Model ülke hayalinden “gurur verici” yalnızlığa

Daha önce “ilkeli dış politikayı” bir başarı faktörü olarak niteleyen Ankara, şimdi kendince “ilkeli politika”nın yarattığı yalnızlaşmadan gurur duyduğunu açıklıyor.

 

Model ülke hayalinden “gurur verici” yalnızlığa

 

Ankara’nın Suriye ve Mısır politikaların doğurduğu sonuçlar, Türkiye’de dış politika kararlarında belirleyici olanların “ilkeli politika”ya ilişkin bakış açısını değiştirdiğini gösteriyor.

***

Dışişleri Bakanlığı, “komşularla sıfır sorun vizyonunun geçerli olduğu” dönemde “ilkeli dış politikayı”, “meşruiyet üzerine kurulu, dengeleri gözeten ve kendi güvenlik ve istikrarının bölgesinde de güvenlik ve istikrarın sağlanmasıyla teminat altında olacağını gören...”[1] şeklinde tanımlamış ve bunu bir başarı faktörü olarak nitelemişti.

Ankara, “komşularla sıfır sorun” söyleminin geçerli olduğu dönemde “bölgemde güvenlik ve istikrar olursa ülkemde de güvenlik ve istikrar olur” diye düşündüğü için köprü kurgusuna dayalı bir dış politika vizyonu kurmuştu. Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin talepleriyle bölgesinin ihtiyaçları çelişiyordu ve çelişki güvenlik ve istikrar sorunlarına neden oluyordu. Dolayısıyla Ankara taleplerle ihtiyaçları ortak noktalarda buluşturduğu ölçüde hem iç hem de bölgesel istikrara katkı sağlamış olacaktı.  

“Iraklı Sünnilerin siyasi sürece girmeye ikna edilmesi”, Suriye-İsrail dolaylı görüşmelerine arabuluculuk yapılması, İran’la 5+1 arasındaki nükleer müzakerelerde kolaylaştırıcı adımlar atılması bölgenin ihtiyaçları ile Batılı müttefiklerin taleplerinin buluşturulmasına yönelikti.

O dönemde Ankara, bu köprü rolü sayesinde bölgenin ihtiyaçlarını temin etmeye çalıştığı için bölge ülkelerinin; Batılıların taleplerini karşılamaya çalıştığı için de özellikle ABD’nin güvenini kazanmıştı.

Tunus’la başlayan Arap Baharı süreci, Ankara için yeni bir fırsat olarak gözüktü.

Batı ile bölge arasındaki köprü rolü, Ankara’ya sadece güven kazandırmakla sınırlı fayda sağlıyordu; Arap Baharı ise kazanılan bu güveni, Ankara’ya bölgede ofansif ve belirleyici pozisyon kazandıracak bir fırsat olarak gözüküyordu.

Çünkü Arap Baharı ile birlikte ilk kez bölgenin ihtiyaçları da Batı’nın talepleri de liberal demokratik değişim noktasında buluşuyordu ve bu ortak nokta Ankara’ya arabuluculuktan çok daha etkin ve avantajlı olan bölgesel liderlik rolü sunabilirdi.

İşte bu sebeple Arap Baharı’yla birlikte, Ankara’nın “sıfır sorun” söylemine dayalı “ilkeli dış politika” tanımında da, köprü rolü vizyonunda da ciddi değişiklikler oldu.

Bahreyn ve Suudi Arabistan’daki muhalif talepleri destekleyen hiçbir tutumu olmasa da, Yemen’e dair herhangi bir girişimde bulunmasa da, Libya’da NATO safına geçmekte gecikse de Mısır ve Suriye’de muhaliflerden yana takındığı açık tavır bu değişikliğin işaretçisi olmuştu.

Özellikle Suriye politikasının daha önce yapılan “kendi güvenlik ve istikrarının bölgesinde de güvenlik ve istikrarın sağlanmasıyla teminat altında olacağını görmek” şeklindeki “ilkeli politika” tanımıyla çeliştiği ortadaydı.

Ancak Ankara artık “ilkeli dış politika” tanımını “halklardan ve mazlumlardan yana olmak” şeklinde STK’lara özgü gerekçelerle revize etmeye başlayarak bu çelişkiyi izah etmeye çalıştı.

