İsrail ile fabrika ayarlarına dönüş

Ankara, 2011 öncesinin herkese güven veren rolüne dönmek yerine, İsrail ile yeni bir sayfa açarak, 2000 öncesinin ‘fabrika ayarlarına’ dönmeyi tercih ediyor.

Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini normalleştirmek için haziran ayında başlattığı gizli girişimin[1] 17 Aralık’ta ‘ön anlaşma’[2] ile sonuçlanması, Ankara’nın dış politikada ‘fabrika ayarlarına’ dönme iradesini yansıtıyor.

Amerika ile olan ‘stratejik ittifakı’ Türkiye’nin dış politikasının ‘fabrika ayarları’nı; bu ayarlar da İsrail’le olan ilişkilerinin düzeyini belirliyor.

Türkiye’nin İsrail’le ilişki motivasyonu ve ilişkileri dönemsel olarak etkileyen faktörler bunu doğruluyor.

1- İsrail’in tanınması: Türkiye, Soğuk Savaş döneminde Batı ittifak sistemine katılmayı kolaylaştırıcı bir etken olarak gördüğü için İslam dünyasının tamamıyla ters düşme pahasına İsrail’i tanıyan ilk İslam ülkesi oldu.[3]

2- İlişkilerde gizlilik ve düşük profil: 1980’lere kadar ilişkilerde Soğuk Savaş dönemi şartlarından dolayı gizlilik hakim oldu. Örneğin Ben Gurion’un Arapları, Arap olmayan bölge ülkeleri ile kuşatma stratejisinin ürünü olan Türkiye, İran, Etiyopya ve İsrail ittifakı ancak Şah’ın devrilmesinden sonra öğrenilebildi.

1980’lerden sonra ise Türk-İsrail ilişkilerinde açıklayıcı kavram ‘düşük profil’ oldu. 12 Eylül darbesinden sonra diplomatik ilişkiler 2. katipliğe kadar düşürüldü. Demokrasiye geçiş baskıları sebebiyle Batı ile ilişkileri kötüleşen Türkiye, Arap dünyasına yakınlaşmak zorunluluğu hissetti; çünkü yurt dışındaki diyanet görevlilerinin maaşlarını bile Suudi Rabıta örgütünden almak durumundaydı.

3- İlişkilerde stratejik ittifak düzeyi: Oslo anlaşması ile FKÖ’nün bile İsrail’i tanıması, 1990’ların ikinci yarısından sonra Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini gizleme zorunluluğunu ortadan kaldırmıştı. Daha da ötesi Türkiye, 23 Şubat 1996 tarihli askeri eğitim ve işbirliği anlaşması sonrasında İsrail’le ilişkilerini ‘stratejik ittifak’ olarak tanımladı.

İsrail’le 6 aylık periyotlarla yapılan stratejik diyalog toplantılarında ‘ortak tehdit değerlendirmeleri’ yapıldı. Bu süreçte genelkurmay ‘Milli Askeri Stratejik Konsept’ini (MASK) değiştirdi içeride ‘irtica’ ve ‘bölücülüğü’; dışarıda ise İsrail’in bölgedeki düşmanları olan İran ve Suriye’yi öncelikli tehdit olarak tanımladı.

4- İsrail’le ilişkilerde yeniden düşük profil: 2002’de genelkurmayın ‘irtica’ kapsamının dışında tutmadığı Adalet ve Kalkınma Partisi iktidar oldu. Bu parti 2009’a kadar ‘devlet’in İsrail politikalarıyla son derece uyumlu olsa da 2003’teki ABD işgaliyle birlikte Irak’ın bölünmesi kaygısı Türkiye’yi İsrail’le mesafeli durmaya, bölge ülkeleriyle de yakınlaşmaya sevk etti. Çünkü Milli Güvenlik Kurulu, Kuzey Irak’ta bir Kürt özerk devleti kurulmasını savaş sebebi olarak açıklamıştı.

