Önemli olan dış politikanın dayandığı grand stratejidir

Türkiye’nin halihazırdaki dış politikası, bölgeyle ilişkilerin güçlendirilmesine yönelik olumlu bir seyir izliyor; ancak önemli olan halihazırdaki Türk dış politikasının nasıl bir grand stratejiye dayalı olduğudur.

Ak parti yönetimindeki Türk dış politikasının stratejik vizyonu konusunda net bir resmi çerçeve sunulmamış olsa da bu politikanın mimar(lar)ının, resmi olarak “bölgeyle sıfır problem, azami işbirliği ve kapsamlı entegrasyon” şeklinde üç aşamalı bir dış politika hedefi ortaya koyduğu biliniyor.

 

Peki acaba nihai aşamada bölge ülkeleriyle (Ortadoğu, Balkanlar, orta ve doğu Avrupa, Kafkaslar, hatta Orta Asya) entegrasyon hedefi öngören bu dış politika yönelimi, Türkiye’de Ak Parti iktidarıyla girişilen bir grand strateji değişikliğine mi işaret ediyor?

 

Bu soruya cevap olmak üzere yapılan analizlerde, nesnel şartlardan ziyade öznel yargılara dayalı kaygıların veya beklentilerin dile getirildiği söylenebilir.

 

Türkiye’nin Ak Parti yönetimindeki dış politikası “romantik bir iyimserliğe” veya “kuşkulu bir kötümserliğe” dayalı iki uç ve zıt yargı temelinde analiz ediliyor.

 

Türkiye’nin son dönemdeki dış politikasıyla ilgili analizlerini “romantik iyimserlik” yargısı çerçevesinde ortaya koyanlar, Türkiye’nin 21. yüzyıla yeni bir grand stratejiyle girdiğini hissettirerek bu politikaların “Yeni Osmanlıcılık” türünden bir stratejiye matuf olduğunu ima ediyorlar.

 

Yeni dış politika mimarlarının bu yönde herhangi bir resmi beyanı olmamasına rağmen, “bölgeyle sıfır problem, azami işbirliği ve kapsamlı entegrasyon” şeklindeki resmi dış politika hedeflerini Yeni Osmanlıcılık grand stratejisine dayalı olarak okuyan romantik iyimserler, bu analizleriyle kimilerinde “küresel aktör Türkiye” beklentisi yaratırken, kimilerinde de “eksenini Batı’dan Doğu’ya kaydıran Türkiye” kaygısı oluşturuyorlar.

 

“Kuşkulu kötümserlere” göre ise Türkiye, Soğuk Savaş sonrasının belirsizlikleri ortadan kalkıncaya ve kabul edilebilir bir küresel sistem kuruluncaya kadar risk almaktan kaçınmalı ve Soğuk Savaş döneminin ittifak ilişkilerini geleneksel çerçevede korumalıdır. Binaenaleyh bu yeni dış politika, eğer Ankara’nın aklının ürünü ise burada bir maceracılık, eğer Washington’un veya Brüksel’in aklının ürünü ise de bir komplo kuşkusu söz konusudur.

 

Halbuki nesnel şartlara dayalı bir analiz, Türkiye’nin yeni dış politika yöneliminin niteliğini anlama ve Türkiye İsrail ilişkilerinin bugün geldiği noktayı doğru değerlendirme bakımından daha aydınlatıcı olabilir.

 

Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Soğuk Savaş döneminde NATO’nun güvenlik şemsiyesine sığınarak dost-düşman algısını mensubu olduğu ittifak sisteminin belirlemelerine göre tayin ettiği biliniyor.

 

Ancak Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde Batı ittifakı içerisinde yer almasını, salt güvenlik kaygısına dayalı pragmatik bir tercih olarak değerlendirmek de gerçekçi gözükmüyor. İki yüz yıllık bir modernleş(tir)me tarihine sahip olan Türk yönetici elitleri açısından Batı ittifakı içerisinde yer almak salt bir güvenlik değil, aynı zamanda bir medeniyet tercihiydi.

 

Binaenaleyh Osmanlı devletiyle başlayan modernleşme serüveni içerisinde yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti açısından Batı ittifakı içerisinde yer almak, hem başlatılan medeniyet değişimi projesinin devamının hem de kurulan yeni rejimin güvenliğinin garanti altına alınması anlamını taşıyordu.

 

Nitekim Soğuk Savaş sonrasında oluşan tüm belirsizliklere rağmen, Türkiye’de Batı ittifakı tercihi konusunda neredeyse konsensüs olarak nitelenecek bir ortak kanaatin mevcut olduğu söylenebilir. Her ne gerekçeyle izah edilirse edilsin, İslami kökenli siyasetçilerin iktidara geldiklerinde AB’ye üyelik konusunda sergiledikleri kararlılık bu tespiti doğrular niteliktedir.

 

Peki o zaman Ak Parti iktidarıyla başlatılan dış politika yönelimi, neden “eksen kayması” kaygılarına yol açıyor?