Erdoğan yönetiminin Suriye politikasının Türkiye’yi derinden etkileyebilecek güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya bıraktığı açık; ve bu STK gerekçeli dış politika bu sorunların çözümüne yönelik hiçbir tedbir içermiyor.

Muhtemelen, Suriye konusunda hem Körfez ülkelerinin hem de Batı’nın yer aldığı bir ittifak kombinasyonu içinde yer alıyor olması, Türkiye’nin güvenlik sorunlarını göz ardı etmesi için yeterli bir garanti olarak görülüyor.

Mısır üzerinden Türkiye’ye darbe

Arap Baharı denen bölgesel değişim süreci Tunus’la başlamış olsa da tüm Arap dünyasını etkileyen liderlik rolü sebebiyle Mısır, bu sürecin amiral gemisi olarak görülüyordu.

Arap dünyasındaki en örgütlü muhalefetin İhvan (Müslüman Kardeşler) olduğu ve Arap Baharı denen bu bölgesel değişimin bu örgütün iktidarı lehine sonuçlanacağı varsayımı, Türkiye ve Katar tarafından özellikle İhvan’ın Tunus ve Mısır’daki siyasi süreçlerde gösterdiği başarı sonrasında müsellem bir gerçeklik olarak algılandı.

Arap Baharı adı verilen sürecin en etkili iki bölge ülkesi olan Türkiye ve Katar bu algıyı, isyanların yaşandığı Arap ülkelerinde İhvan’ı destekleyerek bölgesel nüfuz elde etme projesine dönüştürdü. Bu proje kapsamında da özellikle Mısır ve Suriye konusunda benzersiz bir işbirliği sergiledi.

Ancak başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez’in diğer aktörlerinin hem İhvan’ın hem de Türkiye ve Katar’ın yükselişinden duyduğu kaygı, Batı’nın da desteğiyle Bahar rüzgarının ters yönden esmesine neden oldu.

Mısır’da gerçekleşen halk destekli darbe, sadece İhvan’ın değil, Türkiye-Katar projesinin de tasfiye edileceğinin mesajı oldu.

Körfez’in baskısının ve ABD’nin müdahalesinin muhtemel rolü sebebiyle Katar’da gerçekleşen yönetim değişikliği, Doha’yı oyundan düşürdü. Körfez ülkeleri açıkça, Batılı ülkeler de örtülü bir şekilde bu tasfiye sürecine destek verdi.

Suriye’deki dostlarla Mısır’da düşman olmak

Erdoğan yönetimi, Mısır halkının İhvan yanlısı olmayan kesimleri tarafından desteklenen 30 Haziran müdahalesini gayri meşru sayarak ve cumhurbaşkanı olarak hala Mursi’yi gördüğünü[2] belirterek yeni Mısır yönetimini tanımadığını ortaya koydu.

Arap Baharı adı verilen süreçte son iki yıldır birlikte hareket ettiği Arap ve Batılı müttefiklerini Mısır’dan dolayı sert sözlerle eleştirdi.[3]

“Mısır’da seçimle iş başına gelmiş bir yönetimin askeri darbeyle devrilmesi” şeklindeki zahiren ilkesel gerekçe, Erdoğan’ın Batılı ve Arap müttefiklerini tutarsızlıkla suçlamasının dayanağını teşkil ediyor.

Ancak Erdoğan’ın Suriye’de sürdürülen ve 100 binden fazla insanın ölümüne neden olan vekalet savaşındaki ortaklarının Mısır konusundaki izahı da en az Erdoğan’ınki kadar “halktan yana” gözüküyor.

Onlara göre İhvancılar dışındaki “Mısır halkı”, tekelci ve başarısız İhvan yönetime itiraz etmiş ve erken seçim çağrısı yapmış; ancak İhvan’ın seçimlere yanaşmayıp taraftarlarını sokağa dökmesi üzerine de ordu ülkeyi kaostan kurtarmak için “Mısır halkı”ndan yana durmuştur; dolayısıyla bu bir darbe değil halkın isteğinin yerine getirilmesidir.

Bir başka deyişle Erdoğan’ın Mısır konusunda kınadığı Arap ve Batılı ortakları, aslında Erdoğan’ın Irak konusundaki tutumunun bir benzerini sergilemiş oluyor.

