere ile bu konuda sürdürdüğü müzakerelerle nükleer projesi konusunda ciddi bir siyasî ve hukukî mevzi elde etmiş ve ABD’yi yalnızlaştırmış oldu.

 

Öte yandan Irak Başbakanı İbrahim Caferî’nin Temmuz ortalarında kalabalık bir resmi heyetle gerçekleştirdiği İran ziyareti sırasında iki ülke arasında ekonomiden kültüre, savunmadan istihbarata varıncaya kadar birçok alanda anlaşmalar imzalandı. İran’dan başlayıp Irak’tan geçerek Suriye’ye varacak olan bir demiryolu anlaşması yapıldı ve aynı güzergah üzerinde bir petrol ve doğal gaz boru hattı inşası gündeme getirildi. 

 

Kısaca ABD tehdit ve dayatmalarına rağmen garip bir ironi ile ABD’nin Irak’ta sebep olduğu değişim, İran’la Irak’ın tarihte hiç olmadığı kadar birbirine yakınlaşmasını beraberinde getirdi. Bu açıdan ABD’nin İran’la ilgili tehdide dayalı siyasetinin başarısız olduğu söylenebilir.

 

ABD’nin Türkiye’ye yönelik tehditleri, Ankara’yı İsrail’in Kuzey Irak’taki faaliyetlerine ses çıkaramaz hale getirirken, özellikle Irak’ın toprak bütünlüğü ile ilgili hususlarda Türkiye’nin İran ve Suriye ile bölgesel işbirliği imkânlarını da zayıflatmış oldu.

 

Binaenaleyh, ABD’nin Türkiye’ye yönelik tehditleri, belirtilen sonuçları bakımından kısmen başarılı görülebilir.

 

Fransa’nın da desteğiyle ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’nden 1559 sayılı kararı çıkarması ve Suriye’yi Lübnan’dan çekilmek zorunda bırakması, ABD’nin bölge ülkelerine yönelik tehdit politikasının tek başarısı oldu.

 

Suriye'nin Irak'taki direniş gruplarına destek verdiği yönündeki ABD iddiası, “Iraklı direniş gruplarını vurduğum gibi buna destek veren Suriye'yi de vurabilirim” yönünde bir tehdit içermekteydi.

 

Bu durumda Golan'daki işgalden dolayı İsrail tehdidi altında olan Suriye, artık Irak sınırı üzerinden ABD tarafından da tehdit edilmekteydi. Bu durum, Suriye'yi Lübnan'dan askerlerini çekmesi konusunda kendisine yapılan baskılar karşısında daha güvensiz ve korunaksız hale getirmekteydi.

 

Irak'la 700 kilometrelik bir sınıra sahip olan Suriye'nin, bu sınırı mutlak bir şekilde kontrol edememesi, aslında anlaşılabilir bir durumken; ABD, bu tehdidi Suriye'nin Lübnan'daki askerî varlığını çektirmeye dönük bir taktik bahane olarak kullanmayı amaçladı.

 

Harirî cinayeti ve Lübnan için tezgahlanan büyük komplo

Refik Harirî'ye yönelik terör saldırısı ardından Fransa'nın da dâhil olduğu Suriye karşıtı koalisyon, bu olaydan Şam yönetimini sorumlu tuttu ve Güvenlik Konseyi’nden 1559 sayılı kararı çıkararak Suriye'yi Lübnan'dan çekilmeye mecbur etti.

 

Suriye Lübnan'dan çekilmekle İsrail tehditleri karşısında kendisini ve tampon devlet olarak kullandığı Lübnan'ı korunaksız bırakma pahasına aleyhine oluşan uluslar arası baskıyı azaltmayı hedefledi.

 

1559 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı, sadece Suriye'nin Lübnan'dan çekilmesini değil, Hizbullah'ın silahsızlandırılmasını da öngörmekteydi.

 

ABD, bu girişimle Lübnan'ı ve Suriye'yi korunaksız bırakarak İsrail'e tehlikesiz bir alan açmayı hedeflerken, Fransa da Suriye'nin yokluğunda Lübnan'daki geleneksel müttefiki olan Marunîler üzerinden Lübnan'daki nüfuzunu arttırmayı amaçladı.

