Savaşın birinci yıldönümünde Lübnan ve Hizbullah

Lübnan’daki siyasi bunalımda her ne kadar etnik veya mezhebi farklılıkların hiçbir belirleyici rolü bulunmuyor olsa da bu farklılıkların tıpkı Irak’ta olduğu gibi birden bire öne çıkarılacağı ve belirleyici bir etken olarak öne sürüleceği beklenebilir.

2006 yılı Temmuz’unda yaşanan 33 günlük savaşın yaralarını sarmaya çalışan Lübnan, kendi içinde çok ciddi bir siyasi savaşla yüz yüze bulunuyor.

 

1701 sayılı BM kararının uygulamaya konmasının hemen ardından başlayan siyasi bunalımın Hizbullah liderliğindeki hükümet karşıtı cephenin ülkede ulusal birlik hükümeti kurulmasını istemesinden, parlamentoda ve hükümette çoğunluğu oluşturan 14 Martçı grupla bu grubu destekleyen uluslar arası iradenin bu talebe karşı çıkmasından kaynaklandığı biliniyor.

 

İsrail’le Hizbullah arasında yaşanan Temmuz Savaşı’nda İsrail ordusunun yaşadığı başarısızlıktan Başbakan Ehud Olmert’i, Savunma Bakanı Amir Peretz’i ve Genelkurmay Başkanı Dan Halutz’u sorumlu tutan Winograd raporundan sonra, savaşı Hizbullah’ın kazanmış olduğu, artık gerek Lübnan’da ve gerekse İsrail’de siyasi bir propaganda olarak değil nesnel bir gerçeklik olarak algılanıyor.

 

İsrail’de savaştan hemen sonra Kuzey Birlikleri Komutanı Udi Adam’ın, daha sonra Genelkurmay Başkanı Dan Halutz’un istifa etmesi ve bir yenilgi itirafı olarak ortaya konan Winograd raporundan sonra Savunma Bakanı Amir Peretz’in görevden alınması, İsrail’deki devlet aygıtının da Temmuz Savaşı’ndan yenilgiyle çıkıldığının en üst düzeyde itirafı olarak okundu.

 

Bununla birlikte İsrail devlet sistemi, ülkede geniş çaplı bir siyasi, ekonomik ve toplumsal istikrarsızlığa meydan vermemek için Olmert kabinesine savaştaki başarısızlığın bedelini sınırlı düzeyde ödeterek bunalımın boyutlarının büyümesini engellemiş; kabinede ve askeri bürokraside yaptığı sınırlı bir revizyonla istikrarı yeniden sağlamayı başarmış oldu.

 

Savaş sonunda siyasi ve toplumsal istikrar konusunda İsrail’e nispetle tam tersi bir sürecin başladığı Lübnan’da ise askeri bir zafer kazandığı tüm kesimlerce teslim edilen Hizbullah’ın siyasi talepleri büyük bir siyasi bunalımın gerekçesi haline getirildi.

 

Savaş sırasında hiçbir varlık göstermeyen, hatta İsrail’in Hizbullah’ı Litani Irmağının kuzeyine sürmesini ve yok etmesini bekleyen hükümetteki 14 Martçıların savaş sonrasındaki siyasi ve diplomatik süreçlerde de Lübnan lehine ciddi bir inisiyatif ortaya koymadığını belirten Hizbullah, Lübnan’ın savaş sonrası sürece güçlü bir siyasi iradeyle hazırlanması için ulusal birlik hükümeti kurulmasını talep etti.

 

Lübnan’da siyasi sistem ve Hizbullah’ın siyasi talepleri

Taifeci bir siyasal sistemin hakim olduğu Lübnan’da yasal olarak cumhurbaşkanının Maruni Hıristiyan, başbakanın Sünni Müslüman ve meclis başkanının da Şii Müslüman olması gerektiği biliniyor.

