İsrail’le problemi sıfırlamak için “komşularla sıfır problem”den vazgeçmek

Ankara'nın Şam'a yönelik tutumu gerçekten “insan hakları" hassasiyetine dayalı idealistliğinden mi yoksa Suriye konusunda sürekli temas halinde bulunduğu ABD ile olan ittifak ilişkilerinin dayattığı realistlikten mi kaynaklanıyor?

 

1978’de Mısır, 1993’te Filistin Kurtuluş Örgütü ve 1994’te de Ürdün, İsrail’i tanımış ve ABD öncülüğündeki “Barış sürecine” dahil olmuşsa da herhangi bir bölge ülkesinin İsrail’le ilişki biçimi ile o ülkenin bölgenin toplamıyla olan ilişkileri arasındaki “ters orantı kuralı” bozulmuş değil.

Bir başka deyişle Arap ülkeleri arasında İsrail’le ilişkilerin “normalleştirilmesi” yönünde ciddi bir eğilim[1] bulunmakla birlikte, herhangi bir bölge ülkesinin İsrail’le kurduğu ilişki biçimi, onun bölgesiyle olan ilişkilerini ters orantılı bir şekilde etkilemeye devam ediyor. Yani adeta doğal bir sebep sonuç ilişkisi niteliğindeki bu “ters orantı kuralı” doğrultusunda İsrail’le ilişkilerini iyileştiren ülkelerin, -toplam düzeyde- bölgesiyle olan ilişkileri kötüleşirken, İsrail’le ilişkileri kötüleşen ülkelerin -toplam düzeyde- bölgeyle olan ilişkileri iyileşmektedir.

1990’lı yılların ikinci yarısında İran ve Suriye’yi “öncelikli tehdit” ilan eden Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin neden “stratejik ittifak” düzeyine yükseltildiği ve 2000’li yıllardan itibaren “komşularla sıfır problem” politikası izleyen Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin neden gerginleştiği işte bu “ters orantı kuralı”yla izah edilebilir.    

İsrail’le sıfır problem, bölgeyle gerginlik

29 Nisan 1997’de Genelkurmay’ın “Milli Askeri Stratejik Konseptini” değiştirerek “irtica ve bölücülüğü öncelikli tehdit” İran ve Suriye’yi “bu tehditleri besleyen dış kaynaklar” olarak tanımladığı dönemlerde Türk İsrail ilişkilerinde “bahar havası” hakimdi.

Nitekim dönemin Savunma Bakanı Turhan Tayan’ın 1 Mayıs 1997’de İsrail’e yaptığı ziyaretle birlikte Türkiye İsrail ilişkilerinin “stratejik ittifak” olarak tanımlanmasına dayanak teşkil eden “Stratejik Diyalog Forumu” süreci hayata geçmiş ve bu süreç kapsamında Türk ve İsrailli askeri yetkililer, 6 aylık periyotlarla bir araya gelerek ortak tehdit değerlendirmeleri yapmaya başlamıştı.

O dönemde öncelikli hedefi Refah Partisi’ni devirmek olan genelkurmay, 28 Şubat süreciyle sadece iç politikayı değil, Türkiye’nin dış politikasını da belirleyen tek güç olmuştu ve İsrail’le başlattığı “Stratejik Diyalog” kapsamında İsrail’in dostlarını dost, düşmanlarını düşman olarak tanıyarak içeride uygulamaya koyduğu post modern darbe sürecinde Amerika’dan destek almayı başarmıştı.

Refah Partisi’nden ayrılan kadroların öncülüğünde kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi 3 Kasım 2002’de tek başına iktidar olduğunda içeride 28 Şubat, uluslar arası alanda ise 11 Eylül saldırısı sonrasında gündeme gelen Bush doktrini iklimi hakimdi. Bu sebeple de Ak Parti’nin ilk hükümet döneminde Türkiye’nin İsrail’le yakın ve sıcak ilişkilerinde ciddi bir değişiklik gözlenmedi.

