Furkan Savaşı ve direnişte yeni bir aşama

Tüm dünyadaki kitlesel gösterilerin sürdürülmesi, Gazze’den atılan Kassam füzeleri kadar önemli görünüyor. Hamas Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal’in Batı Şeria’yı ve Arap halklarını üçüncü intifadaya çağırması da bu yüzden.

Hamas, İsrail’in Gazze’ye başlattığı saldırı sonrasında yaşanan savaşı “Furkan Savaşı” olarak adlandırdı.

 

“Hak ile batılı, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı birbirinden ayıran” anlamına gelen furkan kelimesi, bu savaşı, bu savaşla öngörülen stratejilerin ve tavır alış biçimlerinin birbirinden farkını göstermesi ve tanımlaması bakımından özenle seçilmiş bir kelime olarak gözüküyor.

 

Filistin sorununun tanımlanması bakımından Furkan

 

Filistin sorununa ve İsrail’in varlığına ilişkin iki tanımlama biçiminin söz konusu olduğu söylenebilir.

 

Birinci tanıma göre klasik imparatorlukları tarih sahnesinden tasfiye eden 1. Dünya Savaşı sonrasında dünya, siyasi olarak ulus-devletler formatında şekillenirken diğer uluslar gibi Yahudilerin de kendi ulus devletine kavuşması hakkı doğmuştur. Binaenaleyh dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış olan Yahudilerin kendi dini ve tarihsel kökleri üzerinde bir ulus devlet kurma hakları bulunmaktadır ve kutsal kitapta öngörüldüğü üzere bu devletin kurulacağı topraklar merkezi Kudüs olan Filistin topraklarıdır.

 

Bu tezi savunanlar Filistin’in 1. Dünya Savaşı’nda yıkılan Osmanlı devletine ait olduğuna işaret ederek Filistin’in Yahudiler açısından en uygun yer olduğu düşüncesini “vatansız bir millete, milletsiz vatan” sloganıyla ifade ede geldiler.  

 

İkinci tanıma göre ise Filistin’de bir Yahudi ulus devletinin kurulması, Yahudilerin bölgedeki doğal ve nesnel gerçekliğinin değil, uluslar arası emperyalizmin bölgeye yönelik öngördüğü projenin ürünüdür.

 

Binaenaleyh 19. Yüzyılda yayılan milliyetçilik akımları çerçevesinde Siyonizm adı altında bir Yahudi ulus devlet ideolojisi geliştirilmiş olsa da bu ideolojinin devlet olarak hayata geçirilmesi İngiltere tarafından; korunup güçlendirilmesi de Amerika tarafından sağlanmıştır.

 

 

Şu an Gazze’de tanık olduğumuz savaş, sorunun yukarıda özetlenen iki farklı tanımının yerel temsilcilerinin savaşı olarak nitelendirilebilir dolayısıyla da sorunun tanımlanması bakımından bir Furkan niteliğindedir.

 

Filistin sorununa ilişkin tutumlar bakımından Furkan

 

Filistin halkı ve bölge ülkeleri, 1948’de bir devlet olarak ihdas edilen İsrail’i yaklaşık 30 yıl boyunca emperyalizmin bölgeye yabancı doku transferi olarak tanımlama ve buna direniş gösterme konusunda görüş birliği içinde oldu.

 

1948’de, 1967’de, 1973’te yapılan ve adına Arap-İsrail savaşları denen savaşlar bu tanımlamanın ve direnişin sonuçlarıydı.

 

Fakat Mısır’ın 1978 Eylül’ünde İsrail’le Camp David sözleşmesini yapıp, ardından da onu tanıması ve ilişkilerini normalleştirmesi, bölgedeki görüş birliğinin bozulmasına ve “direniş” yerine “uzlaşma” ve “müzakere” kavramlarının gelişmesine yönelik bir süreç başlattı.

 

Saddam rejiminin Kuveyt’i işgali sırasında ortaya çıkan Arap bölünmüşlüğü “uzlaşma” ve “müzakere” kavramlarının yerleştirilmesine uygun zemin yarattı ve sorunun artık bu kavramlar temelinde ele alınabileceği 1991’deki Madrid Konferansı’yla ortaya konmuş oldu.

 

Arap rejimlerinin İsrail’i artık emperyalizmin bölgeye yabancı doku transferi olarak görmekten uzaklaşmaya ve bunu bir gerçeklik olarak kabullenmeye başlaması, Yaser Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü’nü de “Filistin devrimi” düşüncesinden “Ortadoğu Barışı” düşüncesine yöneltmişti.

