Bunalımların yönetimi açısından Irak ve Filistin tecrübesi

Irak’ta 30 Ocak 2005 seçimleriyle, Filistin’de ise 1992’deki Oslo görüşmeleriyle başlayan siyasi süreçler, bu bölgelerdeki yerel dinamiklerin çözümü mümkün olmayan bunalımları yönetme konusunda inisiyatif alma girişimi olarak okunabilir.

Irak ve Filistin; uluslar arası, bölgesel veya yerel dinamiklerle çözülmesi mümkün olmayan siyasi ve askeri bunalımlar yaşıyor.

 

Binaenaleyh Irak’ta 30 Ocak 2005 seçimleriyle, Filistin’de ise 1992’deki Oslo görüşmeleriyle başlayan siyasi süreçler, bu bölgelerdeki yerel dinamiklerin çözümü mümkün olmayan bunalımları yönetme konusunda inisiyatif alma girişimi olarak okunabilir.

 

Çeşitli uluslar arası projelerin nesnesi olmaları, askeri işgal altında bulunmaları, uluslar arası ve bölgesel müdahalelere açık olmaları ve yaşanan bunalımı çözme gücüne sahip yerel bir homojen liderliğe sahip bulunmamaları, Irak ve Filistin’i birbirine benzer kılan etkenlerden sadece birkaçını oluşturuyor.

 

Mimarları ortak olan bir uluslar arası projelerin sonucu olarak Irak ve Filistin bunalımı

 

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin’deki demografik yapının dışarıdan sağlanan Yahudi göçleriyle Filistinliler aleyhine bozulması, Milletler Cemiyeti’nin 1920’de Filistin’deki İngiliz mandasını tanıması ve BM’nin 1947’de Filistin’i biri Arap öteki de Yahudi devleti olmak üzere ikiye bölme kararı vermesi, İsrail devletinin bir uluslar arası projenin ürünü olduğunu ortaya koyan deliller olarak gözüküyor.

 

Yahudilerin Filistin topraklarına örgütlü bir şekilde ve bir Yahudi devleti kurma motivasyonuyla göç ettirilmesine rağmen, Osmanlı idaresinden çıkıp İngiliz mandasına giren Filistinlilerin örgütsüzlüğü ve homojen bir liderlik yapısına sahip olmaması durumu ortadayken, iki devlet teşkili konusunda şeklen dahi olsa bir referandumun söz konusu edilmemesi, İsrail devletinin bir uluslar arası projenin ürünü olduğu tezini güçlendirmektedir.   

 

Irak’ın ABD tarafından işgali ise Birleşmiş Milletler iradesine rağmen gerçekleştirilmiş olsa da daha sonra BM çerçevesinde söz konusu edilen “Büyük Ortadoğu Projesi” ile doğrudan ilişkilendirildiği için başka bir uluslar arası projenin ürünü olarak gözüküyor.

 

Bu çerçevede Filistin ve Irak’ın öngörülen uluslar arası projelerin nesnesi oldukları, her iki bölgede de aktif uluslar arası oyuncular olarak öne çıkan ABD ve İngiltere’nin söz konusu projelerin mimarları olduğu söylenebilir.

 

Elbette bu tez, Filistin konusuyla ilgili olarak ilk dönem Siyonist liderlerin de kendilerine özgü bir projelerinin olduğunu reddediyor değildir. Binaenaleyh her iki projenin ortak çıkarlar temelinde koordine edildiği ve zaman zaman taktik farklılıklar gösterse de ortak bir stratejik hedefe yöneldiği ifade edilebilir.

 

İşgal altındaki Irak ve Filistin; Uluslar arası, bölgesel ve yerel çözümsüzlük

 

Filistin ve Irak konusundaki proje sahiplerinin uluslar arası kurumlar üzerindeki etkinliği ve bunları dengeleyici nitelikte ikinci bir küresel gücün bulunmaması, ABD ve İngiliz koalisyonunun Irak ve Filistin konularında ortaya koyduğu tek taraflı politikaların belirleyicilik kazanmasına sebep oluyor.

 

Dünyadaki “meşru ve tarafsız” tek uluslar arası merci olarak kabul edilen Birleşmiş Milletlerin Irak işgalini durduramadığı, daha sonraki siyasi süreçlere de müdahil olamadığı biliniyor.