 

ABD, İsrail ve Fransa öncülüğünde Suriye ve Lübnan'a yönelik başlayan bu girişim, stratejisini aşağıdaki beklentiler üzerine kurdu:

 

1- Bir ağırlık ve denge unsuru olan Suriye'nin Lübnan'dan çekilmesi, özellikle Refik Harirî'nin öldürülmesinden sonra Suriye yandaşlığı ve Suriye karşıtlığı şeklinde iki zıt kutba bölünmüş olan Lübnan toplumunda etnik ve mezhebî politik rekabeti körükleyecek, ardından da çatışmaları beraberinde getirecekti. Böylece iç bütünlüğünü kaybeden Lübnan toplumu üzerinde ABD, İsrail ve Fransa belirleyici olacaktı.

 

Yani bu, bir bakıma 1975'te başlayan ve on yıldan fazla süren Lübnan iç savaşı dönemindeki statüye geri dönülmesi anlamına geliyordu.

 

2- Hizbullah'ın silahsızlandırılması sayesinde Lübnan, İsrail saldırıları karşısında korumasız bırakılacak, Lübnan'ın birlik-beraberliğinin, ulusal onurunun ve askerî direncinin bir sembolü olan Hizbullah'ın, Filistinli gruplar üzerindeki moral ve motivasyon nüfuzu kırılmış olacaktı.

 

Ayrıca Filistin intifadası için bir model oluşturan Hizbullah’ın Lübnan’da silahsızlandırılarak tasfiye edilmesiyle Lübnan’da sayıları 300 bin kadar olan Filistinli mültecilerin de ABD maddî yardımıyla Lübnan vatandaşı yapılması sağlanacak ve İsrail açısından en azından 300 bin kişilik bir Filistin mültecisi sorunu kalmamış olacaktı.

 

3- Lübnan'dan çekilmiş olan Suriye, Hizbullah'ın da silahsızlandırılmasıyla, İsrail tehdit ve saldırıları karşısında caydırıcılığını yitirmiş olacak; bu durum İsrail'in canı istediği zaman Suriye'deki Filistinli örgütleri bahane ederek bu ülkeye saldırmasının önünü açacaktı.

 

Öte yandan Filistinli gruplar da, ana yurtlarında olduğu gibi, Lübnan ve Suriye gibi bölge ülkelerindeyken bile kolayca İsrail'in hedefi haline gelecekti.

 

4- Lübnan'dan çekilmekle kısa vadede üzerindeki uluslar arası baskıyı azaltmayı başaran Suriye, Lübnan'da öngörülen değişim karşısında uzun vadede artık ABD ve İsrail'in her dediğini yapmak zorunda kalan bir ülke haline gelmiş olacaktı.

 

Kuşkusuz bu durumdan da en çok Suriye ve Lübnan’da bulunan Filistinli mülteciler ve örgütler etkilenecekti.

 

5- Suriye'nin İsrail ve ABD'nin elinde rehin tutulması ve Hizbullah'ın silahsızlandırılması, İran'ın Ortadoğu'daki stratejik derinliğini kaybetmesine sebep olacaktı. Bu durumda da İran, kendisine yönelen ABD ve İsrail tehditlerini bu stratejik derinlik içerisinde değil, kendi topraklarında göğüslemenin hesabını yapar hale getirilecekti.

 

Gözetilen bu hedefler ve Refik Harirî cinayeti sonrası oluşturulan Suriye karşıtı hava birlikte düşünüldüğünde, ABD ve İsrail’in Lübnan’a dönük planının şu aşamalarla gerçekleştirilmek istendiği söylenebilir:

 

1- Refik Harirî cinayetinden, Suriye'nin sorumlu tutulması ve Lübnan'da Suriye aleyhinde geniş bir toplumsal kampanya başlatılması.

2- Suriye muhaliflerinin birlikte hareket etmelerinin sağlanması ve muhaliflerin seçimden zaferle çıkmasının temin edilmesi.

3- Seçim sonrasında muhaliflerin çokluğuyla oluşacak parlamento sayesinde hâlihazırdaki Suriye yanlısı Cumhurbaşkanı Emil Lahud'un görevden alınması. Onun yerine 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararı doğrultusunda Hizbullah'ı silahsızlandıracak birinin getirilmesi.

 

Refik Harirî suikastından sonra yukarıda öngörülen aşamalardan sadece birincisi gerçekleştirilebildi. Hatırlanacağı üzere Lübnan toplumu bu suikast sonrasında gerçekten de Suriye yanlısı ve Suriye karşıtı olmak üzere iki kutba bölünmüştü.