 

Öte yandan Lübnan parlamentosunda bulunan 128 sandalye de aynı taifeci sisteme göre Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yarı yarıya bölüşülüyor; 64 Müslüman milletvekilinin 28’inin Sünni, 28’inin Şii, 7’sinin Dürzî, 1’inin de Alevîlerden olması bir yasal zorunluluk olarak öngörülüyor.

 

Hıristiyanlara ayrılan diğer 64 milletvekilliğinde ise durum Müslümanlarınkine benzer bir nitelik arz ediyor, 35 sandalye Marunîlere, geri kalan 29 sandalye de Ortodoks, Katolik, Süryanî ve Ermeni gibi diğer Hıristiyan azınlıklara ayrılıyor.

 

Lübnan nüfusunun yüzde 40’ını oluşturan Şiilerin, Sünni taban içerisinde azınlık da olsa hükümet karşıtı olan Sünni grupların, Maruniler içerisinde çok geniş bir nüfuzu bulunan Mişel Aun ve Süleyman Faranciye taraftarlarıyla, Tallal Arslan gibi hükümet karşıtı Dürzilerin ve Komünist Parti, Nasırcılar vs. gibi farklı etnik kesimlerden mensubu bulunan partilerin oluşturduğu büyük toplumsal çoğunluğa rağmen, toplumsal olarak azınlıkta bulunan 14 Martçılar bu taifeci sistem sebebiyle 2005 seçimlerinde parlamentoda ve hükümette çoğunluğu ele geçirmeyi başardı.

 

14 Martçıların 2005 yılında yapılan seçimlerdeki zaferinde, Refik Hariri cinayeti sonrasında Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkarılmasını ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını öngören 1559 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararının, Suriye Ordusunun Lübnan’dan ayrılmasının yarattığı psikolojik zeminin ve güçlü ABD ve Fransa desteğinin asli rolü oynadığı söylenebilir.

 

Suriye Ordusunun Lübnan’da bulunduğu dönemde sıkı bir Suriye yanlısı olan İlerici Sosyalist Parti Lideri Velid Canbolat’ın 1559 sayılı BM kararının hemen ardından ateşli bir Suriye karşıtı haline gelmiş olması bu analizi doğrular niteliktedir.

 

2005 seçimlerinde parlamentoda 72 sandalye kazanan 14 Martçılar, 56 sandalye kazanan bugünkü Hizbullah öncülüğündeki hükümet karşıtlarını kabinede azınlıkta bırakan halihazırdaki hükümeti kurmayı başarmıştı.

 

Parlamentoda ve hükümette çoğunlukta bulunan 14 Martçıların Hizbullah yanlısı Cumhurbaşkanı Emil Lahud’u görevden alamaması, dolayısıyla da 1559 sayılı BM kararını uygulayamaması; ABD, Fransa ve Arap ülkelerinin mevcut hükümete olan güvenini sarstıysa da desteğini azaltmadı.

 

Temmuz Savaşının hedefleri ve değişen siyasi dengeler

Binaenaleyh, İsrail’in daha önceden planladığı, fakat Hizbullah’ın “Gerçek Vaat” adlı operasyonla daha erken bir tarihte başlamasına sebep olduğu 33 günlük savaş, ABD’nin, bölgedeki Arap ülkelerinin ve içerideki 14 Martçıların umudu haline gelmişti.

 

Temmuz Savaşı’yla öngörülen stratejik hedefleri şunlardı:

1-Hizbullah’ın askeri gücünün yok edilmesi,

2-Kalan Hizbullah güçlerinin Litani nehrinin kuzeyine sürülmesi,

3-Hizbullah’tan boşalan güneye Lübnan ordusuyla birlikte BM’ye bağlı çok uluslu bir güç yerleştirilerek Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve İsrail’in kuzey sınırlarının güvenliğinin sağlanması,

4-İsrail işgali altında bulunan Şeba Çiftlikleri’nin Lübnan’a aidiyetinin tartışma konusu yapılmaktan çıkarılması,

5-Refik Hariri Cinayeti ile ilgili kurulacak uluslar arası mahkeme aracılığıyla başta Emil Lahud olmak üzere Suriye dönemindeki tüm etkin siyasi liderlerin tasfiye edilmesi,

6-Lübnan hükümetine Antuan Lehed liderliğindeki İsrail yanlısı Güney Lübnan Ordusu’nun oynadığı role benzer bir rol verilmesi.

