Irak’ta “direniş”ten “uyanış”a

“Muhayyel direniş” adına yapılan propagandalar ve bunların sonucu olarak dökülen kan ve yıllar boyu sürecek mezhebi husumetler, Irak’ta yerel güç-iktidar mücadelesinin ve uluslar arası ve bölgesel oyunların acı sonuçları oldu.

2003 yılında gerçekleşen Irak işgalinin hem gerekçeleri ve hem de uygulanışı bakımından meşru bir temele dayandırılamaması, Irak’ta işgal sonrasında gelişen her türlü silahlı eylemin meşru görülmesine yol açan bir psikolojik zemin oluşturmuştu.

 

Saddam rejiminin diktatör niteliği, uluslar arası terörü desteklediği ve kitle imha silahlarına sahip olduğu, işgalin gerekçeleri olarak ortaya konmuş ve işgal, MB Güvenlik Konseyi iradesine rağmen gerçekleştirilmişti.

 

Saddam rejiminin uluslar arası teröre destek verdiği ve kitle imha silahlarına sahip olduğu ispat edilemedi; hatta ABD, bu iki konuda istihbarat hatası yaptığını kabul ederek işgalin gerekçeleri bakımından gayri meşru olduğunu itiraf etmiş oldu.

 

BM Güvenlik Konseyi iradesine rağmen gerçekleştirilmiş olması, gerekçeleri bakımından gayri meşru olan Irak işgalinin, uygulanış biçimi bakımından da gayri meşru olduğunu ispat ediyordu.

 

Bununla birlikte -çok uluslu güce askeri destek veren sınırlı sayıdaki ülkenin dışındaki- tüm dünya ülkelerinin gayri meşru işgale karşı siyasi ve diplomatik direnç göstermesine rağmen Saddam rejiminin tüm meydan okumalarına rağmen askeri alanda ciddi bir direniş gösterememesi sebebiyle işgal önlenemedi.

 

Binaenaleyh, 20 Mart 2003’ten Bağdat’taki Saddam heykellerinin devrildiği 9 Nisan 2003’e kadarki ilk aşamada işgal için saldıran ABD’nin ve işgali önlenmek için direnen Saddam rejiminin oluşturduğu taraflar söz konusuydu ve bu aşamadaki “işgal için saldırı” ve “işgale karşı direniş” denklemi işgalciler lehine çözümlenmiş oldu.

 

Saddam’ın Bağdat’ın Firdevs Meydanı’ndaki heykelinin devrildiği 9 Nisan 2003’ten sonra Irak’ta ikinci aşama başlamış oldu.

 

Tarafların sayılarının, konumlarının ve oynadıkları rollerin çeşitlendiği bu aşamada, Irak’ta hedeflerine uygun bir siyasi yapı kurmak isteyen ABD ile kurulacak yapıyı kendi toplumsal ve siyasal beklentileri lehinde yönlendirmeye çalışan Iraklı aktörler söz konusuydu ve bu aktörler Şiiler, Sünniler, Kürtler ve laikler olarak tanımlanıyordu.

 

9 Nisan 2003’ten sonra gelişen aşamada ABD, Irak’a önce askeri yönetici olarak Jay Garner’i, sonra sivil yönetici olarak Paul Bremer’i atayarak bir geçiş dönemi yarattı, ardından da laik İyad Allavi kabinesini tayin ederek Irak’ta görmek istediği siyasi modeli ortaya koydu.

 

Bu aşamada, ABD’nin Irak’ta kurmak istediği siyasi modeli dayatmasına ve bu modeli kendi toplumsal ve siyasal beklentilerine göre yönlendirmek isteyen Iraklı aktörlerin siyasi direnişine dayalı bir denklem söz konusu oldu ve gerek ABD ve gerekse Iraklı taraflar, bu aşamada ellerini güçlendirecek adımlar attı.

 

Ayetullah Sistani’nin ABD’nin tayin ettiği geçici hükümet tarafından atanan bir komisyonun Irak’a anayasa belirleyemeyeceği ve yeni anayasanın ve siyasi yapının ancak Irak halkının seçeceği temsilciler tarafından belirlenebileceği yönündeki ünlü fetvasıyla başlattığı 30 Ocak 2005 tarihli siyasi süreç, Irak’taki üçüncü aşamayı başlatmış oldu.

