Hamas’ı bırakmayan Gazze, kanın kılıca galip geleceğini ispat edebilir

İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısı, bölgede çıkmaza giren uluslar arası projeye açılım kazandırmak amacıyla atılmış adım olarak okunabilir.

İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısı, bölgede çıkmaza giren uluslar arası projeye açılım kazandırmak amacıyla atılmış adım olarak okunabilir.

 

Bölgeye yönelik uluslar arası projenin mahiyeti ve çıkmaza girmesine sebep olan gelişmeler, söz konusu projeye ilişkin aktörlerin davranışlarını doğru anlamak bakımından da sürecin nasıl sonuçlanacağını doğru kestirmek bakımından da önemli gözüküyor.

 

Bölgeye yönelik uluslar arası projenin ürünü olarak İsrail

Yahudi ulus-devlet ideolojisi olan siyonizmin, Filistin’de “İsrail” adı altında devlet niteliği kazanması, dönemin en önemli süper gücü olan İngiltere’nin iradesiyle ve Milletler Cemiyeti aracılığıyla mümkün olmuştu.

 

Binaenaleyh İsrail’in varlığının, Yahudi toplumunun ve Siyonizm adlı ulus-devlet ideolojisinin yeterli ve doğal bir sonucu değil, İngiltere’nin Balfour deklarasyonu ile gerçekleştirmek istediği bölgesel projenin ürünü olduğu söylenebilir.    

 

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin’deki demografik yapının dışarıdan sağlanan Yahudi göçleriyle Filistinliler aleyhine bozulması, Milletler Cemiyeti’nin 1920’de Filistin’deki İngiliz mandasını tanıması ve BM’nin 1947’de Filistin’i biri Arap öteki de Yahudi devleti olmak üzere ikiye bölme kararı vermesi, İsrail devletinin bir uluslar arası projenin ürünü olduğunu ortaya koyan nesnel delillerdir.

 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin İngiltere’nin yerine küresel bir aktör olarak ortaya çıkmasının bölgeye yönelik proje konusunda bir nitelik değişmesi yaratmadığı biliniyor. Binaenaleyh, İsrail’in Filistin’deki varlığının kabul ya da reddedilmesi, bir halkın veya doğal bir devletin var olma hakkının değil, bölgeye yönelik uluslar arası projenin kabul veya reddedilmesi meselesidir.

 

Doğal bünyenin yabancı dokuya tepkisi

1948’den beri sürekli akan kanın, bölgenin doğal bünyesinin uluslar arası projenin ürünü olan İsrail adlı yabancı dokuyu reddediyor olmasından kaynaklandığı ve uluslar arası güçlerin bölgedeki rejimler üzerinden gerçekleştirdiği her “barış operasyonunun”, doğal bünyeyi kendi dokusuna da yabancılaştırmaktan ve yaranın kangren hale gelmesinden başka bir işe de yaramadığı görülüyor.

 

17 Eylül 1978’de ABD Başkanı Jimmy Carter’in gözetiminde İsrail Başbakanı Menahem Begin’le Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın imzaladığı Camp David sözleşmesi, tüm Arap ülkelerinin katılımıyla Ekim 1991’de gerçekleşen Madrid Konferansı, 13 Eylül 1993’te FKÖ ile İsrail arasında yapılan Oslo Anlaşması ve 26 Ekim 1994’te yapılan Ürdün-İsrail Barışı, bölge bünyesinin İsrail’in varlığını kabul etmesini sağlamaya yönelik “barış operasyonları”ydı.

 

 

Camp David’den sonra bölgenin en büyük Arap ülkesi Mısır, Oslo Anlaşması’ndan sonra da Filistin halkının yasal temsilcisi olarak nitelenen FKÖ, yabancı dokuyu kabul ettiğini ortaya koymuş oldu. 1967 toprakları karşılığında tüm Arap ülkelerinin İsrail’i tanımasını öngören ve Suudi Arabistan’ın önerisiyle 2002'de Beyrut'ta yapılan Arap zirvesinde kabul edilen Arap Barış Planı da Arap devletlerinin söz konusu uluslar arası projeye teslimiyetini taçlandırdı.

 

Uluslar arası güçlerin İsrail’in bölgedeki varlığını bölgeye dayatmak için gerçekleştirdiği “barış operasyonları” bölgede iç gerilimlerin ve cepheleşmelerin ortaya çıkmasına sebep oldu.

 

İsrail’in bölge bünyesine entegrasyonunu reddeden İran ve Suriye gibi devletlerle Hizbullah ve Hamas gibi meşru siyasi hareketlerin oluşturduğu “direniş cephesi”ne karşı İsrail’i bir bölge gerçekliği olarak kabul etmeye hazır olan “Ilımlı Arap devletleri”yle el-Fetih’ten oluşan “uzlaşma cephesi”nin ortaya çıkmış olması bölgenin dışarıya karşı sarf etmesi gereken enerjisinin içeride birbirine karşı tüketilmesine sebep oluyor.

  

“Uzlaşma cephesi”, “direniş cephesi”nin bölgede sahip olduğu halk desteğine ve meşruiyete, sahip olmasa da uluslar arası toplumun desteğine, siyasi, ekonomik, askeri güce ve sahip oldukları siyasi statüye dayanarak bölgeyi öngörülen uluslar arası proje doğrultusunda dönüştürmeye çalışıyor.

 

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, bölgeye yönelik uluslar arası projenin İsrail liderliğinde bir Ortadoğu hedeflediğine işaret ederek bu hedefi “Yeni Ortadoğu” olarak açıklamıştı.