 

Bu hedeflerin tümünü başarısız kıldığı için Hizbullah’ın zaferle çıktığı belirtilen Temmuz Savaşı, sonrasında uygulamaya konan 1701 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı sayesinde Hizbullah açısından siyasi bir fırsat yaratmış oldu.

 

Zira Hizbullah’ı silahsızlandırmak gibi bir misyonu bulunmayan UNIFIL’in ve Lübnan ordusunun güneye yerleştirilmesi, İsrail’in güneye yönelik saldırılarını önleyen hukuki (dejure) bir durum yaratarak, Hizbullah’ın askeri lojistiğini güçlendirmesine zemin yaratırken zafer sayesinde kazanılan motivasyon ve toplumsal destek, Hizbullah’ın siyasi alanda daha etkin hale gelmesine sebep oldu.

 

Savaşta kazandığı başarıyla tehdit konjonktürünü fırsata dönüştüren Hizbullah, savaşın kazanımlarını siyasi ve diplomatik alanda korumaya dönük bir gelecek perspektifiyle aslında normal şartlarda reddedilmesi mümkün olmayan rasyonel talepler ileri sürdü.

 

Hizbullah’ın mevcut hükümet kadrolarının değiştirilmesini şart koşmadığı siyasal talepleri şu birkaç maddeden oluşuyor:

 

1-Taif anlaşmasının da gereği olarak ülkedeki tüm kesimlerin temsil edileceği geniş tabanlı bir ulusal birlik hükümetinin kurulması,

2-Bu çerçevede bakanlıkların üçte birinin muhaliflere verilmesi, bir bakanlığın da Meclis Başkanının önerisi ve parlamentonun onayıyla belirlenmesi (üçte iki artı bir)

3-Seçim yasasında demokratik temsili engelleyen maddelerin değiştirilmesi,

4-Erken seçimlere gidilerek yeni cumhurbaşkanının geniş temsil yeteneğine sahip bir parlamento tarafından seçilmesinin sağlanması.

 

Demokratik katılımı, çoğulculuğu ve Lübnan çıkarlarının savunacak güçlü bir siyasi iradenin oluşumunu öngören bu taleplerin doğrudan reddini söz konusu edemeyen 14 Martçılar ve uluslar arası destekçileri, bu talepleri şu karşı taleplerle durdurarak siyasi sistemi kilitlemeyi tercih etti.

 

1-Refik Hariri cinayeti konusunda bir uluslar arası mahkemenin kurulması,

2-Görev süresi Kasım 2007’de sona erecek olan Emil Lahud’un yerine getirilecek cumhurbaşkanının bu hükümet ve meclis döneminde seçilmesi,

3-Devlet güçlerinden başka hiç kimsenin silahlı güce sahip olmaması.

 

Refik Hariri cinayetinin aydınlığa kavuşturulması için mahkeme kurulmasına hatta bu mahkemede uluslar arası temsilcilerin bulunmasına karşı olmadıklarını belirten Hizbullah liderliğindeki hükümet karşıtı koalisyon, mahkemenin uluslar arası niteliğinin konuyu hukuki olmaktan çıkararak uluslar arası güçlerin müdahale aracı haline getireceğini ve Lübnan’ın ulusal egemenliğini ortadan kaldıracağını belirterek buna karşı çıkıyor.

 

Hizbullah’ın silahını Lübnan’ın onuru olarak niteleyen hükümet karşıtı koalisyon, ordudan başka hiçbir grubun silahlı olmamasına da Lübnan ordusunun zayıflığını söz konusu ederek ve dünyanın 4. büyük ordusuna sahip olan İsrail’le Temmuz Savaşı’nda da görüldüğü üzere ancak Hizbullah gibi gerilla savaşı veren bir gücün baş edebileceğini söyleyerek karşı çıkıyor.