Komşularla sıfır problem politikasının konjonktürel zemini

Ancak ABD’nin Güvenlik Konseyi iradesine rağmen Irak’ı tek taraflı olarak işgal etmesi, ABD ile yakın işbirliği içerisinde olan Iraklı Kürtlerin Kerkük’ü de içine alarak önce özerk, ardından bağımsız bir devlet kurması ihtimaliyle Irak’ın toprak bütünlüğünün tartışmaya açılması ve bölgesel yalnızlığını bölge dışı güçlerle dengeleme politikası izleyen Iraklı Kürtler ile kendisi arasında stratejik paydaşlık kuran İsrail’in Irak’taki hareketliliği, Türkiye’yi başta İran ve Suriye olmak üzere bölge ülkeleriyle bölgesel kombinasyonlar kurmaya yöneltti.

ABD’nin 2005’te daha önce “şer ekseni” ilan ettiği İran’la müzakere masasına oturacak kadar Irak konusunda çıkmaza girmeye başlaması, Türkiye’nin öncülüğünde şekillenen Irak’a komşu ülkeler inisiyatifi kombinasyonunun etkinliğini arttırmış, nükleer programından dolayı İran’ın; Refik Hariri cinayetinden dolayı da Suriye’nin uluslar arası baskı ve ambargo altında alınmasından dolayı Türkiye, bölgesel kombinasyonun en etkili aktörü haline gelmeye başlamıştı.

Öte yandan Ak Parti’nin içeride demokratikleşme ve sivilleşme konusundaki başarıları, komşuları tehdit görerek Türkiye İsrail ilişkilerini “stratejik ittifak” düzeyine yükselten genelkurmayı dış politika konusunda karar verici olmaktan aşamalı olarak uzaklaştırmaya başlamıştı.

28 Şubat süresindeki iç siyaset düzenlemesinde ABD desteğini kazanma bakımından güçlü bir dayanak olarak kullanılan “Türk İsrail stratejik ilişkileri”nin mimarı ve garantörü olan genelkurmayın karar vericilik rolü sınırlandığına ve Irak’ın toprak bütünlüğünün tartışmalı hale gelmesinden kaynaklanan konjonktür, Türkiye’ye bölgesiyle olan ilişkilerini tamir etmeyi dayattığına göre Türk İsrail ilişkilerinde gerileme kaçınılmaz olmaktaydı.

Aşağıdaki örnekler, genelkurmayın dış politikadaki karar verici rolündeki nitelik değişmesinin Türk siyasi yetkililerinin İsrail’le ilişkiler konusundaki tutumlarını nasıl etkileyebildiğine ilişkin çarpıcı veriler sunmaması bakımından önemlidir.

1- 28 Şubat sürecinde dönemin Başbakanı Necmeddin Erbakan’ın İsrail Dışişleri Bakanı David Levy’e randevu vermemesi, büyük bir siyasi krize dönüştürülmüş, içerideki baskılara daha fazla dayanamayan Erbakan nihayet 8 Nisan 1997’de baskılara teslim olarak Levy’yi kabul etmiş ve o dönemde “Türkiye ve Türkiye'nin Ortadoğu'daki hayati çıkarları için son derece önemli”[2] diye nitelenen daha sonra ise Türk İsrail stratejik diyalogunun başlamasını sağladığı anlaşılan görüşmeyi gerçekleştirmek zorunda kalmıştı. Çünkü dönemin Genelkurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı “Türkiye İsrail ilişkilerinin hükümetlere göre değiştirilmeyecek bir kararlılık ve perspektifle ele alındığını” 27 Şubat’taki İsrail ziyaretinde ilan etmişti.   

2- Nisan 2002’de İsrail’in Filistin’deki Cenin mülteci kampında gerçekleştirdiği geniş çaplı katliamları “soykırım” olarak niteleyen dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, içeriden ve dışarıdan gelen baskılar sebebiyle birkaç defa özür dilemek[3] zorunda kalmış, dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu da İsrail’e verilen 700 milyon Dolarlık tank ihalesinin iptal edilmemesini eleştirenleri “analarından Yahudi düşmanı olarak doğanlar[4] diye suçlamıştı.