 

Binaenaleyh, FKÖ’nün 1992’de başlattığı Oslo barış süreci, “uzlaşma” ve “müzakere” kavramlarına Filistin halkının yasal temsilcisi olarak kabul edilen FKÖ’nün de teslim olduğunun açık bir ifadesi oldu.

 

Mısır’ın İsrail karşısındaki Arap tutumunu direnişten uzlaşmaya dönüştürdüğü Camp David sürecinin başladığı yıllarda bölgede Filistin sorununun tanımını ve seyrini değiştirecek İran İslam Devrimi gibi büyük bir değişim yaşanıyordu.

 

Filistin sorununu bir Arap-İsrail sorunu olarak değil tüm İslam aleminin sorunu olarak tanımlayan İran İslam Devrimi, bu tutumuyla 1948 toprakları üzerinde İsrail’i meşru görüp 1967 topraklarında Filistin için devlet dilenen “uzlaşma”cı Arap tezine büyük bir darbe vuruyordu.

 

İran İslam Devrimi’nin etkisiyle Filistin sorununa liderlik eden Arap ulusalcılığı veya sol ideolojiler zayıflamaya ve devrimci bir İslami ideoloji gelişmeye başlarken Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de de İslami Cihat ve Hamas gibi hareketler, “direniş”i pratiğe aktarıyordu.

 

Bölgede artık sadece İsrail’in varlığına ve Filistin sorununa yönelik tanımda değil bu sorunun çözümüne ilişkin yöntem konusunda da iki tutum söz konusu oldu.

 

Arap rejimleriyle el-Fetih’e göre Filistin sorunu bir Arap sorunudur ve Filistin sorununun çözümünün tek yolu iki devletliliğin temel alındığı bir uzlaşmadan/barıştan ve müzakerelerden geçmektedir.

 

İran, Hizbullah, Hamas ve İslami Cihat’a göre ise Filistin sorunu, barındırdığı değerler bakımından İslami ve uluslar arası projelere konu olması bakımından da evrensel bir sorundur. Belirlenmiş bir yasal sınırı olmayan bir fiili durum rejimi olan İsrail’den uzlaşma ve müzakereler yoluyla hiçbir hakkın alınması mümkün değildir. Bölgeyi yaşanmaz kılan bu rejimin tasallutundan kurtulmanın tek yolu ona bölgeyi yaşanmaz kılacak bir direnişten geçmektedir.

 

Binaenaleyh Gazze’de yaşanan ve Hamas tarafından Furkan Savaşı olarak isimlendirilen bu savaşın, bu iki tutumun furkanı/ayırt edicisi olduğu söylenebilir.

 

Irak’ın işgali sonrasında ortaya çıkan siyasi yapıya ilişkin son derece direnişçi söylemler geliştiren Arap rejimleriyle bu rejimler tarafından manipüle edilen dini kanaat önderleri ve propaganda aygıtlarının Gazze konusundaki eylemsizliği elbette bir duyarsızlığın değil bir politikanın ürünü olarak dikkat çekmektedir.

 

Bir slogan değil gerçekçi bir stratejik seçenek olarak direniş

 

Savaş, siyasi hedeflere uygun sonuç elde etmek için başvurulan bir siyasi araçsa, zaferi tayin eden en temel etken de düşmana verdirilen kayıplarla değil ulaşılan siyasi hedeflerle bağlantılı olmak durumundadır.

 

Hizbullah’ın 2006 yılında kazandığı ve Winograd raporuyla İsrail’in de itiraf ettiği zaferin anlamının bu çerçevede düşünülmesi gerektiği söylenebilir.

 

Binaenaleyh Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’ın “İsrail bölgenin en üstün hava kuvvetlerine sahip olabilir, nükleer silahlara sahip olabilir; ama vallahi Siyonist rejim örümcek ağından daha zayıftır” sözünün propagandaya yönelik bir slogan olmadığı 2006 yılındaki Temmuz Savaşı’nda görüldü.

 

Coğrafi olarak stratejik derinlikten yoksun olan İsrail’in askeri operasyon başarısı ani, büyük ve kısa süreli bir savaşla sınırlıdır. İsrail’in büyük oranda sivil kayıplarına ve yıkıma sebep olsa da azami 6 gün içinde kazanamadığı bir savaştan siyasi sonuçları bakımından zaferle çıkamadığı ortadadır.