 

Güç dengesi krizi derinleştiriyor

Hizbullah liderliğindeki hükümet karşıtı koalisyon, talepler ve karşı talepler dengesini kendi lehine bozmak için iki önemli adım attı.

 

1-Hizbullah ve Emel’e mensup bakanlar, hükümetten istifa ederek hükümeti yasal meşruiyetten yoksun bıraktı. Zira Taif Anlaşması gereği Lübnan’da hükümetin yasal sayılabilmesi için kabinede tüm etnik kesimlerin temsili gerekiyor. Binaenaleyh Hizbullah ve Emel bakanlarının istifasıyla Sinyore hükümetinde Şii kesim temsil edilmediği için Taif anlaşmasına göre hükümetin yasal meşruiyeti bulunmuyor.  

 

2-Hizbullah liderliğindeki hükümet karşıtı koalisyon, temsil ettiği geniş halk kesimlerini sivil direnişe ve başbakanlık binası önünde protesto gösterilerine davet ederek ulusal birlik hükümeti kurulmasını milyonlarca kişinin mesajı olarak ortaya koydu.

 

Dört milyon nüfuslu Lübnan’da milyonlarca kişinin başbakanlık binasının bulunduğu Riyad es-Sulh meydanında toplanması, hükümet yanlılarını sorunu mezhep çatışması zeminine çekmeye ve gösterilerin bu boyutta sürmesi durumunda meseleyi iç savaş boyutuna taşıyacaklarının mesajını veren saldırılara yöneltti.

 

Hükümet karşıtları, başbakanlık binasının bulunduğu meydanda kurdukları çadırlarla boykot eylemlerini hala sürdürüyor olsa da sorunun iç çatışma boyutuna taşınmaması için protestoların düzeyini düşürmek zorunda kaldı.

 

14 Martçıların çoğunlukta olduğu hükümet, toplumsal desteğin yetersizliğine, Taif Anlaşmasından kaynaklanan hukuki gayri meşruluğa rağmen, ABD’nin ve Arap ülkelerinin desteğiyle hiçbir icraat yapamadan aylardır çadırlardaki göstericileri seyrederek iktidarını sürdürüyor.

 

Lübnan’da hükümet karşıtlarıyla (Hizbullah öncülüğündeki koalisyon) hükümet yanlılarının (14 Martçılar) sahip olduğu güçlerin denkliği bunalımın taraflardan biri lehine çözümünü engelliyor.

 

Hizbullah liderliğindeki koalisyon oynanan satrançta, iç savaş tehdidi gibi ciddi bir riskle tehdit edilmesine karşın şu önemli taşlara sahip:

1-Geniş halk desteği,

2-Cumhurbaşkanlığı,

3-Meclis başkanlığı

4-Lübnan ordusu ve Direniş

 

Son aşamada iç savaş kartını oynayabileceğini gösteriler sırasında açıkça ortaya koyan 14 Martçıların elinde ise

 

1-Meclis çoğunluğu,

2-Hükümet,

3-ABD’den Fransa’ya, Arap ülkelerinden BM Güvenlik Konseyi’ne ve hatta İsrail’e kadar geniş uluslar arası destek,

4-Sad Hariri ve Semir Caca gibi liderlerin sokaklara kolayca salıverecekleri milisler bulunuyor.

 

Bu güç dengesi içerisinde iç savaş son seçenek olarak kenarda bekletilirken taraflar, bütün mücadelelerini cumhurbaşkanlığı konusuna yoğunlaşmış bulunuyor.

 

Cumhurbaşkanlığı seçimi ve tarafların seçenekleri

14 Martçılar görev süresi kasımda dolacak olan Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un yerine kendilerine yakın bir ismi seçmek, bunun mümkün olmaması durumunda süresi dolan cumhurbaşkanının yetkilerinin hükümete devriyle cumhurbaşkanlığını vekaleten kazanmak gibi bir strateji izliyor.