 

Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesi, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilan edilmesi, 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararına istinaden Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılması, İran’ın nükleer programından dolayı yalnızlaştırılmaya çalışılması öngörülen Yeni Ortadoğu’nun siyasi ve diplomatik zeminlerinin oluşturulması yönünde atılmış adımlar oldu.

 

İran’ın Irak bunalımını yönetmedeki başarısı, Büyük Ortadoğu Projesi’nin; Hizbullah’ın 2006 Temmuz Savaşı ile kazandığı askeri, Doha Anlaşması ile kazandığı siyasi zafer ise Yeni Ortadoğu’nun ciddi bir çıkmaza sürüklenmesine sebep oldu.

 

İsrail’in 2001’den itibaren George Bush yönetiminin askeri seçenekleri önceleyen tek taraflı politikalarla uygun adım hareket etmesi, bölgedeki “uzlaşma cephesi”ni bile oyun dışında bırakırken, Hamas’ın 2006 yılının Ocak ayında kazandığı seçim zaferi, Hizbullah’ın da Temmuz Savaşı’ndaki başarısı, “direniş cephesi”nin güçlenmesine sebep olmuştu.

 

Temmuz Savaşı’ndan sonra Lübnan’ı iç çatışmalara ve bölünmelere sevk etmeyi öngören General Dayton planı, Lübnan’da başarılı olamadıysa da Filistin’de el-Fetih- Hamas çatışmasını çıkararak Gazze ve Ramallah bölünmesini sağlamayı başardı.  

 

Ortadoğu’nun en demokratik seçimiyle iktidara gelen Hamas’ın iktidardan uzaklaştırılmasının ve yalnızlaştırılmasının önünü açan bu bölünme, “uzlaşma cephesi”ni de yeniden oyunun içine çekecek zeminleri oluşturdu.

24 Kasım 2007’de toplanan Annapolis Konferansı, Yol Haritası planının sonuçsuz kalmasıyla oyun dışında bırakılan “uzlaşma cephesi”nin yeniden oyuna dahil edilmesinin diplomatik zeminini yarattı.

 

İsrail’in son Gazze saldırısının, ablukalarla Hamas’tan uzaklaştırılamayan Filistin halkının şiddet ve terörle yıldırılarak Hamas’tan dolayısıyla da direnişten koparılmasını ve dayatılan teslim şartlarını kabul etmesini sağlamak için planlanmış gözüküyor.

 

İslam dünyasında Filistin meselesine duyarsız kalmakla suçlanan Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi ülkelerin Gazze konusundaki tutumları bu çerçevede anlam kazanıyor.

 

Binaenaleyh, söz konusu ülkelerin Gazze konusunda duyarsızlığından değil bilinçli bir şeklide uyguladıkları politikadan söz edilmelidir. Bu politika, Mısır İstihbarat Şefi Ömer Süleyman’ın İsrailli yetkililere söylediği belirtilen ve Mısır tarafından da yalanlanmayan “Hamas’ın kellesini kopartın” sözüyle veciz! bir şekilde ifade edilmiş oldu.

 

 Hamas’ın ve diğer direniş gruplarının uygulanan abluka ve devlet terörü yoluyla halktan yalıtılması başarılabilir ve liderliği ve askeri gücü tehdit olmaktan çıkarılırsa aşağıdaki hedeflerin gerçekleştirilmesi beklenebilir:

 

1- Gazze’nin tekrar Filistin Özerk Yönetimi’nin egemenliği altına sokulması.

2- Gazze’den İsrail’e atılacak füzelerin engellenebilmesi için güney Lübnan’daki UNIFIL benzeri bir uluslar arası gücün ya da en azından bir Arap gücünün bölgeye yerleştirilmesi.

3- Şartlarını İsrail’in belirlediği ağır bir ateşkes anlaşmasının imzalanması.

4-Direniş gruplarının Gazze’de sağ kalabilen askeri ve siyasi lider kadrosunun sürgüne gönderilmesi (1982 yılındaki Lübnan işgalinden sonra Arafat’la birlikte tüm FKÖ’nün Tunus’a sürgün edilmesi gibi)

4- Annapolis’le öngörülen Filistin-İsrail diyalogunun sürdürülmesini, Arap barış planını da içerecek şekilde genişleterek bir konferansın düzenlenmesi.

5- Mülteciler sorununun İsrail ve “uzlaşma cephesi”nin uygun gördüğü şartlarda çözülmesi.

Bu cümleden olmak üzere

a)Filistinli mültecilere yerleşik bulundukları ülkelerden vatandaşlık verilmesi.

b)Tazminat ödenerek Filistin topraklarına tekrar geri dönmeyecekleri yönünde taahhüt alınması.

c)Dönmek isteyenlerin de Gazze Şeridi’ne veya Batı Şeria’daki Filistinlilerin kontrolü altında bulunan yerlere dönüşünün kabul edilmesi.

 

Peki, seçim riskini göze alamayarak kapsamlı bir kara harekatı başlatamayan İsrail, tüm hava ve deniz bombardımanına rağmen direnişin askeri ve siyasi kadrosunu yok edemez ve halkı direnişten koparamazsa ne olacak?

 

İran Devrim Muhafızları Ordusu Komutanı General Caferi’nin dediği gibi o zaman Gazze, Temmuz 2006 savaşında Hizbullah’ın kazandığı zaferden çok daha büyük bir zafer kazanmış olacak.

 

Halkın direnişi yalnız bırakmaması durumunda çağın Kerbelası olan Gazze’de kan kılıca bir kez daha galip gelebilir.

 



Makaleler

Güncel