 

Bunun cevabı, Türkiye’deki toplumsal ve ekonomik yapıda gerçekleşen değişimlerle ve yönetici elit profilinin değişmesiyle olduğu kadar, dünya sistemindeki belirsizliklerle de ilgili gözüküyor.

 

Dünya, Soğuk Savaşın sona ermesinin üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen hala 2. Dünya Savaşı galiplerinin anlaşmasıyla kurulmuş olan dünya sistemiyle idare ediliyor. BM’nin yapısı, uluslar arası konvansiyonlar, Güvenlik Konseyi’ndeki daimi ve geçici üyelik statüleri ve veto yetkisi, iki kutuplu dünya sisteminin şartlarına göre belirlenmişti.

 

Bilgisayar tabiriyle donanımı çökmüş; ama yazılımı hala yürürlükte olan bu sistem, 11 Eylül’den bu yana tek kutupluluk düşüncesini kuvveden fiile geçirmeye çalışan ABD’yi de dünyanın geri kalanını da memnun etmiyor. Görünen o ki ABD diğer küresel aktörler düzeyine düşmeden ya da ABD oranında yeni bir küresel güç ortaya çıkmadan, üzerinde anlaşmaya varılmış yeni bir dünya sistemi kurulmayacak ve 1990’dan bu yana süren küresel belirsizliklerden kaynaklanan bölgesel istikrarsızlıklar bir müddet daha sürecek.

 

Ak Parti’nin, Türkiye’nin geleneksel ittifak sistemleri içerisindeki konumunu, küresel belirsizliğin yarattığı bölgesel istikrarsızlıklarda ve çatışmalarda aktif roller alarak yükseltmeye dayalı bir dış politika stratejisi izlediği söylenebilir.

 

ABD’nin Irak işgali sonrası gündeme getirdiği Büyük Ortadoğu veya Yeni Ortadoğu Projesi’nin çöküşünün 2006’da Baker-Hamilton raporuyla zımnen ilan edilmesi, bölgede İran’ın direniş söylemine dayalı dış politikasıyla Türkiye’nin uzlaşma, arabuluculuk ve istikrar söylemleri üzerine kurduğu dış politikasının nüfuzunu arttırdı.

 

Arap dünyasının geleneksel önderleri olan Mısır ve Suudi Arabistan’ın bugün nüfuz alanlarını İran ve Türkiye gibi Arap olmayan aktörlere terk etme kaygısına kapılmış olması bu açıdan üzerinde durulması gereken önemli bir gelişmedir.

 

Bölge, Irak işgalinden bu yana ABD ve İsrail’in oluşturduğu “sulta cephesi” ve buna yandaş Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve Filistin Özerk Yönetimi’nden oluşan “ılımlılar cephesi” ile İran, Suriye, Hizbullah, Hamas’tan oluşan “direniş cephesi”nin çatışmasına sahne olurken, Türkiye bölgeye her iki cepheyi de kendine cezp etmeyi başaran üçüncü bir söylemle girdi.

 

Bölgede güvenliğe ve istikrara duyulan ihtiyaca ilişkin malzemeler de adaletsizlikten, ayrımcılıktan ve dengesizlikten kaynaklanan malzemeler de boldu. Türkiye, “sulta cephesi” ile “ılımlı cepheye” güvenlik, istikrar, diyalog ve uzlaşı ihraç etti. Bu cümleden olmak üzere, Afganistan konusunda ISAF sivil yöneticiliği görevini üstlendi. Irak’ta siyasi sürece karşı silahlı mücadele veren Sünnileri siyasi sürece ikna etmek için devreye girdi. Suriye-İsrail barış görüşmelerine arabuluculuk etti.

 

Öte yandan da İran’ın nükleer programına karşı İsrail’in nükleer silahlarını söz konusu ederek yapılan ayrımcılığa dikkat çekti. Filistin Özerk Yönetimi’nin yanı sıra –iktidar partisi düzeyinde de olsa- Hamas’ı da muhatap aldı. İsrail’in güvenliğinin yanı sıra Filistin’in güvenliğine de vurgu yaptı. Lübnan’da hem Hariri liderliğindeki 14 Martçılarla hem de Hizbullah liderliğindeki 8 Martçılarla diyalog kurdu. Böylece “direniş cephesinin” adalet, eşitlik, ayrımcılık mağduriyeti konularındaki taleplerine cevap verdi.

 

Başbakan Erdoğan’ın Davos çıkışıyla başlayan İsrail Türkiye gerilimi, Türkiye’nin çatışmaları ve tehditleri bir fırsata dönüştürmek stratejisine dayalı adımlarının doğal sonucu olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla Türkiye'nin başta İran ve Suriye olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştirirken, İsrail'le 1990'ların ikinci yarısında kurduğu "stratejik ittifak"ının sorunsuz bir şekilde devam etmesi beklenemezdi.  