 

20 Mart 2003’te Irak konusunda “hücuma dayalı” ve “yıkıcı” bir rol üstlenen ABD’nin 9 Nisan’dan sonra yeni bir yapı kurmak adına “yapıcı” ve kuracağı bu yapıyı her türlü dış etkene karşı korumak adına da “savunmaya dayalı” bir rol üstlenmek durumunda kalması, hakim güç olmasına rağmen Ayetullah Sistani tarafından başlatılan siyasi sürece teslim olmasında belirleyici olmuştu.

 

30 Ocak 2005 seçimleriyle başlayan siyasi süreç şu ulusal hedefleri öngörüyordu:

 

1-Irak’ı ABD tarafından atanan Amerikalı idarecilerden (Garner-Bremer vb) veya ABD tarafından atanmış Iraklı hükümetten (Allavi kabinesi) kurtaracak ulusal meclisin oluşumunun sağlanması;

 

2-Halkın oyuyla kurulan meclisin, anayasayı hazırlayacak kurulu belirlemesi;

 

3-Hazırlanan anayasayı referanduma götürmek ve kalıcı hükümetin seçileceği 15 Aralık 2005 seçimlerine kadar da ülkeyi idare edecek geçici bir hükümetin kurulması.

 

 

30 Ocak 2005’te başlayan ve siyasi yapının oluşumunu Irak halkının demokratik tercihine bırakan siyasi süreçler, atadığı Allavi kabinesiyle Irak’ta nasıl bir siyasi yapı görmek istediğini ortaya koyan ABD’yi “dayatıcı” olma konumundan “uzlaşıcı” olma konumuna sürüklemiş oldu.

 

30 Ocak ve 15 Aralık 2005 seçimleri ile Irak’ta demokratik temsile dayalı bir siyasi yapının şekillenmeye başlaması ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiilerin İslamcı gruplardan yana oy kullanmaları, İran’ın bu gruplar üzerinden Irak’taki nüfuzunu arttırmasından endişe eden ABD’yi de Sünni grupları da endişelendiriyordu.

 

Binaenaleyh, Irak içindeki siyasi aktörler, yukarıda zikredilen hedeflerle başlayan siyasi süreçlere, 9 Nisan öncesi konumlarına uygun reflekslerle tepki verdi.

 

A-Baasçılar: Savaşta yenilip tasfiye edildikleri ve illegal konuma itildikleri için kendilerini iktidardan uzaklaştıran bu süreci tanımadılar ve doğal olarak bu süreci baltalamak için şiddete başvurdular.

 

B-Sünniler: Öncelikle “Sünniler” ifadesinin, Irak özelinde kullanıldığında ilahiyata ilişkin bir terim olarak değil, sosyolojiye ilişkin bir terim olarak anlam kazandığı belirtilmelidir. Zira Irak’ta “Sünnilik”; mensuplarının dinî, siyasî veya toplumsal davranışlarını belirleyen teolojik bir parametre olarak değil, alt toplumsal aidiyetleri ifade eden bir sosyolojik parametre olarak belirleyici oluyor.

 

Binaenaleyh, Irak’ta ilahiyata ilişkin boyutuyla Sünni olan Kürtler veya Türkmenler, “Sünniler” kapsamı içerisinde değerlendirilmelerine imkan vermeyecek siyasi davranışlar ve toplumsal beklentiler sergilerken, “Sünniler” tanımlaması sadece Sünni mezhebe mensup Arapları ifade edebiliyor.

 

Öte yandan Baasçıları, Uzlaşma Cephesi’ni, Diyalog Cephesi’ni ve aşiretleri kapsayan ve genel anlamda sadece Sünni Arapları ifade eden “Sünnilik”in, bu Arapların kanaat önderlerinin, örgütlerinin veya partilerinin tümünün siyasi programlarına eksen teşkil etmediği, tersine bunların birbirine –hatta- zıt ideolojik veya siyasi programlara sahip olduğu da oldukça açıktır.

 

Her örgüt veya partinin gerekçesi farklı da olsa Sünni Arapların, 30 Ocak 2005’te başlayan siyasi süreci boykot ettiği biliniyor. Baasçıların kendileri açısından anlaşılabilir gerekçelerle karşı çıktığı siyasi süreçlere Baasçı olmayan diğer Sünni Arapların da karşı çıkmasında ve 30 Ocak seçimlerini boykot etmelerinde aşağıdaki faktörlerin etkili olduğu söylenebilir.  