3- Ancak Başbakan Erdoğan, 2004 yılında ABD ve birçok müttefiki tarafından “terör örgütü” olarak nitelenen Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmet Yasin’in ve Hamas Liderlerinden Abdulaziz Rantisi’nin öldürülmesini “devlet terörü” diye tanımlamış, İsrail’in Rafah mülteci kampındaki katliamını “kabul edilemez bir insanlık suçu” diye lanetlemiş, 2009’da Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e “siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyerek İsrail’i açıkça “katil” olarak nitelemişti. Buna rağmen içeride cılız bir takım eleştiriler olsa da bölgede Türkiye’nin nüfuzunu arttıran Erdoğan’ın bu tutumu, içeride de ciddi bir destek görmüştü.

Erdoğan’ı, Erbakan’a ve Ecevit’e kıyasla İsrail karşısında cesur kılan faktörler

Erbakan ve Ecevit döneminde Türkiye’nin İsrail karşısında pasif, bölge ülkeleri karşısında hasmane bir tutum içinde olmasına rağmen Erdoğan döneminde Türkiye’nin İsrail karşısında aktif, bölge ülkeleri karşısında dostane bir tutum sergilemeye başlamasına sebep olan değişkenleri şu şekilde sıralamak mümkün:

1- Askeri bürokrasinin karar vericilik rolündeki niteliksel değişim ve içerideki demokratikleşme ve sivilleşme adımlarına paralel olarak ordunun karar vericilik rolünü siyasi iktidarla paylaşmak zorunda kalması,

2- Bush doktrinine bağlı olarak İsrail’in bölgesel çapta tek taraflılığa dayalı saldırgan bir pozisyon kazanmaya başlaması,

3- Irak’ın toprak bütünlüğünün tartışmalı hale gelmesi,

4- Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında bölgenin siyasi haritasının yeniden şekillendirileceğine ilişkin ihtimallerin güçlenmeye başlaması,

5- Bush doktrini ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin doğrudan tehdidi ve baskısı altında bulunan bölge ülkelerine nispetle Türkiye’nin -bir NATO, ABD ve AB müttefiki olması bakımından- daha korunaklı olması ve bu durumun bölgesel kombinasyonlarda Türkiye’yi avantajlı ve etkin kılması.

6- İsrail’le ilişkileri olumsuz yönde etkilemekle birlikte, Türkiye’nin “komşularla sıfır problem” politikasıyla geliştirdiği bölgesel kombinasyonların, Ankara’ya ABD ve AB ile olan ilişkilerinde krediye dönüştürülebilecek fırsatlar sunması.

"Oyun kurucu ülke” olmanın anahtarı kriz çözücülük

2009 yılında dışişleri bakanlığına getirilen Prof. Ahmet Davutoğlu tarafından söz konusu edilen “komşularla sıfır problem, azami işbirliği ve entegrasyon” politikasının içi, yine Davutoğlu tarafından söz konusu edilen “proaktif diplomasi” kavramıyla dolduruldu.

“Komşularla sıfır problem, azami işbirliği ve entegrasyon” politikası, iç politikada, bölgede ve uluslar arası alanda başarılı bir esneklikle sunuldu.

Türkiye’nin aktif bölgeselcilik politikası, iç politikada –resmi ağızlarca telaffuz edilmese de- “Yeni Osmanlıcılık” vizyonuyla krediye dönüştürüldü.

Bu politikasını bölgeye, “bölgesel barış ve istikrar için bölge dışı güçleri dengelemeye yönelik girişimler” olarak izah eden Ankara, bölgesel kombinasyonlardaki aktif rolünü; içerideki iktidar seçkinlerine, ABD’ye ve AB’ye ise Türkiye’nin Batı’yla olan geleneksel ittifak ilişkilerinin alternatifi değil, tamamlayıcısı ve destekleyicisi olarak sundu.