 

Öte yandan ABD ve İsrail, bu süreçte Hizbullah'ı Suriye desteği ile ayakta duran ve Lübnan halkından kopuk bir hareket olarak göstermeye çalıştı. Nitekim Harirî cinayetinden sonra muhaliflerin yaptığı gösteriler olabildiğince büyütülürken, Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah'ın çağrısıyla Lübnan nüfusunun yarısının sokağa döküldüğü dev gösteri, İran basını ile El-Menar TV hariç tutulacak olursa neredeyse gündeme bile getirilmedi.

 

Lübnan’ın siyasî yapısı ve beklenmeyen siyasal ittifaklar

Lübnan halkı seçim öncesinde iki kutba ayrılmış idiyse de seçimlerde ilginç seçim ittifakları yaşandı. Farklı kutuplarda yer alan parti ve gruplar birbiriyle ittifak yaptı ve bundan dolayı seçim sonrasında hiç de beklentilere uymayan bir siyasal tablo ortaya çıktı.

 

Bunun neden böyle olduğunu ve ABD ve İsrail'in Lübnan konusundaki planlarının neden başarısız kaldığını anlayabilmek için Lübnan kendine özgü siyasî yapısını ve seçim sonrası ortaya çıkan meclis yapısını açıklamak gerekmektedir.

 

Bilindiği gibi farklı etnik ve mezhebî kesimlerin mozaiği halinde bulunan Lübnan'da, etnik ve mezhebi taifeciliğe dayalı bir siyasal sistem bulunmaktadır.

 

Lübnan parlamentosunda 128 sandalye bulunmaktadır ve milletvekilleri Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yarı yarıya bölüşülmektedir. Lübnan’daki yasalara göre 64 Müslüman milletvekilinin 28’i Sünni, 28’i de Şii olurken, 7’si Dürzîlerden, 1’i de Alevîlerden olmak zorundadır.

 

Hıristiyanlara ayrılan diğer 64 milletvekilliğinde ise 35 sandalye Marunîlere, geri kalan 29 sandalye de Ortodoks, Katolik, Süryanî ve Ermeni gibi diğer Hıristiyan azınlıklara ayrılmıştır.[1]

 

İşte Lübnan’a özgü bu şartlar, seçim sırasında beklenmeyen bazı ittifakları doğururken kimi mevcut ittifakları da darmadağın etti. Seçimlerde etnik, mezhebî ve siyasî eğilimler temelinde ittifaklar oluştu.

 

Örneğin daha önce Suriye yanlılarının safında yer alan Dürzîlerin lideri Velid Cunbelat, seçim öncesinde muhaliflerin safına geçmişti. Geleneksel siyasal çizgisi bakımından Iraklı Kürt lider Celal Talabani ile çok benzeşen Cunbelat’ın bu tutumu seçim öncesi oluşan havaya uygun bir manevraydı; bununla birlikte Cunbelat, gerek seçim öncesinde gerekse seçim sonrasında Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına karşı çıkan tavrını sürdürdü.

 

Öte yandan Suriye güçleriyle çatıştıktan sonra sürgüne gönderilen, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini isteyen “Ulusal Özgürlük Hareketi” lideri Mişel Aun, 1559 sayılı kararın yarattığı ortamla Beyrut’a döndükten sonra, seçimler sırasında Suriye yanlısı Süleyman Faranciye ve Mişel El-Mur gibi liderlerle seçim ittifakı yaptı ve muhaliflerin safında çatlak oluşturdu.

 

Suriye karşıtlığı ile ünlü Mişel Aun, seçimden sonra da Emil Lahud’un cumhurbaşkanlığını desteklediğini belirterek diğer gruplar gibi Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına karşı olduğunu açıkladı.[2]

 

Lübnan Hizbullahı da kendi seçim bölgelerinde, muhalefet cephesinin iki asli grubunu oluşturan Velid Cunbelat liderliğindeki Dürzî Sosyalist Terakki Partisi ve Semir Ca'ca liderliğindeki “Lübnan Güçleri” ile ittifak kurdu.

 

Ayrıca Refik Harirî’nin oğlu Saadettin Hariri liderliğindeki “el-Müstakbel”  (Gelecek) hareketi de güney illerinde ve Beka’da Hizbullah ve Emel ile ittifak yaptı.