Buna karşın Irak’ı işgal eden ABD başta Irak olmak üzere tüm bölgeyi yeniden düzenleme heveslerini gizlemiyordu. Dolayısıyla ‘Irak’a komşu ülkeler inisiyatifi’ çerçevesinde özellikle Şam ve Tahran’la ilişkileri güçlendirme yönündeki karar bir parti politikası değil, devlet politikasıydı.

Türkiye-İsrail ilişkilerinin ‘stratejik ittifak’ diye tanımladığı dönemlerin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı “Türkiye-İsrail ilişkileri hükümetlere göre değiştirilemeyecek bir kararlılık ve perspektifle ele alınmaktadır” diyerek sınırı göstermiş olsa da ikili ilişkilerde dönemsel olarak yaşanan iniş-çıkışlarda hükümet tercihleri de elbette etkili oldu.   

Peki 28 Şubat “postmodern darbesi”nin en önemli dış politika dinamiği Türk-İsrail ilişkileri olmasına rağmen “hükümetlere göre değiştirilemeyecek kararlılık ve perspektif” neden “one minute” ve “Mavi Marmara’ya” teslim oldu?

Bunda 2010’dan itibaren askeri bürokrasinin siyasetteki belirleyiciliğinin azalmaya başlamasının etkisi inkar edilemez; ancak ABD’nin Türkiye-İsrail ilişkilerinde geçici bozulmayı hoşgörüyle karşılayabileceği uluslararası konjonktürlerin rolünü de göz ardı etmemek gerekiyor.

 5- Bölgeyle dostluk, İsrail’e kavga: İsrail’le ideolojik paralelliğe sahip Neo-Con ABD’nin 2004’te BOP çerçevesinde harita değişikliği de dahil olmak üzere bölgeyi yeniden düzenlemek istediğini gizlememesi, ortak endişeye sahip bölge ülkelerinin yakınlaşmasını kolaylaştırdı.

Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun” sloganıyla bölgesiyle ilişkilerini tamir etmeye çalışması bu yüzden Tahran ve Şam’da doğrudan; Bağdat, Beyrut ve Filistin’de ise dolaylı olarak büyük heyecan yarattı.

Ankara, Tahran ve Şam’la yakınlaşmasını ABD ile ilişkilerini destekleyici bir çerçeve içinde sunmaya, böylece bölgenin ihtiyaçları ile müttefiki olduğu ABD’nin taleplerini buluşturarak tüm tarafların güvenini kazanmaya çalıştı.

2005’te seremonik düzeyde de olsa Iraklı Sünnilerin siyasi sürece katılmasında, 2007’de Suriye ile İsrail arasındaki dolaylı görüşmelere aracılık edilmesinde ve 2010’da İran’ın nükleer yakıt takasına ikna edilmesinde rol aldı.

6- Bölgeyle kavga, İsrail’le yeniden dostluk: Türkiye, bölgesinin ihtiyaçları ile Batılı müttefiklerinin taleplerini buluşturan arabulucu rolüyle kazandığı tüm krediyi 2011’den sonra harcadı. Çünkü müttefiki Katar’la birlikte Arap isyanlarını Müslüman Kardeşler üzerinden bölgesel egemenlik aracı olarak kullanmaya çalıştı.

Bu dönemde özellikle de Suriye için öngörülen hedefler bakımından Türkiye’nin İsrail’le yaşadığı çatışmalar, Amerika tarafından anlayışla karşılanmıştı. Zira Türkiye’nin desteklediği Mısır İhvanı, iktidarda Camp David’e bağlı kalacağını taahhüt etmişti. Tunus İhvan’ı ise bölgedeki tüm sorunlarda ABD ile çalışmaya hazır olduğunu açıklamıştı. Dolayısıyla Ankara’nın öngördüğü bölgesel düzenin sağlayacağı kazanımlar, Amerika’nın Ankara-Tel Aviv gerilimine hoşgörü göstermesi için yeterliydi.

Ancak Ankara, 2013 yılı itibariyle başta Mısır olmak üzere ‘Arap Baharı’nın tüm cephelerinde yenilmeye başladı.