Binaenaleyh Ak Parti, üç ayrı alana yaptığı üç farklı sunumla, bölgeselcilik politikasına her kesimden destek kazanmayı başardı.

Türkiye’nin “bölgede oyun kurucu” ülke olduğunu düşünen resmi yetkililer, Türkiye’nin kazandığı bu konumu, “komşularla sıfır problem, azami işbirliği ve entegrasyon” diye formüle edilen politikasına, bu politikayı da Türkiye’nin kriz çözücü rolüne dayandırdılar.

İtfaiyeci metaforu kullanılarak söz konusu edilen “vizyoner diplomasi” anlayışına göre “bölge bir yangın yeri, Türk diplomatı da itfaiyeci”ydi. Türkiye, herhangi bir bölgesel soruna derhal müdahale etmeli “Olayları önceden gören, alternatif çözümler üreten, her an bölgesel sorunlara çözüm getiren ülke” olmalıydı.[5]

Bölgesel oyun kuruculuk pozisyonunu, kriz çözme rolüne dayandıran Ankara, bunu bölgedeki her sorunda arabuluculuk rolü kapmaya çalışarak hayata geçirebileceğini düşündüğünü ortaya koydu.

“Oyun kurucu ülke” mottosunun kendisi mi etkili reklamı mı?

Türkiye’nin, oyun kurucu rolünü dayandırdığı “kriz çözücülük” misyonu çerçevesinde attığı ve çoğu sonuçsuz kalan ve “halkla ilişkiler” (PR) çalışmasından öteye gitmeyen bazı adımları hatırlayalım.

1- Iraklı Sünni grupları, siyasi sürece katılma konusunda ikna etmek. Halbuki işgal altında yapıldığı gerekçesiyle 30 Ocak 2005 seçimlerini boykot eden Iraklı Sünni gruplar, bu seçimlere katılmadıkları için Musul gibi Arap nüfusun çoğunlukta olduğu yerlerde bile meclisteki sandalyeleri Kürtlere kaptırmış, bundan dolayı da 15 Aralık 2005 seçimlerinde aynı hataya düşmemek için ciddi bir tavır değişikliğine gitmişti. Türkiye’nin devreye girmesinden çok önce o dönemin etkili Sünni Partilerinden Hizb-i İslami’nin seçim boykotu kararını savunan lideri Muhsin Abdulhamid’i tasfiye ederek yerine seçimlere girmeyi savunan Tarık Haşimi’yi getirmesi, Sünnilerin 15 Aralık seçimlerine katılmaya çoktan ikna olduğunu gösteren küçük bir örnek olarak zikredilebilir.

2- 2008 yılındaki Lübnan cumhurbaşkanlığı krizinin çözümü. Halbuki, Batı yanlısı 14 Martçı grupların Direniş yanlısı Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un yerine kendi adayları Emin Cumeyyil’i seçtirmek için meclisin üçte ikisinin oyunu öngören anayasaya aykırı olarak cumhurbaşkanını salt çoğunlukla seçmek için çıkardıkları kriz, 2006 Temmuz Savaşından zaferle çıkan Hizbullah’ın müttefikleriyle birlikte sergiledikleri kararlı tutum sayesinde Katar’ın girişimiyle çözülmüş. Doha’da varılan anlaşmayla Hizbullah hem Direniş’i destekleyen Ordu Komutanı Mişel Süleyman’ın seçilmesini hem de veto hakkı elde ettiği ulusal birlik hükümetinin kurulmasını sağlayarak krizi kendi lehine sonuçlandırmıştı. Yani Türkiye içerisinde yapılan propagandaların aksine Ankara’nın tamamen Hizbullah’ın lehine sonuçlanan Lübnan cumhurbaşkanlığı krizinin çözümü konusunda hiçbir rolü olmamıştı.

