Hamas’ın stratejik vizyonu, yeni siyasi dili ve Mekke Anlaşması

Filistin’de ulusal birlik hükümetinin kurulmasını ve iç çatışmaların sona erdirilmesini öngören Mekke Anlaşması’nın sadece Hamas açısından değil, tüm Filistin açısından tarihi bir dönüm noktası olduğu söylenebilir.

Filistin’de ulusal birlik hükümetinin kurulmasını ve iç çatışmaların sona erdirilmesini öngören Mekke Anlaşması’nın sadece Hamas açısından değil, tüm Filistin açısından tarihi bir dönüm noktası olduğu söylenebilir.

 

Hamas Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal’in Mekke Anlaşması’nı “Hamas’ın yeni siyasi dili” olarak nitelemesi, ilk bakışta çok abartılı bulunabilecek olan bu yargıyı destekleyen önemli veri olarak değerlendirilebilir.

 

Dört maddede özetlenebilecek olan Mekke Anlaşması Filistin’de yaşanan iç çatışmaların sona erdirilmesini ve bir ulusal birlik hükümetinin kurulmasını öngörüyor.

 

Elbette sadece yakın vadeli politik sonuçlarına bakarak bu anlaşmanın gerek Hamas açısından gerekse Filistin açısından tarihi bir dönüm noktası olduğunun söylenmesi abartılıdır. Zira daha önce de birçok defa kendi aralarında ittifaklar yapan Filistinli grupların ortak hareket etme başarısı göstermesi, bu süreçlere tarihî bir dönüm noktası olma niteliği kazandırmamıştır.

 

Binaenaleyh Mekke Anlaşması, doğurduğu kısa vadeli politik sonuçları bakımından değil, doğurabileceği muhtemel stratejik sonuçlar bakımından Hamas’ın ve hatta tüm Filistin’in siyasi hayatında tarihi bir dönüm noktası özelliği taşıyor.

 

Mekke Anlaşması’nın politik sonuçları

Hamas’ın 2006 yılının ocak ayında Filistin Yasama Meclisi Seçimlerini kazanıp tek başına iktidar olması, sadece içeride iktidarını kaybeden el-Fetih’i değil, Ortadoğu üzerine demokratikleştirme projeleri hazırlayan uluslar arası ve bölgesel güçleri de memnun etmemişti.

 

Bununla birlikte içeride Hamas’la koalisyon kurmaya yanaşmayan el-Fetih, dışarıda ise İsrail ve Ortadoğu dörtlüsü, Hamas’ın seçim zaferiyle yaşanan olumsuz politik gelişmeyi stratejik bir fırsata dönüştürmeye çalıştı.

 

Filistin’e ait vergi gelirlerini bloke eden İsrail ve uyguladıkları ekonomik ambargoyla uluslar arası güçler, Hamas’ı iktidara taşıyan Filistin halkını cezalandırmakla kalmıyor, Filistin halkının yaşanan bunalımdan Hamas’ı sorumlu tutmasını sağlayacak bir sosyopolitik zemin de yaratmış oluyordu.

 

Dışarıdan Hamas hükümetine yöneltilen bu güçlü siyasi baskı, on yıldan uzun bir zaman boyunca İsrail’le yürüttüğü müzakerelerde hep kaybeden taraf olan ve bulaştığı yolsuzluklar sebebiyle iyice yıpranan el-Fetih’in Hamas’ın başarısızlığı üzerine siyaset geliştirmesinin de yolunu açıyordu.

 

Filistin’e uygulanan ekonomik kuşatmanın, sahip olduğu halk desteğine yöneltilen bir silah olduğunu fark eden Hamas, ekonomik sorunu, seçim zaferini büyük bir coşkuyla karşılayan Arap ve İslam dünyasının desteğiyle aşmaya çalıştı.