 

Filistin konusunda ise BM’nin ne ölçüde bağımsız ve güçlü kararlar alabildiği geçtiğimiz yılın temmuzunda yaşanan İsrail Lübnan savaşında yoruma mahal bırakmayacak ölçüde açıkça görüldü.

 

Hatırlanacağı üzere Temmuz Savaşı sırasında İsrail savaş uçakları, Lübnan’daki bir BM binasını, BM yetkililerinin tüm uyarıların rağmen bombalamış, bombalama sonucu Çinli iki BM personeli hayatını kaybetmiş; fakat Birleşmiş Milletler, kendisine yapılan saldırıdan dolayı bile İsrail’i kınayamamıştı. 

 

Öte yandan ABD karşısında küresel aktörler olarak söz konusu edilen AB, Rusya ve Çin’in izlediği politikaların, her iki bölgedeki işgal sürecini zora sokacak bir boyut taşımadığı, görülüyor.

 

ABD’nin Irak ve Filistin sorununu konusunda uyguladığı tek taraflı politikalara yöneltilen sınırlı düzeydeki Rusya ve Çin itirazları bir tarafa bırakılacak olursa, AB’nin bu konularda müstakil bir pozisyon bile belirleyemediği söylenebilir.

 

Almanya ve Fransa’nın Irak işgaline karşı çıkmasına rağmen Birlik üyelerinden İngiltere, İtalya ve İspanya’nın Irak’taki çok uluslu güce asker vermesi, Avrupa Birliği’nin ABD’nin taraf olduğu uluslar arası konularda müstakil bir politika geliştiremeyecek kadar edilgen kaldığını ortaya koyuyor.

 

AB’nin özellikle Hamas’ın seçim zaferinin ardından Filistin meselesi konusunda izlediği politikalarda ABD ile söz birliği ettiği ise herkesin malumudur.

 

Bütün bu veriler, adına uluslar arası toplum denilen küresel güçlerin Irak ve Filistin’de öngörülen uluslar arası projelerden kaynaklanan bunalımları bu bölgelerdeki yerel dinamikler lehine çözme yönünde irade taşımadığını ortaya koyuyor.     

 

Bölgesel aktörler

Irak ve Filistin sorunları konusunda uluslar arası düzeydeki çözümsüzlük tablosunun bölgesel düzeyde de söz konusu olduğu söylenebilir.

 

Binaenaleyh bölge ülkelerinin gerek Irak ve gerekse Filistin konusunda belli uluslar arası aktörlerin izlediği politikaların seyrini değiştirebilecek etkin rollerinden değil, sadece sorunu yerel ve bölgesel dengeler ölçeğinde yönetebilmeye dönük tutumlarından söz edilebiliyor.

 

Irak ve Filistin özelinde operasyonel aşamasına tanık olunan uluslar arası projenin tüm bölgeye yönelik genel bir perspektife sahip olduğu, resmi düzeydeki Büyük Ortadoğu Projesi’yle ortaya konmuştu.

 

Söz konusu projenin bölgeyle ilgili genel perspektifi bizatihi kendi başına bölge ülkelerini tasnif ederek onları proje lehinde veya aleyhinde tavırlar almaya zorlarken, bölge devletlerinin aldığı tavırlar da bunalımların sürdüğü Irak ve Filistin’deki yerel dinamikleri benzer şekilde tavır belirlemeye mecbur ediyor.

 

Bununla birlikte bölgeyle ilgili öngörülen uluslar arası projenin başarı grafiğini göz önünde bulunduran bölge devletlerinin bu başarı grafiği doğrultusunda takındığı farklı müstakil tutumlardan da söz edilebilir.

 

Örneğin, ABD’nin geleneksel müttefikleri olan Körfez emirlikleri, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün, Irak konusunda Bağdat’taki siyasal süreçlerin sona erdiği 15 Aralık 2005’ten itibaren ABD beklentilerinden dikkate değer ölçüde uzaklaşan bir politika izlemeye başlarken, Hamas’ın seçim zaferinden sonra Filistin konusunda ABD talepleriyle gittikçe daha fazla örtüşen bir politik tutum içine girdi.