 

1-Saddam rejiminde diğer toplumsal kesimlerle kıyaslanmayacak ölçüde yönetimin üst kadrolarına hakim olmaları ve yeni sürecin sadece Saddam rejimini değil, kendilerini de tasfiye ettiğini düşünmeleri.

 

2-Irak’ın toplam nüfusu içerisinde azınlıkta bulunmaları ve demokratik temsile göre kurulacak Irak’ta eski konumlarını kazanamayacaklarını bilmeleri.

 

3-Bölgedeki Arap ülkelerinin nüfuzlarına açık olmaları ve bu ülkeler tarafından jeopolitik araç olarak kullanılmaları.

 

C-Şiiler: Irak’ta “Şiiler” tanımlamasının, “Sünniler” tanımlaması kadar salt sosyolojik bir aidiyete tekabül etmediği, “Şiiler” kapsamı içinde mütalaa edilen siyasi gruplardan İslam’ın Şii mezhebini eksen alan ve bu yönde siyasi davranışlar sergileyen kesimlerin kastedildiği söylenebilir.

 

Zira sadece Sünni Arapları ifade eden “Sünniler” tanımlamasının aksine “Şiiler” tanımı, siyasal tercihlerinde dini belirleyici kılan Şii Kürtleri ve Türkmenleri de içerirken, din dışı siyasi organizasyonlar “Şiiler” kapsamının dışında “laikler” olarak mütalaa edilmektedir.

 

Binaenaleyh, 30 Ocak seçimlerinde Feyli Kürtleri olarak nitelenen Şii Kürtlerin Kürdistan İttifakı içerisinde değil Birleşik Irak İttifakı içerisinde yer alması, yine Şii Türkmenlerin Sadr grubu veya Yüksek İslami Konsey listesinden Birleşik Irak İttifakına katılması bunu doğrular niteliktedir.

 

Aynı şekilde mezhebi mensubiyet bakımından Şii olmasına rağmen İyad Allavi’nin, Hazım Şa’lan’ın ve Ahmet Çelebi’nin “Şiiler” değil, “Laikler” kapsamında nitelendirilmeleri de dikkat çekicidir.

 

Şiilerin siyasi aidiyetlerinin ve davranışlarının şekillenmesinde din faktörünü belirleyici kılan en temel etkenin Merceiyet müessesesi olduğu ve farklı toplumsal çıkarlara ve siyasi programlara sahip olsalar da Şii grupların din dışı bir eksende “Şii” adıyla şekillenemediği söylenebilir.

 

Irak’taki siyasi sürecin, en büyük dini merci olan Ayetullah Sistani’nin yukarıda işaret edilen fetvasıyla başladığı göz önünde bulundurulduğunda Irak’taki “Şiilerin” siyasi süreçteki rolü ve etkinliği de ortaya çıkmaktadır.

 

9 Nisan öncesinde rejim karşıtı safta yer alan Şiilerin yeni Irak’ın kuruluşunda etkili bir aktör olarak sahneye çıkmak istemesinde şu etkenlerin rol oynadığı ifade edilebilir:

 

1-Saddam rejimine karşı verilmiş uzun bir mücadele tarihine sahip olmaları.

 

2-Saddam rejiminin devrilmesinden sonra güç ve iktidar mücadelesinin başlayacağı Irak’ta silahlı direnişin sadece iç savaş şartlarına hizmet edeceğine ve işgalcilerin de taraflardan birini diğerine karşı kullanarak bundan yararlanacağına inanmaları.

 

3-Yeni siyasi yapının işgalciler tarafından belirlenmesini engellemenin en kestirme yolunun demokratik süreçleri başlatmak olduğunu düşünmeleri.

 

4-Irak’ın toplam nüfusu içerisinde mutlak çoğunluğa sahip olmalarından dolayı demokratik temsille belirlenecek yeni siyasi yapıda ağırlık kazanacaklarını görmeleri.