 

Fakat uluslar arası baskının boyutunun büyüklüğü ve ABD’nin Hamas hükümetine para transfer edecek kuruluşları cezalandırma yönündeki tehdidi, İslam ülkelerini ve Arap bankalarını Filistin hükümetine destek veremez hale getirdi.

 

Hamas hükümeti yetkililerinin adeta bir kurye gibi Arap ve İslam ülkelerinden topladığı paraları Filistin içine taşıması bile Filistin’e sınırı bulunan Arap ülkeleri tarafından engellendi. Binaenaleyh, Mısır hükümeti, Filistin Başbakanı İsmail Heniye’ye İran ve Suudi Arabistan’a yaptığı gezi sonrasında ancak beraberinde getirdiği parayı teslim etmesi şartıyla Gazze’ye girmesine izin verdi.

 

Dışarıdan uygulanan ekonomik kuşatmanın yarattığı bunalımı siyasî bir araç olarak kullanan el-Fetih’in yarattığı toplumsal gerilim ve çatışma ortamı, Hamas’ı Filistin’de hükümet edemez hale getirdi.

 

İçerideki aktörlerin siyasi hırsları, kırmızıçizgi olarak nitelenmesine rağmen; iç çatışmaları körükleyen, ekonomik ve siyasi bunalıma bir de toplumsal bunalımı ilave eden bir ortamın doğmasına sebep oldu.

 

Hamas’ın altı ay içerisinde durdurması ve çözmesi imkansız hale gelen bunalımı artık yönetilebilir hale getirmeye çalışmaktan başka çaresi kalmamıştı; bu yüzden de Hamas, demokratik yollarla elde ettiği kendi meşru iktidarını ulusal birlik hükümeti formülüyle başkalarıyla paylaşmaya razı oldu.

 

Fakat içeride ve dışarıda Hamas iktidarından ve Hamas’ın stratejik vizyonundan rahatsız olan çevrelerin salt iktidar paylaşımıyla yetinmeye niyetli olmadığı ve Hamas’ı stratejik vizyonunu gözden geçirmeye zorlayan bir talebinin bulunduğu görülüyordu.

 

Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz’in girişimiyle sağlanan Mekke Anlaşması’nın şu an olumlu tepkilere sebep olan yönü, anlaşmanın doğurduğu politik sonuçları itibariyledir. Çünkü bu anlaşma Filistin’de iç barışı sağlamış olması yönüyle toplumsal, ulusal birlik hükümetinin kurulmasını sağlaması yönüyle de siyasal açıdan son derece olumlu politik neticeler doğurmuştur.

 

Bununla birlikte Hamas’ın stratejik vizyonunu tehdit edecek ciddi bir süreç de Mekke Anlaşması sonrasında kurulacak ulusal birlik hükümetiyle gündeme gelmektedir.

 

Ortadoğu’da stratejik vizyon savaşları

ABD’nin bölgede İsrail’i eksen alan bir Ortadoğu vizyonuna sahip olduğu biliniyor. Dışarıdan göçlerle toplanan bir halk ve Birleşmiş Milletler kararıyla kurulmuş bir devletin bölgedeki en temel sorununun meşruiyet sorunu olması, ABD’nin Ortadoğu stratejisinin en temel açmazını oluşturuyordu.

 

Camp David, Madrid ve Oslo süreçleri, adına Ortadoğu Barışı denen ABD projesine, dolayısıyla da İsrail’in meşruiyet sorununun çözümüne yönelik olarak başlatıldı.

 

20 yıllık bir zamana yayılan bu süreçler sonunda Arap ülkeleri de Filistin Kurtuluş Örgütü de İsrail’in varlığının bir gerçeklik olduğuna psikolojik olarak ikna edilmiş; iş bu gerçekliğin siyasal çerçevesinin belirlenmesine kalmıştı.

 

1948 topraklarını İsrail olarak benimsemiş görünen Araplar artık Batı Şeria ve Gazze’nin Yahudi yerleşim merkezleri ve İsrail kontrol noktaları arasında Filistin devleti kurmanın mücadelesini veriyordu.  