 

2003-2004 yılları arasında hararetle tartışılan Büyük Ortadoğu Projesi, (BOP) demokrasi ve insan hakları kavramlarına aşırı vurgular yapmaktaydı ve bu konularda BOP projeksiyonuna çok da yakın olmayan ABD’nin Arap müttefikleri, Irak işgali sırsında ABD’ye lojistik destek vermekten bile geri durmama zorunluluğu hissediyordu.

 

Fakat 2005 yılında tamamlanan siyasi süreçlerin Irak’ta İran’ın nüfuzunu güçlendiren bir tablo ortaya çıkarması, Irak işgalini Bağdat’ta kuracağı yeni siyasi yapıyla gerekçelendiren ABD’nin mimarı olmakla övündüğü siyasi süreci sahiplenememesine sebep olurken Büyük Ortadoğu Projesi’ni de gündemden düşürdü.

 

Irak’ta bir yıllık demokratik süreçler sonunda ortaya çıkan siyasi yapı, Irak’ı BOP’un model ülkesi olarak tasarlayan ABD açısından yönetilmesi gereken bir bunalım haline getirirken ABD’nin bölgedeki Arap müttefiklerine de bunalımın yönetiminde rol oynama inisiyatifi kazandırdı.

 

İran’ın nüfuzunu arttırdığı için Irak’taki siyasi süreçlerden an az ABD kadar rahatsız olan Arap müttefikler, bu süreçlerin mimarı olmakla övünen ABD’nin aksine siyasi süreçlere olan itirazlarını yüksek sesle dile getirme imkânı elde etmiş oldu.

 

Eski rejimin askeri ve siyasi yetkililerine barınma ve lojistik desteği veren ve güvenlik sorunları yaratan terörist unsurları Irak’a ihraç eden Arap müttefikler[1], Irak’taki siyasi süreçlerin tamamlanmasının hemen ardından 24 Şubat 2006’da Samerra’daki Askeriyeyn türbesine düzenlenen saldırı sırasında da etkili bir propaganda faaliyeti yürüterek siyasi süreci ortadan kaldıracak bir mezhep savaşının zeminini yaratmaya çalıştılar.

 

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, Iraklı Şiileri Arap olmamakla ve İran çıkarlarına hizmet etmekle itham etti.

 

Ürdün Kralı Abdullah, bölgede bir Şii hilali tehlikesinin doğmakta olduğunu söyledi.

 

Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal, ABD’yi Irak’ı İran’a teslim etmekle suçladı.

 

Suudi Arabistanlı 38 din alimi dünyadaki Sünnileri Irak’taki Şiilere karşı cihada çağıran bir bildiri yayımladı.

 

ABD’nin bölgedeki en büyük lojistik üssü olan Katar’ın el-Cezire televizyonu, Şii dini otoriteleri ABD işbirlikçisi diye niteleyerek aşağılayan ve mezhebi çatışmaları körükleyen yayınlar yaptı.

 

Sünni dünyanın en mutedil alimleri aynı televizyon kanalı aracılığıyla yaşanan mezhep çatışmalarından İran’ı sorumlu tuttu.

 

Nihayet ABD’ye 1990’daki Körfez Savaşı’ndan beri lojistik destek veren Suudi Arabistan’ın Kralı Abdullah bin Abdülaziz Riyad’daki Arap zirvesinde ABD’yi işgalcilikle suçladı.

 

ABD tarafından Irak’a yönetici olarak atanan Jay Garner, Paul Bremer ve İyad Allavi kabinesi döneminde dikkate değer güvenlik sorunları yaşamayan Irak, mevcut siyasi yapıyı ortaya koyan siyasi sürecin tamamlandığı 2005 sonlarından itibaren ABD’ye Irak’taki askeri varlığı konusunda ikna edici gerekçeler sunan ciddi güvenlik bunalımları yaşamaya başladı.