3- Suriye-İsrail dolaylı müzakerelerine ev sahipliği. Her iki tarafın da Golan konusunda varılacak muhtemel bir çözüme ilişkin güçlü garantiler verebilecek küresel bir aktörün devreye girmesi beklentisiyle başlattığı umutsuzluğu baştan belli olan bu süreçte, Türkiye sadece bir sıçrama rampası olarak kullanılmıştı. Binaenaleyh, Başbakan Erdoğan İsrail’in Gazze saldırısıyla baltalamakta hiçbir beis görmediği bu süreçte İsrail’i kendilerini aldatmakla suçlayarak aslında Türkiye’nin kullanılmış olduğunu itiraf etmiş oluyordu.

4- İran’ın nükleer yakıt takasına ikna edilmesi. İran’ın Tahran’daki araştırma reaktörü için ihtiyaç duyduğu yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyumun temini konusunda Tahran yönetimini; ABD, Fransa ve Rusya’nın sunduğu takas önerisini kabul etmeye ikna etmek için devreye giren Türkiye, ABD tarafından feci şekilde aşağılandı. Çünkü ABD, Tahran deklarasyonunun imzalarının mürekkebi dahi kurumadan İran’a yönelik ağırlaştırılmış yaptırımlar öngören 1929 sayılı Güvenlik Konseyi kararını çıkararak hem kendisinin önerisini İran’a kabul ettirmeyi başaran Türkiye ve Brezilya’yı adeta cezalandırmış hem de karar aleyhine oy verdiği için Türkiye’yi diplomatik bir dille azarlamıştı.

5- Lübnan’daki hükümet krizinin çözümü için devreye girilmesi. Hizbullah ve müttefiklerinin kabineden bakanlarını çekerek Hariri hükümetini düşürmesinden sonra ortaya çıkan hükümet krizi sonrasında Katar Başbakanı Hamad Bin Casim’le kameralar eşliğinde Beyrut’a giden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, krizin niteliğinden tamamen habersiz olduğu izlenimi uyandıran bir acelecilikle gittiği ve hiçbir sonuç alamadan döndüğü Beyrut’ta Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah’la bölgede “oyun kurucu” bir ülkenin dışişleri bakanı sıfatıyla gizli saklı görüşebilmiş olmayı içine sindirebilmişti. Ancak turistik bir gezi niteliğinden bile yoksun olan bu ziyareti Türkiye’nin oyun kuruculuk rolüne dair bir şova dönüştürenler, bölgeye ilişkin bu tür bir iddiası olmayan örneğin Fransa’nın dışişleri bakanının Hizbullah Genel Sekreteriyle gizli saklı bir yerde mi yoksa Fransız dışişleri bakanı olmasının verdiği özgüvenle canının istediği herhangi bir yerde mi görüşebileceğini hiç sorgulamadılar.

6- Libya sorununda arabuluculuk ve uluslar arası müdahaleyi önleme misyonuyla devreye girilmesi. Libya’daki sorunun Tunus ve Mısır’dan farklı olduğu tespiti ile Kaddafi ile isyancıları uzlaştırarak sorunun uluslar arası müdahale olmaksızın çözümü için devreye giren Türkiye, 23 Mayıs’ta ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Jeffrey Feltman’ın Bingazi ziyaretiyle eş zamanlı olarak Libyalı isyancıları “Libya halkının meşru temsilcisi” olarak tanıyıp Kaddafi ile ipleri tamamen kopararak aslında bu konuda ciddi gerginlikler yaşadığı Fransa’nın dört ay gerisinde kalmış oldu. Libya krizinin başlarında Başbakan Erdoğan’ın ağzından Libya’ya petrol kaygısıyla değil, evrensel insani değerlerle yaklaşın”[6] öğüdü veren Türkiye, 3 Temmuz’da Bingazi’ye giden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki heyete Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının yan kuruluşu TPIC yetkililerini de katarak Libya konusunda Fransa’yla arasındaki dört aylık mesafeyi kapatmaya çalıştı.