 

Zira Lübnan’daki yasalara göre yeni bir cumhurbaşkanı seçilememesi durumunda bile görev süresi sona eren bir cumhurbaşkanı, görevini başbakana teslim etmek durumunda bulunuyor.

 

Hizbullah liderliğindeki muhalif koalisyon ise yasal olarak tekrar seçilmesi mümkün olmayan Emil Lahud’un yerine mümkün olabilirse Mişel Aun’u seçmek, bunun mümkün olmaması durumunda da bu makamı 14 Martçı hükümete bırakmamak şeklinde bir politika izliyor.

 

El-Mustakbel Partisi üyesi Beheş Tabbara’nın Refik Hariri’nin yaşaması durumunda ülkenin onuru olan Direniş’i destekleyeceğine dair açıklamasından ve Direniş konusundaki aleyhtar tutumundan dolayı Sad Hariri’ye ve partisine yönelik ağır eleştiriler getirerek istifa etmesinin ardından hükümet yanlısı 14 Martçı grup parlamento çoğunluğunu kaybetmiş bulunuyor.

 

İki ayrı silahlı saldırı sonucu öldürülen eski Sanayi Bakanı Pier Cumeyyil ile parlamenter Velid Aydo’nun yerine yeni milletvekillerinin seçilmesi için yapılan ve Hizbullah’la Emel’in katılmadığı ara seçimlerde de  Beyrut’un Sünni kesimlerinde el-Mustakbel adayının, Hıristiyan bölgesi Kuzey Metn’de ise Hizbullah müttefiki Mişel Aun Liderliğindeki Ulusal Özgürlük Hareketi adayı Kamil Khuri’nin kazandığı düşünülürse hükümet karşıtlarıyla hükümet yanlıları arasında parlamentoda var olan sayısal eşitlik korunmuş oluyor.

 

Yeni cumhurbaşkanını meclisin üçte iki çoğunluğunun mu yoksa yüzde 51’inin mi seçeceği konusunda taraflar arasında tartışmalar sürse de aslında parlamento aritmetiğindeki bu denklik bir bakıma bu tartışmaları anlamsızlaştırıyor.

 

Bununla birlikte Hizbullah liderliğindeki hükümet karşıtı koalisyon yeni cumhurbaşkanını parlamentonun üçte ikisinin oyunun seçebileceğini belirtirken, hükümet yanlıları yeni cumhurbaşkanının parlamentonun yüzde 51’inin oyuyla seçilebileceğini öne sürüyor.

 

Hükümet karşıtları yeni cumhurbaşkanının parlamentonun üçte ikisinin oyuyla seçilmesi gerektiğine ilişkin yasa maddesinin tüm seçim turları için geçerli olduğunu savunurken, hükümet yanlıları, bu maddenin yalnızca ilk tur için geçerli olduğunu, sonraki turlarda yüzde 51’in oyunun yeterli olacağını savunuyor.

 

Ara seçimler öncesi yaptığımız Lübnan ziyaretinde görüştüğümüz Hizbullah siyasi komite üyesi Dr. Ahmed Molla ile Hizbullah’ın üst düzey liderlerinden Şeyh Muhammed Yezbek, hükümet yanlılarının mevcut parlamento aritmetiğini de göz önünde bulundurarak kendilerine yakın bir ismi cumhurbaşkanlığına seçmek yerine, süresi sona eren cumhurbaşkanının görevi başbakana devretmesini öngören anayasa hükmü doğrultusunda görevin yasal süre sonunda Başbakan Sinyore’ye bırakılmasını beklediklerini ifade ediyorlar.

 

Bu durumda Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un Hizbullah ve Emel bakanlarının istifasından dolayı Şiilerin temsil edilmediği hükümeti, ülkedeki tüm kesimlerin hükümette temsilini öngören Taif Anlaşması gereğince yasa dışı kabul etmesi, Hizbullah liderliğindeki hükümet karşıtlarının elindeki en önemli kozu oluşturuyor.