 

Lübnan’a özgü bu siyasal şartlar, muhtelif azınlıkları birbirlerine muhtaç kılarken seçim öncesinde başlayan ve iç savaş için zemin oluşturabilecek olan kutuplaşmayı da kırmıştı. Yani ABD ve İsrail’in Harirî cinayetinden sonra Lübnan için tasarladığı planın ikinci aşaması başarısızlıkla sonuçlandı. Üçüncü aşamaya yani seçim sonuçlarına ve kabineye gelince…

 

Son seçimler ve yeni parlamento aritmetiği

Hatırlanacağı üzere Lübnan’daki son seçimlerden önce 128 sandalyeli parlamentonun 77’si Suriye yanlısı hükümet yanlılarına aitti ve muhalifler azınlıktaydı. Seçimler, bu tabloyu muhaliflerin lehine değiştirdi. Seçimlerden sonra yeni parlamentoda muhalifler 72 sandalyeye çıkarken, hükümet yanlıları 42 sandalyeye düştü. Üçüncü bir akım olarak ortaya çıkan Mişel Aun ise 14 sandalye kazandı.[3]

 

Bu durumda muhalifler geleceği belirleyecek köklü değişimlere ilişkin karar alma noktasında ihtiyaç duydukları üçte iki çoğunluğu elde edemediler; ama kendilerine hükümeti kurma imkânını veren salt çoğunluğu elde ettiler.

 

Refik Harirî’nin öldürülmesinden sonra el-Müstakbel adlı siyasî hareketin başına geçen Sünnî lider Sadettin Harirî, Sünnî kesimin önderliğini kazanmayı başardı ve parlamentodaki en büyük grubun lideri oldu.

 

Sadettin Hariri liderliği altında bir araya gelen Sünni kesimin aksine Marunîler tam bir parçalanma hali içinde bulunuyorlar. Çünkü Mişel Aun, Fransa’da yaşadığı sürgünden geri döndükten sonra geçen 15 yıl boyunca Marunîlerin dinî ve siyasî liderliğini elinde bulunduran Başpiskopos Nasrullah Safir’le rekabete girdi. Safir ve Aun’un seçim sürecinde birbirlerine karşı tavır alması, Lübnan’daki Hıristiyan liderliğinin bölünmesini beraberinde getirdi. Öte yandan Marunî azınlığın parlamentodaki sandalyesinin iki aslî akım olan Mişel Aun ve Falanjist Semir Ca’ca[4] liderliğindeki Lübnan Güçleri arasında bölünmesi de başka bir siyasi parçalanma yarattı.

 

Bununla birlikte Sünnîlerin oyuyla parlamentoya taşınan Semir Ca’ca liderliğindeki Lübnan Güçleri’ne karşın, Hıristiyanların oyuyla Parlamentoda 14 sandalye kazanan Mişel Aun, yeni meclisin kilit partisi konumunda bulunmaktadır.

 

Muhaliflerin genel tavrının aksine şu an için Suriye yanlısı mevcut Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un cumhurbaşkanlığını destekleyen Mişel Aun’un, bir kez daha muhaliflerin safına geçmemesi şartıyla şu anki parlamento durumu açısından Lahud’un Cumhurbaşkanlığından uzaklaştırılması imkân dâhilinde gözükmemektedir.

 

Marunîlerin birliklerini koruyamaması, diğer muhaliflerin de Lübnan’ın ulusal onurunun ve bağımsızlığının sembolü haline gelen Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına -İsrail yanlısı ve yabancı uşağı konumuna düşmek korkusundan dolayı- taraftar olmayacağı düşünüldüğünde seçim sonrasında Suriye’nin çekilmesine sebep olan 1559 sayılı kararın Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını sağlayamayacağı görülmektedir. 

Nitekim seçimlerden sonra kurulan kabinenin durumu da bunu açıkça ortaya koymaktadır.

 

Yeni Lübnan kabinesi

Lübnan yasalarına göre Cumhurbaşkanının Hıristiyan, başbakanın Sünnî Müslüman, meclis başkanının da Şii Müslüman olması gerektiği biliniyor.

 

Cumhurbaşkanını belirleme yetkisi meclise ait olduğu halde yukarıda sözü edilen gelişmelerden ve dengelerden dolayı mevcut cumhurbaşkanı Emil Lahud, seçimi muhaliflerin kazanmasına rağmen görevinin başında kaldı.