 

D-Kürtler: 1974 yılında Irak merkezi hükümetiyle özerklik anlaşması imzalamalarına rağmen bunu elde edemeyen ve Körfez Savaşı’ndan sonra 36. Paralelin kuzeyinde özerkliği fiilen kuran Kürtler, sahip oldukları bu fiili özerkliği anayasal çerçeveye kavuşturmak ve merkezi hükümette de belirleyici olmak için siyasi sürecin her aşamasında son derece aktif oldular.

 

Irak’ta “Kürtler” tanımlamasının içini dolduran malum partilerin 1960 yılında şah rejimi ve İsrail’le, daha sonra Sovyetler Birliği ile İran-Irak savaşında İran’la, Körfez Savaşı’ndan sonra ABD ile -ve 1990’dan 1998’e kadar da birbirlerine karşı- Türkiye, İran ve hatta Saddam Hüseyin’le işbirliği yaptıkları biliniyor.

 

Irak’taki iki büyük Kürt partisinin siyasi çıkarlarından başka değer kabul etmeyen geleneksel faydacı tutumları, savaş sırasında da daha sonra başlayan siyasi süreçlerde de Kürt ulusalcılığının politikalarını tayin etmede etkili oldu.

 

Savaş sırasında ABD’ye askeri ve lojistik destek veren Kürt partiler, siyasi süreçlerde de şu hedefleri gerçekleştirebilmek için etkin oldular:

 

1-Irak’ın federal bir devlet olarak tanımlanmasının sağlanması.

 

2-1990’dan beri 36. paralelin kuzeyinde sahip oldukları özerk bölgenin fiili (defacto) statüsünün, hukuki (dejure) hale getirilmesi.

 

3-Başta Kerkük olmak üzere petrol kentlerinin ve Kürdistan bölgesini Suriye’ye komşu haline getirecek bölgelerin Kürdistan bölgesine bağlanmasını sağlayacak mekanizmaya hukuki bir nitelik kazandırılması (anayasanın 140. Maddesi)

 

4-Merkezi yönetimde de ağırlık kazanılması, kilit mevkilerin elde tutulması.

 

Kürt partilerin, Türkiye gibi güçlü bir bölge ülkesinin savaş nedeni saydığı bu hedefleri büyük ölçüde gerçekleştirmesi, siyasi süreçten iyi yararlandığını ortaya koyuyor.

 

E-Laikler: ABD’nin Irak’taki yeni yapının kurulması konusunda çokça umut bağladığı laik partiler, demokratik temsilin belirleyici olduğu seçimlerde hiçbir ciddi varlık gösteremediler. Parasal güç ve aşiret nüfuzu gibi dinamiklerle siyasi sahnede yer alabilen Laikler, toplumsal tabandaki zayıflıklarına rağmen Şii, Sünni ve Kürt çelişkileri içinde kilit konuma gelebilecek ve demokratik yollarla elde edemeyecekleri konumlara siyasi pazarlıklarla ve dış destekle kavuşabilecek etkili bir aktör olarak görülüyor.

 

Saddam’ın idamına kadar siyasi süreç

 

Şii, Kürt ve laik partilerin 30 Ocak 2005’te katıldıkları siyasi sürece, devrik Baas partisi dışındaki Sünni partiler 11 aylık bir gecikmeyle 15 Aralık’ta dahil oldular. Sünni partilerin bu karar değişikliğinde süreç dışında kalmaktan dolayı uğradıkları zararın etkisi olduğu kadar kendilerine Baas partisinden ayrı bir kader çizme motivasyonunun da etkili olduğu söylenebilir.

 

9 Nisan 2003’ten sonra Jay Garner, Paul Bremer ve İyad Allavi yönetimleri döneminde ciddi bir silahlı direniş göstermeyen Sünni gruplar, 30 Ocak’ta başlayan siyasi süreci “işgalcilerin komplosu” olarak görüp siyasi sürece karşı homojen bir tutumla silahlı direniş başlattılar.

 

Silahlı direnişlerini 30 Mart 2003’teki şartlar çerçevesinde “işgale karşı direniş” doktriniyle izah eden Sünni grupların, 15 Aralık 2005’te siyasi sürece katılmaları, bu doktrinin salt propaganda düzeyinde kaldığını gösterdi.

 

Sünni gruplar, 15 Aralık 2005 seçimlerine aktif bir şekilde katılarak “işgale karşı direniş” söyleminin ilkesel bir tutum değil, güç iktidar mücadelesinin propaganda sloganı olduğunu ortaya koymuş oldular.