 

Nitekim Cumhurbaşkanı Emil Lahud defalarca yaptığı açıklamalarda süresi sona erdiğinde görevini yasa dışı saydığı mevcut hükümete bırakmayacağını, ülkedeki tüm kesimleri temsil eden ikinci bir hükümet kurdurarak görevi bu hükümete devredeceğini belirtti.

 

Dr. Ahmed Molla, ikinci hükümet tayininin ve görevin bu hükümete devredilmesinin Cumhurbaşkanı Emil Lahud ile Meclis Başkanı Nebih Berri arasında sadece zamanlama açısından ihtilaf konusu olduğunu belirterek Cumhurbaşkanı Lahud’un ikinci hükümetin hemen, Meclis Başkanı Berri’nin ise kilitlenmesi kaçınılmaz olan seçim sürecinde tayin edilmesini savunduğunu ifade ediyor.

 

Hükümet yanlılarıyla karşıtlarının aday isimlerinden seçim için gerekli oy miktarına kadar hiçbir konuda uzlaşamadığı düşünüldüğünde Cumhurbaşkanı Emil Lahud tarafından tayin edilecek ikinci hükümetin statüsü ve görevin bu hükümete devredilmesi konusunda da uzlaşamayacağı ve krizin son seçenek olan iç savaşa kadar derinleşebileceğini tahmin etmek zor olmuyor.

 

Taraflar arası güç dengesinin eşitliği ve cumhurbaşkanlığı faktörünün bu güç dengesini taraflardan birinin lehine bozacak olması, cumhurbaşkanlığı kalesini karşı tarafa bırakmama mücadelesinde her türlü seçeneğin kullanılabileceği izlenimini yaratıyor.

 

Her iki taraf da son seçenek olan iç savaşı şu an için açıkça dillendirmiyor olsa da Baalbek’teki bürosunda görüştüğümüz Şeyh Muhammed Yezbek, iç savaş ifadesini ağzına bile almak istemeyen, direnişin silahının Lübnan içine asla çevrilmeyeceğini her fırsatta dile getiren Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah’tan farklı olarak açıkça bu konudaki tüm ihtimallere hazır olduklarını ifade etti. 

 

İç savaş ifadesini kendisi kullanmamış olsa da meselenin teyidi için yönelttiğim iç savaşı da bir ihtimal ve seçenek olarak görüp görmediklerine ilişkin sorumu son derece kararlı bir biçimde “biz asla böyle bir şey istemiyoruz, bunun olmaması için her türlü fedakarlığı da yapıyoruz; ama tüm ihtimallere olduğu gibi bir ihtimal olarak ona da hazırız” şeklinde cevapladı. 

 

Sonuç

Lübnan’ın savaş sonrasında yaşamakta olduğu siyasi bunalımın temelinde Amerika’nın İran-Suudi Arabistan, Arap Birliği ve hatta Fransa tarafından geliştirilmek istenen çözüm inisiyatiflerini başarısız kılmak için hükümetteki 14 Martçı gruba yaptığı baskıların bulunduğu söylenebilir.

 

Bu açıdan aslında 14 Martçı grubun içeride kendi belirledikleri politikaları çerçevesinde ABD desteğinden de yararlanarak bağımsız bir siyasi rol oynamadıkları, ABD baskıları sonucu çözümü kilitleme ve meseleyi iç savaşa kadar götürerek İsrail’e savaşın rövanşını alma zemini hazırlama rolünü oynamak zorunda bırakıldıkları söylenebilir.

 

Lübnan’daki siyasi bunalımda her ne kadar etnik veya mezhebi farklılıkların hiçbir belirleyici rolü bulunmuyor olsa da bu farklılıkların tıpkı Irak’ta olduğu gibi birden bire öne çıkarılacağı ve belirleyici bir etken olarak öne sürüleceği beklenebilir.