 

Seçim sonrasında Sünnî Fuad Sinyore Başbakanlığında kurulan 24 bakanlı kabinenin etnik ve mezhebi kesimlere (ve siyasî eğilimlere) göre dağılımı şu şekilde oldu:

 

Sünnîlerde bulunan bakanlıklar: Başbakan, adalet bakanlığı, İç işleri bakanlığı, Çalışma bakanlığı ve Gençlik ve spor bakanlığı.

 

Şiîlerde bulunan bakanlıklar (Emel ve Hizbullah): Sağlık Bakanlığı (Emel), Sosyal Güvenlik Bakanlığı (Emel) Tarım Bakanlığı (Emel) Dışişleri Bakanlığı (Hizbullah), Enerji Bakanlığı (Hizbullah)

 

Dürzîlerde bulunan bakanlıklar: Eğitim ve öğretim bakanlığı, İletişim bakanlığı

 

Marunîlerde bulunan bakanlıklar: Maliye bakanlığı, Sosyal İşler Bakanlığı, Sanayi bakanlığı, Turizm bakanlığı ve Kültür bakanlığı.

 

Ortodokslarda bulunan bakanlıklar: Başbakan yardımcılığı, Savunma bakanlığı, (Suriye yanlısı) İdari kalkınma bakanlığı ve Çevre bakanlığı.

 

Katoliklerde bulunan bakanlıklar: Parlamento işlerinden sorumlu devlet bakanlığı ve Göçmen bakanlığı

 

Ermenilerde ve Diğer azınlıklarda bulunan bakanlıklar: Ekonomi bakanlığı, Haberleşme bakanlığı.[5] 

 

Bu çerçevede Hizbullah’ın listesi ile Lübnan Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Fevzi Sallukh’un kısaca biyografisini aktarmakta da yarar var.

 

Fevzi Sallukh 1931 yılında Aliye yakınlarındaki Kımatiye bölgesinde doğdu. 1954’te Beyrut Amerikan Üniversitesi Siyasal bilgiler fakültesini bitirdi. 1955-57 yılları arasında tarih ve coğrafya dersleri okuttu. 1957’den 1960 yılına kadar Franklin Basın yayın Kurumu’nun halkla ilişkiler müdürlüğünü yaptı. 1960’tan sonra siyasî faaliyetlere başladı ve şu görevlerde bulundu:

 

1962-1964: Lübnan’ın Liberya maslahatgüzarlığı

1964-1971: Sierra Leone’de bulunan Lübnan temsilciliğinin heyet başkanlığı

1971-1978: Lübnan Dışişleri bakanlığında çeşitli idari görevler

1978-1985: Nijerya büyükelçiliği

1987-1985: Cezayir büyükelçiliği

1987-1990: Lübnan Dışişleri Bakanlığında ekonomik ve idari işler müdürlüğü

1990-1994: Avusturya büyükelçiliği ve Lübnan’ın Avusturya’daki BM temsilciliği, yine aynı yıllarda Lübnan Atom Enerjisi Ajansı temsilciliği.

1994-1995: Belçika büyükelçiliği, Lüksembourg büyükelçiliği.

 

Şimdiye kadar Lübnan’ın görevlendirdiği birçok uluslar arası heyette başkanlık yapmış olan Sallukh, Lübnan Şiileri Yüksek Meclisi Başkanı Şeyh Muhammed Mehdi Şemseddin’in danışmanlığını yaptı.

1998’de Lübnan Cemiyet-i İslamî Genel Sekreterliği yapan Fevzi Sallukh, şu kitapların da müellifidir:

-Lübnan Gerçekliği: Meseleler, Bakış Açıları

-Uluslar arası ve Bölgesel Gerçekler

-Küreselleşme Gölgesinde Uluslar arası Değişimler

-Dünya Düzeninin Amerikanlaştırılması: Tehlikeler, Sonuçlar[6]

 

 

Sonuç

ABD ve İsrail’in Lübnan’a yönelik planları, Lübnan’a özgü şartlar ve Lübnan’ın bütünlüğünü ve ulusal onurunu sembolize eden Hizbullah’ın akıllıca ve birleştirici politikaları sayesinde başarısızlığa uğradı.

 

1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla Suriye askerleri Lübnan’dan çekildiyse de seçimler sonrasında yeni kurulan kabine ile artık Suriye askerî varlığı bir bakıma Lübnan kabinesine girmiş oldu. Çünkü Savunma, Dışişleri, Adalet ve Kültür bakanlıkları gibi kilit bakanlıklar Suriye yanlısı kesimlerin elinde bulunmaktadır.