 

Hamas’ın ise sadece 1967’de işgal edilen Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü değil, bugün İsrail diye nitelendirilen tüm 1948 topraklarını Filistin olarak tanımlayan ve dolayısıyla da İsrail’in varlığını meşru görmeyen bir stratejik vizyonunu bulunuyor.

 

1978 yılındaki Camp David Anlaşması’na kadar tüm Arap dünyasının, 1992’deki Oslo sürecine kadar da FKÖ’nün en azından resmi stratejik vizyonu da bu şekildeydi. Enver Sedat ve Yaser Arafat’ın İsrail’le yaptığı müzakereler, 1996 yılının ortalarına gelindiğinde tüm dünyada bu tutumun, sadece İran’a ait “demode” ve “geçersiz” bir stratejik vizyon olduğu kanısını pekiştirmişti.

 

O kadar ki 1997’de iktidar olan İran’daki reformcu yönetimde bile “tüm Arap dünyasının, hatta Filistinlilerin tanıyıp görüştüğü İsrail’i biz neden tanımıyoruz; Filistinlilerden çok Filistincilik yapmak bizim ulusal çıkarlarımıza zarar veriyor” şeklinde itirazlar yükseltilmişti.

 

Filistinlilerin, büyük umutlar bağladığı Oslo sürecinde 1990’lı yılların sonunda derin bir hayal kırıklığına uğraması ve İsrail’in eski Başbakanı Ariel Şaron’un 2000 yılındaki ünlü Haremü’ş- Şerif çıkarmasıyla Oslo sürecini toprağa gömmesi, sadece İran’a özgü kalan o stratejik vizyonun Filistinli İslami gruplar tarafından daha güçlü bir şekilde sahiplenilmesine yol açtı.

 

ABD’nin 11 Eylül’den sonra Ortadoğu ve İslam dünyasıyla ilgili politikalarında “tarafsızlık” bir yana “gerçeklik” ve “faydacılık” kavramlarını bile umursamayan “idealist” politik tutumu, Afganistan ve Irak işgalinin İslam dünyasında yarattığı tepkiler ve Oslo’nun Filistinli mimarı Arafat’ın siyasi sahneden çekilmesi, İsrail’in varlığını tanımayan stratejik vizyona verilen desteği güçlendirdi.

 

Hamas’ın iktidar olmasıyla artık bu stratejik vizyon sadece İran’a ait “demode” ve “geçersiz” bir tutum olmaktan çıkmış, resmi Filistin’in de stratejik vizyonu haline gelmişti.

    

Öte yandan ABD’nin Irak’ta İran nüfuzuna açık olmayan bir yönetim kuramamasından kaynaklanan başarısızlığı, İran’la Suriye’nin ilişkilerinin stratejik boyutu, Hizbullah’ın kazandığı Temmuz Savaşı’nı Lübnan içinde siyasi bir zafere dönüştürme potansiyeli ve son olarak Hamas’ın mevcut stratejik vizyonuyla Filistin’de hükümet olması, Camp David’den bu yana oluşturulmaya çalışılan İsrail eksenli bölge planını ciddi bir biçimde tehdit eden bir stratejik zemin yarattı.

 

“Ortadoğu’da İran nüfuzunun artması” olarak nitelenen bu yeni durum, sadece ABD’nin Ortadoğu projeksiyonunu değil, ABD’nin bölgedeki geleneksel müttefiklerinin bölgesel denge içindeki rollerini de ciddi şekilde sarsabilecek potansiyeller taşıyor.

 

Daha önce bölgede hem İran’a hem de İsrail’e karşı denge rolü oynayan Saddam rejiminin devrilmesi ve yeni oluşan Irak siyasi yapısı üzerindeki İran’ın nüfuzu, İran’a İsrail sınırlarından başlayıp Fars Körfezi’ne kadar uzanan bir stratejik derinlik kazandırıyor.