Uluslararası ve bölgesel müttefikleriyle desteklediği ‘devrim’ ve savaşlar Libya, Suriye, Irak ve Yemen’i yangın yerine çevirdi. Mısır’daki yenilgi sebebiyle Batı’daki ve Körfez’deki müttefikleriyle çatıştı; Suriye ve Irak’taki yenilgileri sebebiyle ise İran ve Rusya ile kavgaya tutuştu.

Türkiye ve müttefiklerinin Arap Baharı’ndaki tek başarı öyküsü gösterilerin askeri müdahaleyle sindirildiği Bahreyn’le sınırlı kaldı. Libya’da hepsi kaybetti, Mısır ve Tunus’ta ABD ve Suudi Arabistan kazandı; Türkiye ve Katar kaybetti.

2014 Haziranından itibaren Amerika’nın yenilgiyi kabullenip önceliklerini değiştirmesi sebebiyle de Ankara ve Riyad, Washington’la Suriye’de karşı karşıya gelmeye başladı.  

Eski Türkiye’nin bölge yabancılığı; Yeni Türkiye’nin bölge düşmanlığı

‘Eski Türkiye’yi bölgesine yabancı olmakla suçlayan ‘Yeni Türkiye’, 2015’te Suudi Arabistan ve Katar dışındaki tüm bölgesiyle düşman; uluslararası müttefikleriyle ise hasım pozisyonuna savruldu.

İran ve Rusya ile Suriye yüzünden, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile Mısır yüzünden, Irak merkezi hükümetiyle Sünni müttefikleri yüzünden, Amerika ile de Obama yönetiminin Suriye’de rejim değiştirme hedefinden vazgeçmesi ve Kürtlerle yaptığı işbirliği yüzünden gerilim yaşıyor.

2013’te müttefikleriyle Mısır konusunda ters düşmesini ‘değerli yalnızlık’ diye açıklayan Türkiye’nin 2015’teki yalnızlığını artık hiç de değerli bulmadığı “İsrail devletini” Türkiye’nin dostu[4] olarak tanımlamasından anlaşılıyor.

Türkiye, güneydoğuda Suriye’yi aratmayan ‘kurtarılmış bölge’ manzaraları ve Rusya ile yaşadığı kriz sebebiyle artık yakıcı olmaya başlayan yalnızlığını gidermeye çalışıyor.

Ancak bunu bölgesiyle ilişkilerini tamir edip 2011 öncesinin herkese güven veren rolüne dönmek yerine, İsrail ile yeni bir sayfa açarak, yani 2000 öncesinin ‘fabrika ayarlarına’ dönerek yapmayı tercih ediyor.

Böylece 1998’deki MASK’ta öncelikli tehditler olarak belirlenen Tahran ve Şam’a, 2015’ten itibaren Moskova’yı, Bağdat’ı ve Sana’yı da eklemiş oluyor.

Aslında 1949’da Sovyet tehdidinden ABD güvenlik şemsiyesine sığınmak için İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, yine benzer endişelerle 2015’te İsrail’i bir kez daha dost ilan ediyor.

Çünkü Ankara, İran ve müttefiklerini hedef alan bir İsrail yakınlaşmasının artık sadece Amerika’dan değil, Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkelerinden de destek gördüğünü biliyor.

 



[1] Sputnik. 22 Haziran 2015. Ha'aretz: Türkiye ve İsrail seçimlerden sonra gizlice görüştü http://tr.sputniknews.com/ortadogu/20150622/1016139375.html#ixzz3vWrjQrRm

[2] NTV. 17 Aralık 2015. Reuters: Türkiye ile İsrail ön anlaşmaya vardı http://www.ntv.com.tr/dunya/reuters-turkiye-ile-israil-on-anlasmaya-vardi%2cXfiR47-hiU2NoolWmA7oXA

[3] Alptekin Dursunoğlu, Stratejik İttifak, Türkiye-İsrail İlişkilerinin Öyküsü, s. 39. Anka yay. Temmuz 2005.

[4] El Cezire Türk. 20 Aralık 2015. Çelik: İsrail devleti ve halkı Türkiye'nin dostudur http://www.aljazeera.com.tr/haber/celik-israil-devleti-ve-halki-turkiyenin-dostudur