 

Irak konusunda Bağdat’taki siyasi süreçler üzerinden ABD karşıtı bir tutum geliştiren müttefik Arap ülkelerinin Hamas’ın dâhil olduğu Filistin’deki siyasi süreçlerde Washington’un yanında yer alan bir tutum izlemesinde şu etkenlerin belirleyici olduğu söylenebilir:

 

1-Irak ve Filistin konusunda öngörülen uluslar arası projenin bölge devletlerini tasnif ediş biçimi:

 

Washington’un, Ortadoğu projesi konusunda takındıkları tutuma göre bölge devletlerini, “ılımlılar” ve “şer eksenine dahil olanlar” diye ikiye ayırdığı biliniyor.

 

ABD, bu tasnif kapsamında İsrail’in varlığını kabul etmeyen İran’la onun bölgesel müttefiki olan Suriye’yi gerek Filistin ve gerek Irak konusunda yaşanan sorunların asli müsebbibi olarak görüyor ve bunların bölgede inisiyatif almasını engellemeye çalışıyor.

 

Buna karşın İsrail’le diplomatik ilişkisi bulunan Mısır ve Ürdün ile önerdiği barış planı çerçevesinde İsrail’le ilişkilerini normalleştirmeyi isteyen Suudi Arabistan’a ise “ılımlılar” nitelemesiyle sınırlı roller ve inisiyatifler vermeyi tercih ediyor.

 

Bu tasnifin kendileri için açtığı manevra alanının farkında olan ABD müttefiki Araplar, İran nüfuzunun söz konusu olduğu Irak ve Filistin’de yerel dinamikler üzerinden etkinlik kurmaya çalışıyorlar.

 

Demokratik süreçlerin Irak’ta İran’ın müttefiki olan Şiileri, Filistin’de ise tıpkı Tahran gibi İsrail’in varlığını kabul etmeyen Hamas’ı iktidara taşıması; ABD müttefiki Arapları, Irak ve Lübnan’da mezhebi, Filistin’de ise grupsal dinamikler üzerinden operasyonel roller üstlenerek inisiyatifler almaya sevk etti.

 

2-ABD tek taraflılığının çözüm üretememesi ve sorunların bölgesel ve uluslar arası zeminlere taşınması ihtiyacı:

 

Irak konusunda başından beri tek taraflı politikalar izleyen, buraya hatta BM’yi veya NATO’yu dahi müdahil kılmayan ABD açısından İran ve Suriye ile müzakereleri öneren Baker-Hamilton raporu bir şok etkisi yarattı.

 

ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e geçen yıl yaptığı bölge ziyareti sırasında Baker-Hamilton raporu doğrultusunda İran ve Suriye’ye inisiyatif verilmemesini söyleyen ve bu konuda kendilerinin rol almaya hazır olduğunu belirten Arap müttefikler, İran-ABD müzakere sürecini 6 ay kadar geciktirmeyi başardı.

 

2007 yılı başında Baker-Hamilton raporunu görmezden gelerek geleneksel Irak politikasını “yeni Irak stratejisi” diye sürdüreceğini açıklayarak her şeyin kontrolü altında olduğu mesajını verse de Bush yönetimi, Bağdat’ta düzenlenen uluslar arası konferansla Irak konusunda Tahran’a teslim olmadığını göstermek amacıyla bölge ülkelerinden BM’ye, G-8’lerden Arap Birliğine kadar tüm uluslar arası toplumu soruna ortak etme manevrasına girişti.

 

ABD’nin Irak meselesini tekelinden çıkarmak istediğine ilişkin bu manevrası, Arap müttefiklerine daha etkin roller verirken onların ABD karşısındaki pazarlık payını da arttırdı.

 

Binaenaleyh ABD’nin Irak’ta Baasçıların temizlenmesi yasasının kaldırılması için Irak hükümetine yaptığı baskılarda Arap ülkelerinin artan pazarlık payının etkisi açıkça gözükmektedir.

 

Yine Arap ülkelerinin mevcut Irak hükümetine İyad Allavi liderliğinde alternatif oluşturma çabaları da Arap müttefiklerin Irak konusunda ABD nezdinde kazandığı imtiyazı gösteren önemli bir gelişmedir.

 

ABD’nin Arap müttefikleri, Hamas hükümetine yönelik ekonomik kuşatmada Arap bankalarına para transferi izni vermeyerek, içerideki unsurlarla yaratılan güvenlik sorunları konusunda sadece arabulucu rolü oynayarak Irak’ta oynadıkları rolün benzerini Filistin’de de oynadı.