İnsan hakları söylemi ve “komşularla sıfır problem” politikasının sonu

Türkiye, adına “Arap Baharı” denen süreçle ilgili olarak “insan hakları ve demokrasi” söylemine dayanan “idealist” bir politika izlediğini ortaya koydu.

“İnsan hakları ve demokrasi” kavramlarına dayalı bu politik tutumunu Bahreyn konusuna söylem düzeyinde dahi yansıtmayan, Libya konusunda ise “uluslar arası ittifaklar ve petrol reelpolitiği”ne sapan Türkiye, bu “idealist” tutumunu Suriye konusunda da sürdürmekte kararlı gözüküyor.

Başbakan Erdoğan, Suriye meselesini bir “iç mesele[7] olarak gördüklerini, “sabırlarının taşmakta olduğunu” ve dışişleri bakanını göndererek Türkiye’nin mesajını Şam’a “kararlı bir şekilde” ileteceğini söyleyerek Suriye’ye manda devleti muamelesi yaptı.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, diplomatik örfü bir tarafa bırakıp, Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’e “zalimsiniz” demekle kalmadı, "Bu zulme destek olanlar var, onlara da yazıklar olsun"[8] ifadesiyle “imalı” bir şekilde İran’a da cephe açtı.

İran’dan iki buçuk ay önce Suriye’ye silah götüren ve “taşıma senedinde” yükünün silah olduğu belirtilen kamyonunun, Türkiye tarafından kaçakçılık değil, BM’nin silah ambargosu kapsamına girmesinden dolayı alıkonması,[9]  Ankara’nın Şam’a yönelik tutumunu sertleştirmeye başlamasıyla eş zamanlı olarak yeniden gündeme getirildi.[10]

Bölgeye açılan cephe idealistlikten mi realistlikten mi?

Türkiye’nin bölgesel politikalarının en önemli ayağı olan Suriye’ye yönelik tutumunu Batılı ülkeleri bile geride bırakacak şekilde sertleştirmeye başlaması, acaba “demokrasi ve insan hakları” söylemine dayalı “idealist” tutumundan mı, yoksa geleneksel müttefikleriyle olan ilişkisinin dayattığı “realist”likten mi kaynaklanıyor sorusu cevap aranmaya değer bir sorudur.

Gösterilerinde “devrimden” başka bir şeye razı olmadıklarını ortaya koyan muhaliflerin Esed’den reform beklediğine, son olarak çok partili serbest seçimlere gideceğine ilişkin bir reform programı açıklayan Şam yönetiminin “reform yapmamakta direndiğine” inanılıyor ve devlet hakimiyetinden çıkan kentlerini kontrol altına almak için orantısız güç kullanan her rejimin Türkiye’nin iç meselesi sayılacağı ve “sabrını taşırmaya” yeteceği kabul ediliyorsa Ankara’nın Şam’a yönelik müdahaleci tutumunun demokrasi ve insan hakları hassasiyetinden ve idealist politikasından kaynaklandığına da inanılabilir.

Ancak nisan ayının ortalarına kadar “Suriye’deki istikrarın Esed’le sağlanabileceğine inanan ve “Beşşar Esed’le yola devam” politikası izleyen Türkiye’nin neden tutumunu aşamalı olarak değiştirip mayıs sonunda Suriyeli muhalifleri Antalya’da topladığı ve haziran sonlarında Türkiye’nin Suriye içerisinde bir tampon bölge oluşturma ihtimalinin gündeme geldiği, üzerinde durulması gereken hususlar olarak dikkat çekiyor.

 Aşağıda sıralanan gelişmeler, hem Türkiye’nin Esed yönetimi konusundaki tutum değişikliğinin sebepleri hem de bu tutum değişikliğinin “insan hakları ve demokrasi” hassasiyetine dayalı idealistlikten mi yoksa Suriye konusunda sürekli temas halinde bulunduğu ABD ile olan ittifak ilişkilerinin dayattığı realistlikten mi kaynaklandığı sorusunun cevabını “Türkiye’nin İdealist Dış Politikasının Suriye Sınavı” başlıklı yazımızda aramıştık.