 

Hamas, Hizbullah, Suriye ve Irak hattı boyunca oluşan İran eksenli ağırlık merkezi, Filistin’de el-Fetih’i, Lübnan’da Sinyore hükümetini, bölgede de Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve muhtemelen Türkiye’yi ABD’nin Ortadoğu projeksiyonuna uygun yeni rol arayışlarına sürükledi.

 

Binaenaleyh seçim zaferinin ardından Hamas liderlerini Türkiye’ye davet eden Ak Partili dış politika yapıcılarıyla Mekke Anlaşması’nın yapılmasını sağlayan Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz’in girişimlerinde bu çerçevede bir ortak motivasyon bulunduğu söylenebilir.

 

Gerek Suudi Arabistan’ın gerekse Ak Parti hükümetinin Hamas’ın siyasi sistem dışına itilmesini önlemeye çalışması ve Filistin’de ulusal birlik hükümetine destek vermesi; buna karşın Sinyore hükümetini destekleyerek Lübnan'da ulusal birlik hükümetine karşı çıkması, ABD’nin Ortadoğu projeksiyonuna uygun yeni rol arayışlarının yarattığı ortak motivasyonla açıklanabilir.

 

Kuzey Irak ve Kerkük politikası sebebiyle Irak konusunda rasyonel çıkarları ABD’den çok İran’la örtüşen Türkiye’nin aksine Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ün; Hamas, Hizbullah, Suriye ve Irak politikalarının ABD’nin Ortadoğu projeksiyonuyla birebir örtüştüğü söylenebilir.

 

Irak’taki siyasal süreçlerin Bağdat’ta Tahran’a dost bir siyasal yapı yaratmasıyla eş zamanlı olarak Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ün mezhebi araçsallaştıran bir politik söyleme başvurması, ABD’ye İran nüfuzuna karşı kullanabilecekleri güçlü bir silaha sahip olduklarını göstermeye dönüktü.

 

Bu ülkeler, Temmuz Savaşı sırasında toplumlarının hassasiyetlerini karşılarına alma pahasına Hizbullah’a karşı İsrail’in yanında yer alan bir politika izleyerek de bu konudaki kararlılıklarını açıkça ispat etmiş oldular.

 

Suudi Arabistan'ın İslamcı el-Selefi gazetesinin yayın yönetmeni Şeyh Musa bin Abdulaziz İran'ın İsrail'den daha tehlikeli olduğun belirterek "İran devrimi ile birlikte bölgede Fars gücü yeniden canlandı. İran İsrail'den daha tehlikelidir. Bu gerçek bir medeniyetler çatışmasıdır" diyor; Suudi Arabistan Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Bender bin Sultan Eylül ayında Ürdün’e giderek İsrail Başbakanı Ehud Olmert ve ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ile görüşüyor; Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçisi Turki el-Faysal da ABD’deki Yahudi Lobileriyle ilişkileri geliştirmeye çalışıyordu.[1]

 

Cumhuriyetçilerin Kongre seçimlerinde aldığı yenilginin doğrudan Bush’un Irak politikasına bağlanmasına, Irak politikasında değişikliğe gidilmesi gerektiğine dair baskın taleplere ve İran’la müzakere edilmesini öngören Baker-Hamilton raporuna rağmen Bush’un yeni Irak stratejisi, bölgede İran nüfuzuna karşı bir ılımlılar koalisyonu yaratmak şeklinde ortaya kondu.

 

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Ocak ayı ortalarında Ortadoğu’ya yaptığı gezi öncesinde Arap ülkelerinin bölgede yayılan İran nüfuzuna karşı koyması gerektiğini belirterek “İran’ın nüfuzuna karşı koymanın tek garantili yolu, komşu Arap ülkelerinin desteğini alabilecek şekilde Irak’ın bütünlüğe ve güce kavuşturulmasıdır” diye konuştu.[2]

 

Suudi Arabistan’ın Filistin, Lübnan ve Irak hattı üzerinde İran’ın Ortadoğu projeksiyonuna karşı attığı son adımın el Fetih ve Hamas liderlerinin ulusal birlik hükümetinin kurulması konusunda Mekke’de yaptığı anlaşma olduğu söylenebilir.

