Tahran Pirus Zaferi mi istiyor?

Eğer bu, belli bir cenahın yok edilmesine yönelik kalıcı ve kapsamlı bir tasfiye operasyonu ise önümüzdeki vadede İran’da ye yeni bir Beni Sadr vakasına veya yeni Montezeri vakalarına tanık olabiliriz.

“İstiklal, özgürlük ve İslam Cumhuriyeti” sloganıyla gerçekleştirdiği devrim ve kurduğu sistemle bölgesindeki rejimlerden tamamen farklılaşan İran, 30 yıl aradan sonra tipik bir Ortadoğu rejimi olma yönünde kararlı adımlar atıyor.

 

Körfez ülkeleri gibi krallık veya emirlikler ile Mısır, Suriye, Libya gibi adı cumhuriyet olan totaliter rejimlerin ortak özellikleri şu şekilde sıralanabilir:

 

1- Devletin belirli bir kişi, aile veya partinin mutlak egemenliğinde olması.

 

2- Yetkileri sınırsız kral, emir veya başkanın sorgulanmazlığı ve cevap verici olmaktan münezzeh sayılması.

 

3- Demokratik süreçlerin sonucunun baştan belli olması.

 

4- Sistem içi dahi olsa çok sesliliğe tolerans gösterilmemesi. İktidarını, sahip olduğu küresel ittifak ilişkisine borçlu olan yönetici sınıfın, “ulusal güvenlik” adına her türlü dini, ahlaki veya insani değeri ayaklar altına almaktan kaçınmaması.

 

5- Sistemin bekasının güvenlik tedbirlerinden başka bir araçla sağlanamayacağının düşünülmesi ve ulusal stratejinin buna odaklanması.

 

6- Sistemin farklı seslere darbe veya devrimden başka siyasi katılım imkanı tanımayacak ölçüde tekilci olması.

 

İslam Cumhuriyeti bir Ortadoğu rejimi değildi

İran İslam Cumhuriyeti son cumhurbaşkanlığı seçimi öncesine kadar istiklal, özgürlük ve İslam Cumhuriyeti kavramlarını hayata geçirme biçimiyle bölgesindeki tüm rejimlerden farklılaşmakla kalmadı, hatta bölgesindeki halklar nezdinde ideal bir model olarak algılandı.

 

Çünkü İslam Cumhuriyeti ile ortaya konan “istiklal” tanımı, salt bağımsızlık veya devrim süreciyle sınırlı kalan bir slogan değil; kurulu sisteme bölgesel ve küresel onur kazandıran ve uluslar arası alanda etkili bir aktör olmasını sağlayan güçlü bir dinamik oldu.

 

Özgürlük de salt iktidarı ele geçirmek için devrimci motivasyonu güçlendiren bir slogan olarak kullanılmadı; İslam Cumhuriyeti, hayata geçirdiği özgürlükle ortak ulusal misak olan anayasaya bağlı tüm toplumsal kesimlere siyasete katılım imkanı sağlayarak çok sesli ve açık bir toplum yaratılabileceğini gösterdi.

 

İslam, salt bireysel dünyaya has bir tecrübe olarak değil, toplumsal rüşt ve adaletin en esaslı moral dinamiği olarak yönetimin meşruiyetinin kaynağı olarak belirlendi ve bu meşruiyete, halkla yönetimi buluşturan cumhuriyet ilkesiyle makbuliyet kazandırıldı.

 

8 yıllık savaşta şehirlere yağan füzelere rağmen ulusal güvenlik gerekçesiyle hiçbir seçimi ne iptal edip ne de erteleyen, ulusal misak olarak nitelenen anayasaya bağlı tüm siyasi gruplara siyasi sahnede yer veren, yaşanan siyasi bunalımları güvenlik tedbirleriyle değil; katılım, müzakere ve uzlaşmayla yöneten İslam Cumhuriyeti, bu pratiği ile bölgesindeki rejimlerden farklılaşmış ve bölge halkları tarafından bir ideal model olarak görülmüştü.

 

Ortadoğu rejimi olma yönünde atılan adımlar

Onuncu dönem cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra ortaya çıkan bunalım karşısında sergilediği şu davranışlar ise Tahran’ın 30 yıllık İslam Cumhuriyeti tecrübesinden gittikçe uzaklaşmakta ve bölgesindeki rejimlere yaklaşmakta olduğunu düşündürüyor.