 

İslamcı grupların belirleyici olduğu Birleşik Irak İttifakı, Irak’ın toplam nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ını oluşturan Şiilerin siyasal temsilcisi haline gelmiş ve ülkedeki iktidar yapısını belirleyici bir konum kazanmıştı.

 

Birlik içerisinde olmayan Sünni gruplar ise toplam nüfusun sadece yüzde 18’lik bir kesiminin desteğine sahipti ve siyasi yapının demokratik temsile göre belirlenmesi, bu grupları etkisizleştiriyordu.

 

Binaenaleyh Sünni gruplar, siyasi yapının şekillenmesinde demokratik temsil faktörünün değil, “uzlaşma” faktörünün tayin edici olduğu bir usul ortaya koyulmasını ve parlamentodaki sandalye sayısına bakılmaksızın kilit makamların “ulusal uzlaşma” esasına göre belirlenmesini öngören bir strateji izlediler.

 

Bu stratejinin kabul edilmesinde ve tıpkı Lübnan’da olduğu gibi siyasi yapının demokratik temsile göre değil etnik ve mezhebi kesimlere göre belirlenmesinde şu etkenler rol oynadı:

 

1-“İşgale karşı direniş” propagandasına rağmen çoğunlukla Iraklı sivilleri hedef alan ve hükümeti işlevsizleştiren, hatta siyasi süreci ortadan kaldırmakla tehdit eden silahlı eylemler.

 

2-Arap devletlerinin İran nüfuzu endişesiyle bu gruplara silah, maddi güç, militan ve propaganda desteği sağlaması.

 

3-İran nüfuzundan endişe eden ABD’nin İslamcı Şiilere karşı Sünni grupları bir denge faktörü olarak görmesi ve bu grupları siyasal süreç içerisinde tutmaya çalışması.

 

4-Kürtlerin Irak merkezi yönetiminden çok Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimin çıkarlarını esas alan bir programa sahip olması ve Şii-Sünni çatışmasından azami ölçüde yararlanmaya ve merkezdeki çatışma ortamını geliştirdiği esnek ve faydacı ittifaklar sayesinde kendisi açısından bir fırsata dönüştürmeyi hedefleyen politikalar izlemesi.

 

5-Şiilerin demokratik süreçlerle elde ettiği iktidarını çatışma ve istikrarsızlıktan uzak bir ortamda geliştirmeyi hedeflemesi.

 

Söz konusu faktörler 15 Aralık 2005’teki kalıcı hükümeti belirleyecek seçimlerden sonra etkili oldu ve Irak’ta hükümet yapısı demokratik temsile göre değil “ulusal uzlaşmaya” dayalı olarak belirlendi.

 

Cumhurbaşkanının Kürt, bir yardımcısının Şii, diğer yardımcısı Sünni; Başbakanın Şii, bir yardımcısının Sünni, diğer yardımcısının Kürt; Meclis Başkanının Sünni, bir yardımcısının Şii, diğer yardımcısının Kürt olduğu; Dışişleri Bakanlığının Kürtlere, İçişleri Bakanlığının Şiilere ve Savunma Bakanlığının ise Sünnilere verildiği uzlaşma hükümeti Lübnan’da olduğu gibi yasal bir temel üzerinde de şekillenmedi.

 

Fiili durumlara göre şekillenen bu taifeci yapı, Sünni ve Kürt grupların sahip oldukları demokratik temsilin üstünde talepler dile getirmesine sebep olurken, ABD’ye de bir kesimi diğerine karşı denge unsuru olarak kullanabilmesine ve hakem rolü oynamasına imkan tanıyan bir rol veriyordu.

 

Saddam Hüseyin’in idam edilmesine kadar şiddet yoluyla siyasi süreci işlevsizleştirmeyi ve mahkemenin işgal sonrası sürece kadar uzatılmasını öngören bir strateji izleyen bazı Sünni gruplar, Saddam’ın idamına kadar geçen sürede siyasi sürece katılan Sünni grupları sadece eleştirmekle yetinen ama doğrudan hedef almayan bir politika izlediler.