 

Temmuz Savaşı sırasında bile çok açıkça İsrail yanlısı bir tutum takınan Arap ülkelerine ait medya ve dini bürokrasi organlarının Lübnan’daki muhtemel bir iç savaşta da Irak’takine benzer bir propaganda stratejisi izleyeceği Hizbullah’ın Temmuz Savaşı sırasında Arap ve İslam alemi nezdinde kazandığı desteği yok etmeye çalışacağı güçlü bir ihtimal olarak gözüküyor.

 

Öte yandan 1701 sayılı BM kararıyla güneye yerleştirilmiş olan UNIFIL ve Lübnan ordusunun halen hukuksal (dejure) bir durumla İsrail saldırılarını uluslar arası toplum nezdinde kabul edilemez kılan, bundan dolayı da Hizbullah’a siyasal alanda geniş bir alan açmış olan niteliğinin muhtemel bir iç savaş durumunda mevcut şekliyle korunabilmesi de oldukça güç gözükmektedir.

 

Binaenaleyh, muhtemel bir iç savaş sırasında hükmen etkisizleşecek veya uluslar arası güçler tarafından manipüle edilecek olan UNIFIL ve Lübnan ordusunun oluşturacağı boşluktan İsrail’in istifade etmeye çalışarak Temmuz Savaşının rövanşı için sahneye çıkması da mümkün gözüküyor.

 

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ile Savunma Bakanı Robert Gates’in son Ortadoğu ziyaretiyle gündeme geldiği üzere Arap ülkelerinden İran’a karşı cephe oluşturulmasını ve bu çerçevede Araplara 20 milyar Dolarlık, İsrail’e de 30 milyar Dolarlık silah satışını öngören plan, eylül sonundan itibaren Lübnan’ı sarması beklenen krize yönelik bir hazırlık olarak okunabilir.

 

Eylül sonunda yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminden Emil Lahud’un görev süresinin sona ereceği kasım ayına kadar Lübnan cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda siyasi bir uzlaşma sağlanmaması durumunda önümüzdeki kış Gazze’den Lübnan’a, -daha kötü bir ihtimalle- Suriye’den Körfez’e kadar tüm bölgenin gündeminde savaştan başka bir şey olmayacak gibi gözüküyor.

 

Son not

Beyrut’tan Baalbek’e, Nebatiye’den Bint Cubeyl’e kadar Temmuz Savaşı’nda hasar gören yerlerin ve alt yapının imarı Hizbullah tarafından yapılıyor.

 

Bölge ülkelerinden ve insani yardım kuruluşlarından resmi kanallarla Lübnan hükümetine yapılan yardımların hiçbir şekilde savaştan zarar gören yerlere ve Lübnan alt yapısına harcanmadığı bildiriliyor.

 

Lübnan’da görüştüğümüz kaynaklar, Suudi Arabistan’ın üç yüz konutun imarı için Sinyore hükümetine yaptığı milyonlarca dolarlık yardıma rağmen savaşın üzerinden geçen bir yıl içinde söz konusu konutlardan hiçbirinin tamir ve inşa edilmemiş olmasını bunu destekleyici bir örnek olarak naklediyorlar.

 

Özellikle Beyrut’un Dahiye bölgesi, Baalbek, Bint Cubeyl, Yarun, Marun er-Ras, Ayterun, Aynaata ve Ayta’ş-Şaab gibi savaştan en çok zarar gören bölgelerde ve belediye başkanıyla görüşme imkanı bulduğumuz “Meydun” kenti gibi tamamen haritadan silinen yerlerde yeniden yapım ve onarım konusunda önemli ilerlemeler kat edilmiş olsa da buraların imarı için hala çok ciddi oranlarda doğrudan yapılacak yardımlara ihtiyaç bulunuyor.

 

Lübnan’daki yerel yönetimlere veya yerel yardım, yapım ve onarım kuruluşlarına iletilmeyen, resmi kanallarla gönderilen yardımların Lübnan halkına değil, hükümet bürokrasisinin cebine gittiği özellikle vurgulanıyor.

 

 



Makaleler

Güncel