 

1- Seçim sonuçlarına yapılan itirazlar ve ortaya konan demokratik tepkiler bir “kadife devrim” girişimi olarak ortaya kondu.

 

2- Seçim sonuçlarına yönelik protestolar sırasında kamu güvenliğini bozan anayasal düzen karşıtı marjinal grupların şiddet eylemleri bahane edilerek, sistem içi siyasi gruplar ve onların tabanları ötekileştirilmeye çalışıldı.

 

3- Sokak gösterilerine karşı kamu güvenliğini sağlamakla görevli bir kısım organlar, üniversite yurtlarına saldırıp cinayet işleyerek benzeri görülmemiş bir güvenlik hizmeti verdi!

 

4- Suçlu dahi olsa şeffaf ve adil bir şekilde yargılanıncaya kadar can güvenlikleri devletin garantisi altında olması gereken tutuklular cezaevlerinde öldürüldü. Yaşanan olaylar sırasında kaç kişinin hayatını kaybettiğine ilişkin 2 ayı aşkın bir sürenin geçmesine rağmen kamuoyunu tatmin edecek hiçbir kesin resmi rakam açıklanmadı.

 

5- Olaylardan hemen sonra tutuklanan şahısların neyle suçlandıkları, hangi cezaevinde bulundukları, hangi güvenlik birimi (Polis, Devrim Muhafızı, Besic veya İstihbarat) tarafından tutuklandıkları aylarca ailelerinden bile gizlendi. Tutuklular avukatlarıyla görüştürülmedi ve mahkeme gününe kadar haklarındaki iddianame avukatlarına verilmedi.

 

6- Bu şartlar altındaki tutukluların mahkemesi, alınan “itiraflar”la belli bir siyasi kesimi tasfiye amaçlı olarak siyasi gösteriye dönüştürüldü.

 

7- İslam İnkılabı Rehberi’nin üniversite yurtlarına yapılan saldırıları ve tutukluların öldürülmesini “cinayet” olarak tanımlamasına, bilinen ölüm olaylarının gerçekleştiği Kehrizek tutukevinin kapatılması talimatını vermesine rağmen, Kehrizek Tutukevi’nin 13 yetkilisinin (kim oldukları belirtilmeksizin) görevden alındığının açıklanmasından ve cezalandırılacaklarının söylenmesinden öte hiçbir adım atılmadı. Dönemin İçişleri Bakanı Sadık Mahsuli’den konuyla ilgili hiçbir açıklama gelmedi. Bütün bu olaylarla ilgili makamı itibariyle birinci dereceden sorumlu olan Tahran Devrim Mahkemesi Savcısı Said Murtazavi terfi ettirilerek Başsavcı yardımcılığına getirildi. Hükümet adına bu konudan bahseden tek resmi yetkili olan Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ise bu olayların “ajanlar” tarafından yapıldığını belirterek “kadife devrim” senaryosuna uygun bir açıklama yapmış oldu.

 

8- İslam İnkılabı Rehberi’nin seçim sonuçlarına itiraz edenleri, itirazlarını ilgili kurumlar nezdinde ve yasal yollardan yapmayıp sokakta hak arayışına girdikleri için sadece “hatalı dost” olarak nitelemesine ve “dostu bir hatası yüzünden düşman saymayın” uyarısına, seçim sonuçlarına itiraz eden liderlerin yabancılarla işbirliği yaparak rejimi devirmeye çalıştıklarına ilişkin ifadelerin sadece bir iddia olduğunu belirtmesine ve salt iddialarla bu tür suçlamaların yapılamayacağını ortaya koymasına rağmen, Anayasayı Koruyucular Kurulu’nun üyeleri Ayetullah Yezdi ve Cenneti, Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ve Devrim Muhafızları Komutanı General Muhammed Ali Caferi, rejimi devirmek isteyen asli unsurların Musevi, Kerrubi, Hatemi, hatta ima yoluyla Ayetullah Rafsancani olduğunu söyleyebildi ve bunların yargılanmasını isteyebildi.

 

“Kadife devrim”den “yumuşak savaş”a

Besic’den sorumlu Genelkurmay Başkan Yardımcısı General Zulkadr, Meşhed’deki bir törende yaptığı konuşmada seçim sonrasında yaşanan itirazların “kadife devrim” olarak nitelenmesine işaretle İran’ın şu an “yumuşak bir savaş” vermekte olduğunu belirterek şunları söylüyor:

 

“Sert savaşta (Ceng-i Sakht) dost ve düşman sınırları bellidir; ama yumuşak savaşta (Ceng-i Nerm) hiçbir sınır, hiçbir maddi ve nesnel istihkam belli değildir. Düşman her yerde bulunmaktadır. Sert savaşta savaş meydanı belli ve somuttur; ama yumuşak savaşta sınırlı bir bölge yoktur; bu asimetrik savaşta her yer savaş meydanıdır.”