Bu arayışı, şu gelişmeleri de dikkate alarak sürdürelim:

9 yardım gönüllüsünün ölümüyle sonuçlanan ve İsrail’le ilişkileri kopma noktasına getiren Gazze yardım filosu olayına bir STK girişimi olduğu gerekçesiyle müdahale etmeyen Ankara, bir yıl sonra 17 Mayıs’ta Mavi Marmara’yı ikinci Gazze filosuna gitmemeye ikna etmeyi başardı.

2010’da hükümetin Gazze’ye gitmemeleri yönündeki baskılarına “boyun eğmeyen” ve herhangi bir müdahale durumunda “İsrailli komandoları denize dökecekleri[11] tehdidini savuran; ama bir yıl sonra Gazze’ye gitmemeye ikna oluveren yardım kuruluşu Suriyeli muhaliflerin Türkiye’deki faaliyetlerinin baş sponsorlarından biri haline geldi. Hatta hükümete ve söz konusu yardım kuruluşuna yakın kimi çevreler Suriye devriminin 1 numaralı gündem maddesi olması gerektiğini düşündüğü ve hükümetin Suriye üzerinde yoğunlaşan dikkatini, İsrail’e çevirmekten sakınmak gerektiğini düşündüğü için, Mavi Marmara’nın Gazze’ye gitmemiş olmasını memnuniyetle karşıladığını açıkladı.[12]

Binaenaleyh, dikkatlerin İsrail’den uzaklaştırılıp Suriye’ye yöneltilmesi beklentisine uygun olarak Haziran başında Suriyeli muhalifleri Antalya’da örgütlemeye çalışan Türkiye’nin haziran ortasında İsrail’le Mavi Marmara bahsini makul bir yolla tatlıya bağlamak için gizli görüşmeler başlattığı ortaya çıktı.[13]

Suriye muhalefetini örgütleme girişimi ilk meyvelerini Cisr eş-Şugur’da 120 Suriyeli polisin öldürülmesiyle başlayan gelişmelerle verdi; Suriyeli 120 güvenlik görevlisini, halka ateş açtıkları gerekçesiyle kendisinin öldürttüğünü[14] açıklayan Yarbay Hüseyin Harmuş, devrimcilerin safına katıldığını sığındığı Türkiye’den ilan etti. İngiltere ve Fransa öncülüğünde Suriye’ye yönelik bir kınama tasarısının hazırlanmasıyla eş zamanlı olarak Cisr eş-Şugur’da yaşanan olaylar sonucu binlerce Suriyeli mültecinin Türkiye’ye sığınması sağlandı, Türkiye mülteci sayısı kaç olursa olsun sınırları kapatmayacağını ilan etti.[15]

Güvenlik Konseyi’nde Şam yönetimini kınamaya yönelik hazırlanan her karar tasarısı öncesinde vahşi ve kanlı olaylara sahne olan Suriye, Türkiye’nin müdahaleci tepkilerine maruz kaldı. Cisr eş-Şugur olayları sonrasında ABD tarafından desteklenen kınama tasarısı Rusya ve Çin engeline takıldı, Hama’daki olaylar sonrasında toplanan Güvenlik Konseyi ise Rusya ve Çin’in müdahaleleriyle ancak “iki tarafı da” kınayan, bir karar çıkarabildi. Bununla birlikte Türkiye, her iki kınama kararı hazırlığı sürecinde Suriye’ye karşı bu karar tasarılarını hazırlayan ve doğrudan destekleyen Batılı ülkelerden daha sert bir tutum takındı.       