 

İsrail’i tanıyan ve geçmiş anlaşmalara sadık kalan bir ulusal birlik hükümetiyle Hamas’ın Filistin’deki stratejik vizyonu sıfırlanırken, Sinyore hükümetinin Lübnan’da Hizbullah ve müttefiklerine karşı bir direnç üssü olarak ayakta tutulması sağlanıyor.

 

Normal şartlar altında düşürülmesi an meselesi olan Sinyore hükümetinin ayakta kalabilmesi için mezhep farklılığının araçsallaştırılabileceği ve iç savaş da dahil olmak üzere tüm seçeneklerin kullanılabileceği mesajı genel grevler sırasında açıkça verildi.

 

Tüm kışkırtıcı saldırılara rağmen dini mercilerin engellemesi sebebiyle bir mezhep savaşına dönüştürülemeyen Irak’ta, güvenlik sorunlarının İran’dan kaynaklandığı belirtiliyor.

 

Irak’taki İranlı diplomatlara yönelik operasyonlar, Irak’taki güvenlik sorunlarının Tahran’dan kaynaklandığı izlenimini pekiştirmeye dönük olduğu kadar İran Irak ilişkilerini sabote etmeye dönük yanıyla da dikkati çekiyor.

 

İranlı diplomatların Erbil’de ve Bağdat’ın Şii bölgelerinde kaçırılması, İran’ı ilişkileri son derece iyi olan Kürt ve Şii Araplarla karşı karşıya getirmeye dönük girişimler olarak dikkat çekiyor.

 

Körfez’e nakledilen uçak gemilerine, nükleer tesislerine yöneltilen açık saldırı tehditlerine ve Irak’ta diplomatlarına yapılan fiili saldırılara rağmen İran’ın soğukkanlılığını koruması ve yürütülen psikolojik savaşa sadece askeri tatbikatlarla karşılık vermesi, tüm kartlarını son restleşmeye sakladığını düşündürtüyor.

 

ABD 2003’ten beri, Arap ülkeleri de Irak’ta siyasi süreçlerin başladığı 2005’ten beri tüm kartlarını oyuna sürdüyse de son bir yıldır en çok işitilen cümle, “İran’ın Ortadoğu’da artan nüfuzu” oldu.

 

Filistin’de Hamas hükümetinin düşmesi ve yerine İsrail’i ve onunla yapılan daha önceki anlaşmaları tanıyan bir ulusal birlik hükümetinin kurulması, yakın vadede güç mücadelesinin ağırlıklı olarak Lübnan’a kayacağının işaretlerini veriyor.

 

Hizbullah’ın Lübnan’da, Hamas’ın Filistin’de sahip olamadığı siyasi avantajları varsa da mezhebi provokasyonlara açık olmak gibi Lübnan’la sınırlı kalmayacak dini ve toplumsal dezavantajları da var. İran’ın Irak’ta ve Körfez’de ABD’ye karşı, Hizbullah’ın da içeride Sinyore hükümetine karşı yoğurdu üfleyerek yemeye çalışması bundan kaynaklanıyor.

 

Mekke Anlaşması’nın muhtemel stratejik sonuçları

Kral Abdullah bin Abdülaziz’in, el-Fetih’le Hamas’ı uzlaştıran ve ulusal birlik hükümetinin kurulmasını sağlayan Mekke girişimi, hiç kuşkusuz ülkesi adına son derece önemli bir diplomatik başarı oldu.