Zira Erdoğan, seçimlerle iş başına geldiği konusunda hiç kuşku bulunmayan Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’yle kavgasını, “Maliki’nin tekelciliğiyle ve diğer siyasi kesimleri dışlaması ve ezmesiyle” gerekçelendiriyor. Erdoğan’ın Arap ve Batılı müttefikleri de aynı gerekçeyi Mursi için söz konusu ederek “demokrasinin sandıktan ibaret olmadığını”[4] söylüyor.

Şu varsayıma ilişkin tahmin Erdoğan yönetiminin politikalarının ilkeliliği ve tutarlılığı konusunda fikir verebilir.

Maliki hakkında imza toplayan Irak Temerrud Hareketi’nin çağrısıyla Bağdat sokaklarının Maliki karşıtı göstericilerle dolduğunu ve Irak ordusunun bazı Şii partilerin de desteğini alarak Maliki’yi devirdiğini ve Tarık Haşimi’yi Başbakan olarak atadığını var sayalım. Erdoğan yönetiminin Irak’taki bu müdahaleyi “demokrasi seçim sandığından ibaret değildir” şeklinde açıklaması mı “Bu bir darbedir, Maliki seçimle iktidar olmuştur meşru başbakandır” şeklinde tepki göstermesi mi daha muhtemel?

Erdoğan’ın Mısır’da İhvan yanlılarını, Arap ve Batılı müttefiklerinin ise İhvan karşıtlarını “Mısır halkı” olarak tanımlaması, aslında “demokrasi ve ilkesel politika” hassasiyetinden çok çıkarlarla bağlantılı gözüküyor.

Erdoğan yönetiminin İhvan iktidarı üzerinden kurguladığı bölgesel liderlik projesi, Körfez’deki Arap dostlarının kaygıları ve Batılı dostlarının da Mısır ordusuna verdiği destekle çökmüş oldu. Erdoğan’ın Körfez’deki dostlarıyla Batı’daki müttefiklerinin Mısır projesi, şimdi Mısır ordusu ve ona destek veren “mısır halkı” eliyle inşa ediliyor. Erdoğan’ın “darbe”, Arap ve Batılı dostların ise “darbe değil” ısrarının sebebi bu.   

“Gurur veren yalnızlık”

İlk cümleye geri dönelim “Ankara’nın Suriye ve Mısır politikaların doğurduğu sonuçlar, Türkiye’de dış politika kararlarında belirleyici olanların “ilkeli politika”ya ilişkin bakış açısını değiştirdiğini gösteriyor.”

Türkiye’nin Mısır politikası sebebiyle yalnızlaştığına dair tespitlere cevap veren bir dışişleri yetkilisi “Mısır konusunda yalnız kalmış olabiliriz. Ama bu aslında gurur duyulabilecek bir yalnızlık. Darbeye darbe diyerek ve demokratik ilkeleri özümsemiş ilkeli bir ülke olarak bu tavrımızın tarihsel öneminin farkındayız”[5] diyor.

Ancak Mısır’da cumhurbaşkanı olarak hala Mursi’yi tanıdığını söyleyen Başbakan Erdoğan’ın aksine, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Mısır’ın milli günü münasebetiyle geçici Cumhurbaşkanı Adli Mansur’a tebrik mesajı gönderiyor ve söz konusu mesajın “Türkiye'de ilgili devlet kurumlarıyla istişare halinde hazırlanıp gönderildiği"[6] vurgulanıyor.

Daha önce “ilkeli dış politikayı” bir başarı faktörü olarak niteleyen Ankara, şimdi kendince “ilkeli politika”nın yarattığı yalnızlaşmadan gurur duyduğunu açıklıyor; ancak 2 yıl önce Türkiye’yi dünyada ve bölgede bir model ülke haline getiren bu “ilkeli politikanın” iki yıl sonra neden yalnızlaşma nedeni haline geldiğini açıklayamıyor.

 



[1]http://www.mfa.gov.tr/dis-politika-genel.tr.mfa

[2]http://www.aksam.com.tr/siyaset/basbakan-erdogan-cumhurbaskani-olarak-mursiyi-goruyorum/haber-226740

[3]http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/07/130705_misir_cuma_gosteri.shtml

[4]http://www.ydh.com.tr/HD11981_obamadan-misir-ordusunun-muhtirasina-destek.html

[5]http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/07/130726_misir_suriye_turkiye_demirtas.shtml

[6]http://www.aksam.com.tr/siyaset/gulden-misira-mesaj/haber-228940



Makaleler

Güncel