 

2000 yılındaki Ariel Şaron iktidarından bu yana sürekli olarak aşırı sağcı koalisyonlarla yönetilen İsrail’in, ABD’nin mutlak himayesine duyduğu güvenden dolayı tüm şiddet potansiyelini kullandığı için gittikçe yalnızlaştığı biliniyor.

 

Türk dış politikasının söylemlerine İran’a bile zeytin dalı uzatacak kadar yakın duran Obama’nın, İsrail’deki Bush paraleli hükümetin hatırı için, Hamas’a silah bırakmasını öğütleyen, Filistin’in güvenliği konusunu İsrail’in güvenliği ile birlikte söz konusu eden, Suriye-İsrail görüşmelerine arabuluculuk yapan Türkiye’yi azarlamasını kimse beklemiyor.

 

Her halükarda içeride demokratikleşen Türkiye’nin, bölgeyle azami işbirliği ve entegrasyon hedefiyle izlediği dış politikanın İsrail’le 13 yıl önce (yani postmodern darbe süreçlerinde) kurduğu “stratejik ittifak” ilişkisine kazandırmaya çalıştığı balans, birçok kimse tarafından hala şaşkınlıkla izleniyor.

 

Bu yeni balans, 13 yıl önce Habitat zirvesi için Türkiye’ye yaptığı ziyarette İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Wiezman’ın “Türk ordusunun Erbakan’ın başbakanlığı karşısında boş durmayacağına” ilişkin açıkça iç işlerine müdahale anlamı taşıyan ifadelerini “bu Sayın Wiezman’ın kişisel görüşüdür” diyerek tevil eden Türk dışişleri bakanlığı açıklamalarına alışkın olan İsrail’i kızdırıyor.

 

Dönemin İsrail Dışişleri Bakanı David Levy’ye ocak ayında randevu vermemesi yüzünden içeride Başbakan Erbakan’ın linç edilişini zevkle izlemiş olan ve Levy’nin 8 Nisan 1997’deki ziyaretinden sonra yürürlüğe giren Stratejik Diyalog Anlaşması’nın bereketiyle Genel Kurmay Başkanlığı’nın Milli Askeri Stratejik Konsept’ini değiştirip “irticayı” ve bunu destekleyen dış unsur olan İran’ı öncelikli tehdit ilan edişine tanık olan İsrail’i kızdırıyor.

 

Buna karşın aynı balans, bazılarında da Hamas’a silah bırakmasını öğütleyen Gazze’nin güvenliğini ancak İsrail’in güvenliği ile aynı cümle içerisinde kullanabilen Ankara’nın Filistin için İsrail’le ilişkilerini feda edebileceği vehmini oluşturuyor.

 

Hiç kuşkunuz olmasın ki İsrail’de Yahudi yerleşim merkezleri inşasını durdurarak Filistin Özerk Yönetimi ile “Ortadoğu Barış Sürecini” başlatan ve Suudi Arabistan’ın sunduğu Arap barış planı konusunda Arap Birliği ile müzakerelere oturan bir hükümet iktidar olunca, Türkiye bu müzakerelere ev sahipliği yapmak için talepte bulunur.

 

İsrail’in kızgınlığı da içerideki romantik iyimserlerin beklentileri de birer nostalji olur.

 

Sonuç:

 

Türkiye’nin halihazırdaki dış politikası, bölgeyle ilişkilerin güçlendirilmesine yönelik olumlu bir seyir izliyor; ancak önemli olan halihazırdaki Türk dış politikasının nasıl bir grand stratejiye dayalı olduğudur.

 

ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell’in son Lübnan ziyaretinde ABD’nin Lübnan Büyükelçiliği şu açıklamayı yaptı: “ABD Başkanı Barack Obama ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, İsrail-Filistin, İsrail-Suriye, İsrail-Lübnan barışını ve Arap Ülkelerinin İsrail’le ilişkilerinin normalleştirilmesini kapsayan kapsamlı bir Ortadoğu Barış Planı’nı desteklemektedir.”

 

Şimdi kilit soru şu: Ankara’ya ciddi bir bölgesel nüfuz kazandıran bu "bölge öncelikli yeni dış politika" yöneliminin dayandığı grand stratejinin, ABD’nin desteklediğini ilan ettiği bu Geniş Kapsamlı Ortadoğu Barış Planı’na ilişkin öngörüsü nedir?

 

Bir başka deyişle Türkiye, kendisine bölgede itibar ve nüfuz kazandıran yeni dış politikasını, Geniş Kapsamlı Ortadoğu Barış Planı’nı kolaylaştırmayı öngören bir dış politika stratejisi mi izlemektedir?

 

Türk dış politikasında “eksen kayması” olup olmadığı, ya da yeni dış politikanın “Ankara eksenli” olup olmadığı tamamen bu soruların cevabına bağlı görünüyor.

 



Makaleler

Güncel