 

Filistin’deki iç çatışmalara son vermesi ve ekonomik kuşatmanın kaldırılması umutlarını arttıracak bir uzlaşma zemini yaratması gibi politik sonuçları bakımından Mekke Anlaşması, İran da dahil olmak üzere tüm bölge ülkeleri tarafından olumlu karşılandı.

 

Bir yıl boyunca uygulanan ekonomik kuşatma, İsrail saldırıları ve aylardır süren iç çatışmanın bitkin düşürdüğü Filistin halkı, Kral Abdullah’ın girişimiyle yapılan anlaşmayı sokaklarda sevinç gösterileri düzenleyerek kutladı.

 

İran’a Hamas’tan daha yakın olduğu söylenen İslami Cihad’ın liderlerinden Hıdır Habib, el-Cezire televizyonuna yaptığı açıklamada Filistin'in Arap eksenine dönmesi gerektiğini söyleyerek Suudi Arabistan'a teşekkür etti.

 

Mekke Anlaşmasıyla kurulacak ulusal birlik hükümetinin başbakanlığını Hamas hükümeti döneminde de aynı görevde bulunan İsmail Heniye’nin yapacağı kesinlik kazanırken, bu yazının yazıldığı tarih itibariyle el-Fetih’ten çok İsrail’e yakınlığıyla tanınan Muhammed Dahlan’ın başbakan yardımcılığına getirilmesi güçlü bir ihtimal olarak değerlendiriliyor.

 

Selam Feyyaz gibi ABD ve İsrail’le çok yakın ilişkide olan birinin Maliye Bakanlığı’na getirilmesinin henüz anlaşmanın imzalanması sırasında garanti edilmesi de Hamas açısından ayrı bir sorun oluşturuyor.  

 

Bütün bunlarla birlikte, Filistin’e iç barış ve ulusal uzlaşma hükümeti yoluyla siyasi ve ekonomik istikrar getirmesi gibi politik sonuçlar doğurması beklenen Mekke Anlaşması’nın stratejik hedeflerinin iki beklentide gizli olduğu söylenebilir.

 

1-Kurulacak ulusal birlik hükümeti İsrail’i tanıyacak

2-FKÖ’nün daha önce yaptığı uluslar arası anlaşmalara bağlı kalacak

 

Bu şartlar, ABD ve İsrail tarafından Hamas hükümetine bir yıldır dayatılan ve Hamas hükümeti tarafından kabul edilmediği için yaşanan toplumsal, ekonomik ve siyasi bunalımlara kaynaklık teşkil eden şartlardan başkası değil.

 

Hamas liderlerinin anlaşma öncesinde ve sonrasında Hamas örgütü olarak İsrail’i asla tanımayacaklarını söylemesi dikkatleri çekerken,[3] Hamas Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal, anlaşma sonrasında yaptığı açıklamada, Hamas’ın bu anlaşmaya bağlı kalarak daha önce İsrail’le imzalanan anlaşmalara saygı duyacağını ve Hamas’ın yeni bir siyasi dil benimsediğini söyledi.

 

Belki de anlaşmanın olumlu politik sonuçlarının yarattığı iyimser havadan dolayı Halid Meşal’in anlaşmaya ilişkin bu sözlerini “Hamas’ın aslında dolaylı olarak İsrail’i tanıdığı, geleneksel stratejik tutumunu terk ettiği ve bu yeni dilin aslında İsrail’le uzlaşma dili olduğu” yorumunu yapan radikal bir değerlendirme şimdilik mevcut değil.

 

Halid Meşal’in şu an söz konusu ettiği “yeni siyasi dil”, aslında Hamas’ın son bir yıldır kullandığı bir dildi. Binaenaleyh Hamas, tanımadığı Oslo Anlaşması’nın ürünü olan Filistin Yasama Meclisi seçimlerine girmekle bu dili kullanmaya başladığını bir yıl öncesinden zaten ortaya koymuştu.