 

Elbette Arap ülkelerinin Irak ve Filistin konusunda oynadıkları benzer rolün farkı şekilde dışa vurumu ABD’nin Irak’taki siyasi yapıyı zahiren destekliyor, Hamas hükümetine ise açıkça karşı çıkıyor olmasından kaynaklanıyor.

 

Irak ve Filistin’de yerel dinamikler ve bunalımı yönetme iradesi

Irak’ta ABD, Filistin’de ise İsrail işgali altında oluşan siyasi süreçler, kimileri tarafından işgalcilerin etkileyici rolleri sebebiyle gayri meşru olarak nitelendi.

 

 “İşgal” “direniş” ve “siyasi süreç”, gerek yerel düzeyde gerekse bölge düzeyindeki tavırları şekillendiren veya gerekçelendiren kavramlar olarak kullanıldı.      

 

Şiilerin öncülüğüyle yapılan 30 Ocak 2005 seçimlerini işgal gerekçesiyle gayri meşru diye niteleyip boykot eden Sünni Araplar, 15 Aralık seçimlerine ve ulusal uzlaşma hükümetine katılarak siyasi sürece dâhil oldu.

 

Şiilerin ve Kürtlerin eski rejimin yıkılmasından hemen sonra, Sünnilerin de bir yıllık bir gecikmeyle siyasi sürece katılması, uluslar arası, bölgesel ve yerel dinamiklerle çözümü mümkün olmayan işgal bunalımını yönetme iradesiydi.

 

Her üç kesimin siyasi aktörleri de dünyanın engelleyemediği işgalin, savurup önüne kattığı nesneler olmamak ve yeni süreci en az zararla atlatmak için bunalımı yönetmek isteyen özneler olmak adına siyasi sürece girdi.

 

Benzer bir durum Filistin açısından da geçerliydi, bölgedeki Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki ilişkilerin araçları olarak kıymetlendirildiklerini fark eden Yaser Arafat liderliğindeki FKÖ, kaderlerini Mısır ve Ürdün’ün İsrail’le yaptığı pazarlıklara teslim etmek yerine kendilerini ilgilendiren sorunun öznesi olmayı tercih ettiği için Oslo Anlaşmasını yapmıştı.

 

İsrail’i, Oslo’yu ve FKÖ’nün İsrail’le yaptığı anlaşmaları tanımadığı halde bütün bunların toplamının ürünü olan Yasama Meclisi seçimlerine giren ve Özerk Yönetim’in hükümetini kuran Hamas da en az Arafat’ın FKÖ’sü ve Iraklı siyasiler kadar çözümüne güç yetiremediği bunalımı yönetme iradesiyle siyasi sürece girdi.

 

Binaenaleyh bütün bu süreçleri işgalin ürünü sayıp seçimler de dahil olmak üzere siyasi sürecin hiçbir aşamasında yer almayan İslami Cihat’ın, Hamas’ı siyasi süreçten vazgeçmeye ve yeniden “direniş”e dönmeye çağıran tavsiyesi, gerçekte Hamas’a farkında olmadığı bir durumu hatırlatıyor veya öğretiyor değildir.

 

Hamas Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal’in CNNTürk televizyonundan Furkan Torlak’a verdiği demeçte söyledikleri Hamas’ın siyasi bunalımı yönetme iradesinin izahını yapar niteliktedir:

 

Hamas’ın tanımadığı Oslo anlaşmasının ürünü olan meclise ve hükümete yani siyasi sürece giriş gerekçeleri Halid Meşal tarafından şu cümlelerle izah ediliyor:

 

“Doğru, yönetimin kendisi zaten sorunlu. Yönetim doğal olmayan şartlarda kuruldu. Bu işgal altında oluşmuş bir yönetimdi. 1994 yılında bu yönetimi gerçek bir yönetim olarak pazara çıkardılar. Biz bu gerçeği biliyorduk. Yani aldatılmadık. Bu yönetimin işgal altında oluşmuş özerk yönetim olduğunu biliyorduk.