 

2006 yılındaki Temmuz Savaşı ile Gazze’de yaşanan Furkan Savaşı’nın, İsrail’in öngördüğü siyasi hedefler bakımından farklı zamanlarda ve farklı cephelerde yapılan aynı savaş olduğu söylenebilir.

 

2006 Temmuz Savaşı’nda kendi tabiriyle Hizbullah’ın direniş alt yapısını çökertmek ve İsrail’in kuzey sınırlarının güvenliğini garanti altına almak şeklinde siyasi hedefler ortaya koyan İsrail, Gazze savaşıyla Hamas’ın direniş altyapısını çökertmeyi ve İsrail’in güneyini roket saldırılarına karşı güvenli hale getirmeyi öngörüyor.

 

Bin yüz Lübnanlı sivili öldüren ve Lübnan’ın sivil altyapısını tahrip eden İsrail, Hizbullah’ın füze saldırılarına 33 gün dayanabildi. Çünkü direnişi tek stratejik seçenek olarak gören bir hareketle ve bu harekete inanmış kararlı bir halkla savaşıyordu.

 

Coğrafi olarak Lübnan’dan çok daha elverişsiz şartlarda bulunmasına ve Hizbullah’a kıyasla çok daha az savaş imkanlarına sahip olmasına rağmen Gazze direniyor ve Gazze’de hiçbir siyasi hedefine ulaşamayan İsrail, savaşın ikinci haftasında çıkan 1860 sayılı Güvenlik Konseyi kararını yedekte tutarak güç gösterisini sürdürmeye çalışıyor.

 

Direnişi tek stratejik seçenek olarak gören Filistinli direniş gruplarının ve direnişe inanan 1.5 milyonluk Gazze halkının bin şehit daha vermeye hazır kararlı iradesi, Lübnan yenilgisini 1701 sayılı kararın ardına gizleyen İsrail’i daha ağır bir hezimete mahkum edecek gibi görünüyor.

 

Öte yandan Hamas Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal’in 10 Ocak’ta yaptığı konuşmada ateşkes ile ilgili olarak söz konusu ettiği kırmızıçizgiler, savaş konusundaki inisiyatifin hala direnişin elinde olduğunu göstermesi bakımından son derece önemli gözüküyor.

 

Meşal’in bu açıklaması, Gazze’de direnişin tasfiyesini öngören 1860 sayılı karar üzerinde yapılacak her türlü tadilatta belirleyici olacak olanın İsrail, uzlaşmacılar cephesi, Avrupa veya Amerika değil, bizatihi direnişin kendisi olacağını ortaya koyuyor.

 

İsrail’in saldırılarını durdurmasını, ablukanın kaldırılmasını, sınır kapılarının açılmasını ve bölgeye uluslar arası güç konuşlandırılmasının reddini, direnişin kırmızıçizgileri olarak ortaya koyan Halid Meşal, savaşın siyasi sonuçlarını belirlemede kimin inisiyatif sahibi olduğunu ortaya koymuş oluyor.

 

İsrail, Lübnan’da çıkmaza giren savaşı durdurmak üzere bir türlü harekete geçmeyen “uluslar arası toplum”u savaşı bitirmeye zorlamak için Kana’daki BM kampına sığınan sivilleri katletmiş ve 1701 sayılı kararın çıkmasını sağlamıştı.

 

1860 sayılı kararın Gazze’deki BM’ye ait UNRWA okulunda gerçekleştirilen katliamdan sonra çıkarılması da tesadüf değil.

 

Şu an 1860 sayılı kararı kabul etmez görünerek güç gösterisini sürdüren İsrail’in durduramayacağı füzelere ve asla bitiremeyeceği direnişe teslim olmaktan başka seçeneği bulunmuyor. Elbette İsrail’in teslim oluş sürecinin hızlandırılması, onun uzlaşmacı cephedeki dostlarından aldığı desteğin düzeyinin düşürülmesine bağlı.

 

Bu bakımdan tüm dünyadaki kitlesel gösterilerin sürdürülmesi, Gazze’den atılan Kassam füzeleri kadar önemli görünüyor. Hamas Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal’in Batı Şeria’yı ve Arap halklarını üçüncü intifadaya çağırması da bu yüzden.

 



Makaleler

Güncel