 

Hamas, örgütsel olarak İsrail’i tanıdığını ve önceki anlaşmaları kabul ettiğini söylemiyor, tersine geleneksel stratejik vizyonunu koruduğunu her fırsatta tekrar ederek yeni kurulacak hükümetin zorunluluktan kaynaklanan bir ulusal birlik hükümeti olduğunu, dolayısıyla da Filistin halkının iradesini yansıtan bu hükümetin alacağı kararlara saygılı olduğunu belirtiyor.

 

Filistin halkı Hamas’ı iktidara getirmekle Hamas’ın stratejik vizyonundan yana bir ulusal irade ortaya koymuşsa da içeride el-Fetih’in, bölgedeki ABD müttefiki Arap ülkelerinin ve uluslar arası güçlerin, Hamas’a stratejik vizyonunu hayata geçirme imkanı vermediği ortadadır.

 

Hamas’a tamamen kendi hakkı olan iktidarını başkalarıyla paylaşmak zorunluluğu dayatan uluslar arası güçler kadar 1967 topraklarında kurulacak bağımsız bir Filistin devleti karşılığında tüm Arap ülkelerinin İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesini öngören “Arap Planı” sahibi Suudi Arabistan’ın da Hamas’ı sahip olduğu stratejik vizyonu bırakmaya zorladığı açıktır.

 

Peki, tanımadığı Oslo Anlaşması’nın ürünü olan bir kurumla iktidar olup İsrail’i ve Oslo’yu tanımamakta direnen Hamas’ın İsrail’i tanımak ve eski anlaşmalara bağlı kalmak şartıyla kurulabilecek bir hükümette başbakanlık yapmayı “yeni siyasi dille açıklayabilmesi” mümkün olabilecek midir?

 

Başta iç çatışmalar olmak üzere toplumsal, ekonomik ve siyasi bunalıma son vermesi beklenen ulusal birlik hükümetinin İsrail’i tanıma ve eski anlaşmalara bağlı kalma konusunda alacağı tüm kararların kısa vadede Hamas’a yönelik ciddi bir eleştiri konusu yapılmayacağı beklenebilir.

 

Fakat Hamas’ın “yeni siyasi dil”le başvurduğu “zorunlu pragmatik” tutumun ilk seçim kampanyası sırasında aleyhine çok yıpratıcı ve yaralayıcı bir şekilde kullanılacağını tahmin etmek zor değildir.

 

Geleneksel stratejik vizyonuyla yeni siyasi dili arasında korunması ve izahı kaçınılmaz olan hassas denge, Hamas örgüt yönetimiyle tabanının ilişkileri konusunda da ciddi riskler oluşturmaktadır.

 

Mekke anlaşması öncesinde Mahmud Abbas’ın Hamas’la anlaşmamasını umduğunu belirtmesine rağmen, Mescid-i Aksa civarında kazı ve yıkım çalışmaları başlatarak başta Filistinliler olmak üzere tüm İslam dünyasında anlaşmanın sağlanmasına dönük ciddi bir psikolojik motivasyon oluşmasına sebep olan İsrail’in Mekke Anlaşması’na bağladığı umutlar yok mudur?

 

Mekke Anlaşması’nın kısa vadeli olumlu politik sonuçlarına rağmen Hamas’ı siyasi zorunluluklar içerisinde dönüştürebilecek veya iç parçalanmaya götürecek ciddi stratejik tehditlerin bulunduğu söylenebilir.

 

Stratejik vizyonu ile siyasi dili arasında izah edilebilir bir esneme kabiliyeti gösteremeyen Hamas’ın ya dönüşüp başkalaşmak veya kırılıp dağılmak gibi ciddi bir stratejik tehditle karşı karşıya olduğu görülüyor.

 

 

[1] http://www.usatoday.com/news/world/2007-02-11-arabs-outreach_x.htm

[2] http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=2117

[3] http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=2364, http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=2374, http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=2399



Makaleler

Güncel