 

Mişel Aun ve Velid Cunbelat başta olmak üzere hiçbir muhalif grup, ne seçim öncesinde ne de seçim sonrasında Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını destekleyerek halk nezdinde lekelenmeyi göze alamadı ve tüm gruplar, Hizbullah’ın mevcut durumunu desteklediklerini açıkladılar.

 

Hatta Cumhurbaşkanı Emil Lahud, parlamentonun Hizbullah’ın Dışişleri bakanı adayına güvenoyu vermemesi durumunda kabineyi onaylamayacağını belirtti.

 

Refik Harirî cinayeti sonrası Lübnan’ı 1975 iç savaşı dönemine taşımak isteyen ABD planı tam anlamıyla tersine dönerken, Hizbullah yeni süreçte kabineye girmeme yönündeki geleneksel politikalarını değiştirerek yürütme organında yer aldı ve Lübnan’ın geleceğindeki konumunu daha da pekiştirmiş oldu.

 

Hizbullah, artık imar, yardım ve medya kuruluşları ile sadece Lübnan’ın güneyinde değil, parlamentodaki ve kabinedeki varlığıyla da Lübnan’ın her yerinde belirleyici olma vasfı kazandı.

 

Bütün bu sürece bakarak Refik Hariri suikastıyla başlayan Semir Kesir ve Corc Havi ile devam eden ve son olarak da Savunma Bakanı İlyas el-Mur’u hedef alan terör saldırılarının arkasında İsrail gizli servisinin bulunduğunu tahmin etmek zor değildir.

 

1559 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararının çıkarılması ve Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesinin ardından yaşanan süreç ABD ve İsrail’in tüm planlarını boşa çıkardıysa da Lübnan halkı ve Direniş’le ilgili olarak şu tehlikeli gelişmelerin yaşandığını da belirtmek gerekiyor.

 

Öncelikle Falanjistlerin lideri Semir Ca’ca, halihazırdaki durum itibariyle açık ve yakın bir tehlike arz etmiyorsa da hapisten çıkar çıkmaz Paris’e gitti ve İsrail istihbarat servisi görevlileriyle görüşmelerde bulundu.

 

Öte yandan ABD Dışişleri Bakanı Condaleeza Rice, Ariel Şaron’la koordineli bir şekilde, Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve Lübnan-İsrail sınırı boyunca Lübnan ordu birliklerinin konuşlandırılması şartıyla İsrail’in Şeb’a Çiftliklerinden çekilmesini garanti edebileceğini bildirdi.

 

Bilindiği gibi, İsrail Hizbullah’ın askerî operasyonları sebebiyle, işgali altında bulundurduğu Lübnan’ın güneyinden çekilmiş; ama Şeb’a çiftliklerinde hak iddia etmeye devam etmişti. Şeb’a çiftliklerinin Lübnan toprağı olduğunu ve burası da İsrail işgalinden kurtarılıncaya kadar mücadelenin devam edeceğini belirten Hizbullah, sınırda hâlâ güvenliği sağlayan tek güç durumunda bulunuyor.

 

ABD ve İsrail tarafından yapılan bu şartlı geri çekilme önerisi, Hizbullah tarafından kabul edilemez bulundu.

 

Şu an seçim sonrası yaşanan gelişmelerin Lübnan halkı açısından yarattığı olumlu durumu tehdit eden en önemli gelişmeler bunlar ve muhtemelen yeni süreçte Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına yönelik olarak gündemde tutulacak olan plan bu olacak.

[1] Hüseyin Ruyiveran, “Arayiş-é Siyasî-yé Cedid der Lübnan” Hemşehri Diplomatik, 25 Haziran 2005, No:53

[2] http://www.qodsna.com/Contents/AnalysisArticle/1384/05/01/654772.Htm

[3] Hüseyin Ruyiveran, “Arayiş-é Siyasî-yé Cedid der Lübnan” Hemşehri Diplomatik, 25 Haziran 2005, No:53

[4] 1975 İç savaşı sırasında İsrail işbirlikçiliği ve Sabra ve Şatilla katliamları ile ünlü Falanjist Lübnan Güçleri’nin lideri Semir Ca’ca hapiste bulunuyordu. Ca’ca 1559 sayılı kararın yarattığı ortam sayesinde 26 Temmuz’da serbest bırakıldı.

[5] http://www.qodsna.com/Contents/AnalysisArticle/1384/05/01/654772.Htm

[6] http://www.qodsna.com, haber kodu: 654743