 

Ancak bir realite olduğu için bu yönetim de reforma gitmeli ve bu çabamız da işgale karşı direniş yöntemimize zarar vermemeliydi. Yönetim iç işlerle ve Filistinlilerin meseleleriyle ilgileniyordu; biz ve diğer direniş grupları ise işgale karşıydık. Biz yönetimin yapısındaki ve yönetimin üzerine kurulu olduğu Oslo'daki sorunları biliyorduk. Karşılaşacağımız sorunların boyutlarını da tahmin ediyorduk.
 

Ancak ne kadar zorluk olursa olsun sorumluluğumuzu yerine getirmeliydik. Halkımıza nasıl hizmet edebileceğimizi, Filistin'deki siyasi yapı içerisinde demokratik düzenin nasıl güçlendirilebileceğini, halkımızı nasıl rahata kavuşturabileceğimizi düşünüyorduk. Halkımızın direnişte güçlü olabilmesi için içeride makul şartlarda varlığını sürdürebilmesi gerekiyordu.”

Ne siyasi sürece girilmesini gayri meşru yapıların tanınması anlamına geldiği ve direnişe zarar verdiği için gayri meşru sayan tez, ne de halka karşı sorumlulukların yerine getirilebilmesi için siyasi sürece girilmesini zorunlu bir tercih sayan ve bununla direnişi güçlendirmeyi hedefleyen tez, hakkında doğruluk veya yanlışlık bakımından hüküm verilebilecek nitelikte gözükmüyor.

 

Fakat bu tezlerden herhangi birini temel ilke veya gerekçe olarak ortaya koyup karşıt tez sahibini fikri veya fiziki olarak ortadan kaldırmaya çalışmak genel olarak İslam dünyasında özelde de Irak ve Filistin’de en çok başvurulan siyasi hesaplaşma yöntemi olarak dikkat çekiyor.

 

Uluslar arası, bölgesel ve yerel hesaplaşmalar ve dengeler gerek Irak’ta ve gerekse Filistin’de siyasi sorunları ve bunalımları yönetmek için adımlar atan grupları da bunların karşısında yer alan grupları da araçsallaştırabiliyor.

 

Kimileri Irak’ta siyasi sürecin başarısızlığı için güvenlik sorunları yaratan silahlı grupları “direniş”; Filistin’de Hamas hükümetini başarısız kılmak için güvenlik sorunları yaratanları “çete” olarak nitelerken, kimilerine göre ise Irak’takiler “terörist”, Filistin’dekiler “meşru güvenlik” gücüdür.

 

Yine aynı şekilde kimileri Irak’ta siyasi süreçler sonucu iktidara gelerek sorunu yönetmeye çalışanları “işgalcilerin işbirlikçisi ve kuklası”; aynı şeyi Filistin’de yapmak için hükümet kuran Hamas’ı halkın demokratik iradesini temsil eden meşru siyasi otorite olarak tanımlarken, kimilerine göre ise Irak’taki kesimlerin uzlaşmasıyla oluşmuş hükümet meşru, FKÖ ile uzlaşmayan Hamas hükümeti ise gayri meşrudur.

 

Bu nitelemelerin söz konusu bölgelerle ilgili nesnel gerçekliği ifade etmediği ve bunların siyasi tutumları yansıtan propaganda düzeyindeki tanımlamalar olduğu açıktır.

 

Zira yüzde 80-85 düzeyindeki demokratik katılımla Irak halkının kurduğu siyasi yapıyı işgal gerekçesiyle “gayri meşru”, FKÖ’nün Filistin’deki işgalcilerle yaptığı anlaşmanın ürünü olan Filistin Yasama Meclisini ve Özerk Yönetim hükümetini “meşru” saymanın ya da aksi değerlendirmelerin nesnel bir ölçüte değil, ideolojik veya jeopolitik çıkarlara dayanan propagandalar olduğu ortadadır.

 

Gerek Irak’ta ve gerekse de Filistin’de işgalin yarattığı bunalımı askeri direnişle çözme veya siyasi süreçlerle yönetmeye karar verip tüm halkı bu karar etrafında kenetleyebilecek homojen bir liderliğin bulunmadığı biliniyor.

 

Kaldı ki her iki bölgede de gerek bunalımın askeri direnişle çözülmesinden yana olanlar, gerekse siyasi süreçlerle yönetilmesinden yana olanlar, homojen bir liderliğe ve programa sahip bulunmuyor.