Sonuç:

Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tutumunu aşamalı olarak sertleştirmesi ve nihayet bu ülkeye sömürge muamelesi yapmaya başlaması Ankara’nın “demokrasi ve insan hakları” hassasiyetiyle ve Şam yönetiminin “reform yapmamakta diretmesi” ile yani Türkiye’nin “idealist” dış politikası ile izah ediliyor. Nitekim Türkiye, bu tutumu konusunda uluslar arası alanda ABD’den AB’ye, Körfez ülkelerinden, İsrail’e kadar çok geniş bir destek toplarken, içeride de sağcısından solcusuna, liberalinden, İslamcısına kadar hemen her kesim tarafından alkışlanıyor.

Türkiye, Şam’la mandater devlet üslubuyla konuşma cesaretini bu geniş çaplı destekten ve gerek bizatihi Suriye’nin gerekse onun bölgesel müttefikleri olan İran, Lübnan ve Filistin direnişinin içinde bulunduğu açmazdan alıyor.

 Rusya ve Çin’in şimdilik sadece Güvenlik Konseyi’nden Suriye aleyhine çıkması muhtemel bir kararı engellemekle sınırlı olan; ancak değişmeme garantisi bulunmayan tutumu ise Türkiye’yi daha da cesaretlendiriyor.

Bütün bunlar ise Türkiye’nin Suriye politikasının, üzeri idealizmle örtülmüş realist bir tutuma dayandığını düşündürüyor.  

Geleneksel uluslar arası ittifak ilişkileri bakımından şu an son derece karlı gözüktüğü için idealizm ardına ustaca gizlenerek tercih edilen bu realist tutum, Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun, azami işbirliği ve entegrasyon” formülüne dayalı “oyun kurucu” ülke olma idealinin sonu olabilir.          

Çünkü şu an tüm uluslar arası ve bölgesel güçler, Suriye konusunda -her biri kendine özgü sorunlar sebebiyle- mahallenin kabadayılığı rolünü üstlenmiyor; bu rolü üstlenmeye hevesli gözüken Türkiye’yi izliyorlar. ABD ve Avrupa’nın Davutoğlu’nun Şam ziyareti öncesi Ankara ile olan yoğun temasları bunu gösteriyor.

Ancak unutulmamalıdır ki herkes gibi Şam da Türkiye’yi izliyor ve gerekli notları da tutuyor.

 

[email protected]

   



[1]Suudi Arabistan tarafından sunulan ve 1967 topraklarında bir Filistin devletinin kurulması karşılığında tüm Arap ülkelerinin İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesini öngören Arap Barış Planının 2000 yılında Lübnan’da düzenlenen Arap zirvesinde kabul edildiği hatırda tutulmalıdır.

[2] http://arsiv.sabah.com.tr/1997/04/09/y11.html

[3] http://www.milliyet.com.tr/2002/04/16/siyaset/siy02.html

[4] http://arsiv.zaman.com.tr/2002/04/24/politika/butun.htm

[5] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/16669775.asp

[6] http://www.hurriyetport.com/politika/erdogan-libya-ya-karsi-petrol-amaci-ile-degil-evrensel-insani-degerlerle-yaklasin

[7] http://www.samanyoluhaber.com/h_636717_Politika-erdogan-suriye-ic-meselemiz.html

[8] http://video.cnnturk.com/2011/haber/8/3/suriyeye-bugune-kadar-gosterilen-en-sert-tepki

[9] http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1165646

[10] http://www.haberturk.com/dunya/haber/655665-silah-yuklu-kamyon-olayi-dogru-mu

[11] http://www.israhaber.com/ihh-baskani-yildirim-komandolari-denize-dokeriz-9963-haberi.html

[12] http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=21.06.2011&y=HakanAlbayrak

[13] http://dunya.milliyet.com.tr/israil-ile-turkiye-arasinda-gizli-gorusme-iddiasi-/dunya/dunyadetay/24.06.2011/1406298/default.htm

[14] http://www.timeturk.com/tr/2011/06/11/suriyeli-askerleri-ben-oldurttum.html

[15] http://www.sabah.com.tr/Dunya/2011/06/09/erdogan-suriye-ile-siniri-kapatmayiz



Makaleler

Güncel