 

Siyasi süreçte yer alan Sünni gruplar da Saddam’ın idamına kadar olan dönemde şiddete başvuran silahlı grupları “direniş” olarak tanımlayıp bu eylemleri siyasal taleplerinin yerine getirilmesinde baskı unsuru olarak kullandılar.

 

Saddam’ın idamı ve direnişten uyanışa

 

Saddam Hüseyin’in idam edilmesi, Irak’taki siyasi süreci de istikrarı radikal bir şekilde etkiledi. Daha önce her gün yüzü aşkın Iraklının hayatını kaybettiği, El-Enbar, Diyala ve Selahaddin illeri başta olmak üzere el-Kaide ve müttefiki silahlı grupların devlet ilan ettiği, hükümetteki Sünni grupların silahlı grupların temsilcisi gibi davrandığı Irak’ta, Saddam’ın idam edilmesinden sonra “direniş” grupları”nın yerini “Uyanış Konseyleri” aldı.

 

Saddam’ın idamından birkaç ay önce müftülerine dünya Sünnilerini Irak’taki Şiilere karşı cihada çağıran fetvalar ve kutsal mekanlara saldırıları küfre ve bidate karşı cihat olarak tebrik eden mesajlar yayımlatan Arap ülkeleri, Saddam’ın idamından birkaç ay sonra cihat için başka ülkelere gidilmesini teşvik eden müftüleri cezalandırmakla tehdit etmeye başladı.  

 

Gözüken o ki Saddam Hüseyin’le birlikte eski rejimin önde gelen isimlerinin idam edilmesi, eski rejimin Irak’ın siyasi sahnesinde tekrar yer alabilmesine yönelik umutları hem bölgedeki Arap ülkeleri nezdinde hem de Irak içinde tamamen söndürmüştü.

 

El-Enbar, Diyala ve Selahaddin illerinde el-Kaide ve müttefiki silahlı gruplara barınma ve lojistik destek sağlayan Sünni aşiretler, ABD tarafından silahlandırılan Uyanış Konseyleri, bu grupları kendi illerinden çıkarmanın savaşını vermeye başlarken, İslam Ordusu ve 1920 Tugayları gibi silahlı gruplar da bu gruplara karşı ABD ordusuyla birlikte operasyonlara katıldılar.

 

Silahlı grupların din ve propaganda sözcüsü rolü oynayan Ulema Heyeti’nin merkez karargahı olan Ummu’l- Kur’a camii Sünni Vakfı Divanı tarafından kapatıldı, siyasi süreçteki Sünni grupların kabineden çekilerek hükümeti yalnızlaştırma tehditleri, hükümetin söz konusu bakanlıklara Sünni aşiretlerden atama yapma tehdidi karşısında boşa çıkmış oldu.

 

Binaenaleyh, Tarık Haşimi’nin Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığını, Selam el-Zevbayi’nin Başbakan yardımcılığını, Abdulkadir Muhammed Ubeydi’nin Savunma Bakanlığını ve Mahmud el-Meşhedani’nin de Meclis Başkanlığını bırakmaması, Sünni Uzlaşma Cephesi’nin birkaç bakanını hükümetten çekmesini zaten anlamsızlaştırmıştı.

 

Sonuç

 

9 Nisan 2003’ten sonra Irak’ta güç iktidar paylaşımının aracı kılınan şiddet, 2003 yılında gerçekleşen Irak işgalinin hem gerekçeleri ve hem de uygulanışı bakımından meşru bir temele dayandırılamaması sebebiyle Irak dışındakiler tarafından uzun süre “işgale karşı direniş” olarak algılandı.

 

“Muhayyel direniş” adına yapılan propagandalar ve bunların sonucu olarak dökülen kan ve yıllar boyu sürecek mezhebi husumetler, Irak’ta yerel güç-iktidar mücadelesinin ve uluslar arası ve bölgesel oyunların acı sonuçları oldu.

 

İşgal altında beşinci yılına girmekte olan Irak’ta en kutsal değerlerin bile araçlaştırılmasının kuşkusuz tek sorumlusu işgalciler değil. Nesnel veriler üzerine temellendirilmeyen analizler, öfkelere ve sloganlara dayalı yüceltmeler veya aşağılamalar ancak yerel ve uluslar arası güç mücadelesinin araçları olma düzeyinde kalıyor.

 

 



Makaleler

Güncel