 

Bu söylem, Türkiye kamuoyunun “postmodern darbe” diye anılan 28 Şubat sürecinden aşina olduğu bir söylemdir. 28 Şubat sürecinde de Genelkurmay Milli Askeri Stratejik Konseptini yani tehdit algılamasını değiştirdiğini belirterek Türkiye Cumhuriyeti rejimi için dış tehditlerin değil, iç tehditlerin öncelikli hale geldiğini belirtmiş ve tehdit sıralamasında iktidardaki Refah Partisi’ni kastederek “irtica”nın birinci sırada yer aldığını ifade etmişti.

 

General Zulkadr şöyle devam ediyor: “Sert savaş, birlik sağlayıcıdır, halk büyük bir motivasyonla savunma hatlarına gelmektedir; ama yumuşak savaşta düşman mevzileri teker teker fethetmekte; ama kimse bunu fark edememektedir.”

 

Şu an için İran’da yaşanan bu nitelik değişmesini İran’daki bazı kesimlerin ifade ettiği gibi bir “kadife darbe” olarak nitelemek ne kadar gerçekçi olur bilinmez; ama ortaya konan tutum ve yapılan açıklamalar İran’ın artık tehdit algısındaki önceliği “yumuşak savaş” nitelemesiyle dışarıdan içeriye yönelttiği söylenebilir.

 

İran İslam Cumhuriyeti’ni Ortadoğu’daki diğer rejimlere benzeştiren de işte tehdit algısında gittiği değişikliktir.

 

Askerlerin meslekleri gereği yaşanan gelişmeleri “dost-düşman” algısı içerisinde tanımlaması son derece anlaşılabilir ve normal bir durum olarak değerlendirilebilir. İmam Humeyni’nin askerlerin siyasetten uzak durmasını istemesinin sebebi de bu olmalıdır. Ancak cumhurbaşkanının da aynı algıyı paylaşması, Ahmedinejad’a yöneltilen ABD ve İsrail’e karşı başvurduğu mücadele yöntemlerinin aynısını, içerideki siyasi rakiplerine karşı da kullandığı şeklindeki eleştirileri haklı çıkarıyor.

 

İran’da bazı kesimlerin dediği gibi eğer gerçekten bir darbe söz konusuysa ve mevcut seçim sonuçları da eğer bu darbenin bir ürünü ise “darbe hükümetinin” verdiği “yumuşak savaşta” siyasi rakiplerine karşı hiç de yumuşak davranmaması ve ülkenin en ana akımlarından birini tasfiye etmek için her yola başvurması beklenebilir.

 

Ancak yaşanan sürecin halkı, kurumları, hatta ulemayı böldüğü ve halkın önemli bir kesiminin, Düzenin Yararını Belirleme Kurulu’nun, Meclis’in ve ulemanın mevcut durumdan ciddi bir rahatsızlık duyduğu da ortadadır.

 

Eğer başlatılan “yumuşak savaş” iddia edildiği gibi “şaibeli seçim sonrasında kurulan darbe hükümetini” kabule zorlamak için atılmış geçici bir adımsa; halkın, söz konusu kurumların ve ulemanın sistemin zarar görmemesi için bu geçici olağanüstü duruma sabretmeleri beklenebilir.

 

Ama eğer bu, belli bir cenahın yok edilmesine yönelik kalıcı ve kapsamlı bir tasfiye operasyonu ise önümüzdeki vadede İran’da ye yeni bir Beni Sadr vakasına veya yeni Montezeri vakalarına tanık olabiliriz.

 

“Yumuşak savaşta düşman mevzileri teker teker fethetmekte; ama kimse bunu fark edememektedir” paranoyasıyla başlatılan yumuşak savaşta General Zulkadr’in dediği gibi sınırlı bir bölge kalmayacak ve bu asimetrik savaşta her yer savaş meydanı olacaksa, bu savaş sonrasında İran’ın kazanacağı zafer ancak “Pirus Zaferi” olacaktır.

 



Makaleler

Güncel