 

Bununla birlikte her iki bölgede de mevcut siyasi yapıları başarısız kılmak amacıyla içeride güvenlik sorunları yaratarak güç ve iktidar mücadelesi yürüten gruplar bulunuyor ve bu gruplar Irak’ta genel olarak “direniş” Filistin’de ise “kurumsal yasallık” söylemine vurgu yapıyor.

 

Irak’ta basçıları temizleme yasasının, Filistin’de ise Hamas hükümetinin FKÖ’nün İsrail’le yaptığı anlaşmaları geçersiz saymasının inisiyatifsizleştirdiği kesimler yarattıkları güvenlik sorunlarını “direniş” ya da “kurumsal yasallık” propagandasıyla aklamaya çalışıyor.

 

Yarattıkları iç çatışmalardan ve güvenlik sorunlarından dolayı ülke içindeki enerjinin boşa harcanmasına neden olan bu kesimlerin başvurduğu şiddetin Irak’ta işgalin oluşturduğu bunalımı çözdüğü de Filistin’de “kurumsal yasallık”ı güçlendirdiği de son derece tartışmalıdır.

 

Binaenaleyh Irak ve Filistin’de bunalımların çözümünden yana olanlarla bunalımdan beslenerek iktidar nimetini yiyenlerin savaşımından söz etmek mümkün gözükmemektedir.

 

Sorunu, gerek Irak’ta ve gerekse Filistin’de uluslar arası, bölgesel ve yerel konjonktürü dikkate alarak yaşanan bunalımı yönetmeye çalışan siyasi aktörlerle, bunlara karşı güç ve iktidar mücadelesi içine girerek yerel güvenlik sorunları yaratan iç unsurların mücadelesi olarak ortaya koymak daha açıklayıcı gözükmektedir.

 

Dünyanın hiçbir yerinde bunalımı yönetmek durumunda olanların ellerindeki yol haritası, bunalımları çözebilecek güce sahip olanların elindeki yol haritası gibi siyah ve beyaz alanlardan oluşmamaktadır.

 

Bunalımları çözebilecek güçte olanlar, haritanın beyaz kısımlarında kalıp, siyah bölgeleri sahip oldukları güçle beyazlaştırmanın adımlarını atabilecekken, bunalımı yönetmek durumunda olanların haritanın daha çok gri alanlarında dolaşmaları ve beyaz alanları en az kayıpla kurtarmaya çalışmaları söz konusudur.

 

Elbette bir de güç ve iktidar mücadelesinde düşmanın yol haritasına göre hareket eden, haritadaki tüm alanları kullanan ve kişisel veya partisel gri alanlarını korumak için haritanın genelindeki siyah alanları arttırmaya çalışan kesimlerin bulunduğu da unutulmamalıdır.

 

Irak’ta 15 Aralık seçimlerinden sonra kurulan ulusal uzlaşma hükümetinin de, Filistin’de kurulan Hamas hükümetinin de ne bunalımı çözebilecek gücü ne de buna ilişkin bir yol haritası bulunuyordu, binaenaleyh bunalımı ne kadar başarılı yönetebildikleri tartışılabilir olsa da izledikleri yol haritası bunalımı yönetmeye ilişkin bir yol haritasıydı.

 

Aynı şeyin orantısız güç farkına rağmen Irak ve Filistin’deki işgalciler açısından da geçerli olduğu, güçten kaynaklanan bir avantaja sahip olsalar da onların da sorunu yönetmeye dönük bir yol haritası izledikleri açıktır.

 

Filistin ve Irak’ta bunalımı yönetmek, dar görüşlü dostların ithamlarını, düşmanın yol haritasını izleyen iç unsurların çelmelerini, bölgesel güçlerin müdahalelerini en az zararla atlatarak uluslar arası projelere karşı koymak gibi ağır bir yükü omuzlamaya talip olmaktır.

 

Niyetleri ne kadar temiz olursa olsun tarih bunalımları başarıyla yönetenleri “kahraman”, yönetemeyenleri ise “hain” olarak adlandırıyor.  

 



[1] Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Cenevre’deki Sosyalist Enternasyonal Toplantısında yaptığı konuşmadaki ifadeleri.