Mehter tempolu politika ve Suriye sınırında jeopolitik tehlike

Ankara'nın 2014’teki değişimi yanlış okuyarak 2011’in fırsat perspektifinde ısrar etmesi, Türkiye’yi Suriye sınırında güvenlik problemlerini da aşan bir jeopolitik tehlike ile karşı karşıya bıraktı.

2011’de sadece Türkiye ve müttefikleri için jeopolitik fırsatlar yaratan Suriye krizi, şimdilerde müttefikleri arasında sadece Türkiye’yi doğrudan tehdit eden jeopolitik bir tehlikeye dönüşüyor.

Çünkü Türkiye’den başka her ülke artık Suriye kriziyle ilişkisini Mart 2011’in jeopolitik fırsat perspektifine göre değil, Haziran 2014 sonrasında ortaya çıkan jeopolitik tehlike perspektifine göre şekillendiriyor.

Türkiye ise Suriye kriziyle ilişkisini hala “kendi halkını öldüren diktatör rejime karşı halktan yana olmak” gibi 2011 yılında kullanım değeri olan propaganda söylemleriyle tanımlıyor.

Dolayısıyla Halep’te kontrol ve ‘Şam’da devrim’ hedefiyle Nusra ve müttefiklerini silahlandırmakta ısrar ediyor. ‘Esed gitmelidir’ ön şartıyla da Cenevre’deki siyasi çözüm çabalarını baltalamaya çalışıyor.

Fırsattan hüsrana dönüşen ‘devrimin’ 3 yıllık özeti

Mart 2011’de ortaya çıkan jeopolitik fırsat, Suriye’nin Batı müttefiki bir ‘ılımlı Arap devleti’ haline getirilmesiydi. Bu yüzden Suriye’deki isyana, Batı’dan Amerika, İngiltere ve Fransa; bölgeden ise Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın yer aldığı ‘Suriye’nin Dostları Çekirdek Grubu’ liderlik etti. 

Temmuz 2012’de Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) tabelasıyla başlatılan vekâlet savaşı, bu fırsata ulaştıracak en önemli araç olarak görüldü. Vekalet savaşı, Suriye’yi ‘ılımlı bir Arap devleti’ haline getirecek ‘devrim’ hedefini gerçekleştiremedi; ama devlet otoritesini zayıflattı ve devlet kontrolünden çıkarılan bölgelerde silahlı grupların hakim olmasını sağladı.

İsrailli güvenlik uzmanı Yossi Melman’ın “Birer kantona dönüşen bölge ülkeleri, ayakta kalabilmek için birbirleriyle savaşmakla meşgul”[1] şeklindeki bölge tasviri en çok da Suriye için geçerli oldu. Çünkü sayıca devlet ordularına denk onlarca disiplinsiz silahlı grup, toprak hâkimiyetine kavuşurken, otoritesi zayıflayan devletin ordusu ise adeta milis grubuna dönüştü.

Bu durum, Şam’da ‘devrim’ hedefinin geçerli görüldüğü 2014 başlarına kadar tahammül edilebilir bulunuyordu; zira silahlı grupların kırsallardaki alan hâkimiyetini genişleterek önce büyük kentleri, nihayetinde de başkenti ele geçireceği beklentisi söz konusuydu.

Aslında ÖSO ana gövdesini oluşturan grupların Kasım 2013’te değişik adlar altında yeni ittifaklar kurması ve birbiriyle savaşmaya başlaması vekâlet savaşının kontrolden çıktığının göstergesi olmuştu.

Buna rağmen Cenevre-2 konferansının yapıldığı Şubat 2014’e kadar siyasi çözüm masasında “Beşşar Esed gitmelidir” ön şartı hep canlı tutuldu ve IŞİD’in Rakka hâkimiyeti bile sorun edilmedi.

Ancak Haziran 2014’te ‘hilafet devletine’ dönüşen IŞİD’in yarattığı bölgesel tehdit, Şam’ın düşmesinden sonra vekâlet savaşının yeniden kontrol altına alınabileceğine dair görüşün değişmesine neden oldu.

Dolayısıyla ABD, Şam’da ‘devrim’ önceliğinden vazgeçip terörle mücadeleyi öncelik olarak belirlerken 2012’de Şam’da ‘devrim’ için oluşturulan Suriye Dostlar Grubu da IŞİD karşıtı uluslararası koalisyona dönüştü.

Ankara’nın mehter tempolu yalnızlaşma süreci

Ankara’nın hem saha gerçekliği ile hem de ABD ile mesafesi işte bu dönemde artmaya başladı.

Türkiye, Haziran 2014’te ortaya çıkan şartların yarattığı öncelik değişimine ilk tepkisini Dostlar Grubu’nun terörle mücadele koalisyonuna dönüştüğü 11 Eylül 2014 tarihli Cidde toplantısında bildiriye imza atmayarak ve İncirlik’in IŞİD’e karşı yapılacak operasyonlarda kullanılmasına izin vermeyerek gösterdi.[2]

“Bütün meseleyi rehinelerle ilişkilendirip rehineler bırakıldığında ne yapacaksınız diye soru Türkiye gibi bir ülkeye sorulmaz. Türkiye kendi kararını kendi verir.”[3] diyerek de bu tavrının zorunluluktan kaynaklanmadığını ortaya koydu.

IŞİD tehdidini Şam ve Bağdat’ta devrim fırsatına dönüştürmeye çalışmak

Şam’da devrimden vazgeçilip terörle mücadeleye öncelik verilmesi konusunda Türkiye’nin “kendi kararının” ne olduğu, IŞİD’in Kobani saldırısı sırasında ortaya konan şu üç taleple açıklandı.

“1 - Uçuşa yasak bölge ilan edilmeli 2 - O bölgeye paralel, güvenli bölge ilan edilmesi lazım 3 - Ve eğit, donat anlayışıyla Suriye'de ve Irak'taki ılımlı muhalif kesimin hem eğitilmesi hem de donatılması lazım.”[4]

Ankara’ya göre IŞİD, Şam ve Bağdat’ın yarattığı bir sonuçtu ve onun yok edilmesi için Şam ve Bağdat rejimlerinin değiştirilmesi gerekiyordu. Bu talepleri ile uluslararası koalisyondan Dostlar Grubu önceliğine geri dönmesini isteyen Ankara, IŞİD tehdidinin fırsata dönüştürülmesinden yanaydı.

Amerika, Ankara’nın bu taleplerinden sadece Suriye ile sınırlı kalacak şekilde ‘eğit-donat’ı denemeye değer buldu. Eğitilip donatılanların Nusra’ya esir düşmeleri ya da katılmaları, Ankara’nın taleplerinin ne ölçüde gerçekçi ve işlevsel olduğunu ortaya koymuştu.

PYD, Amerika ile ittifakını Ankara’ya borçlu

Dolayısıyla Amerika, Ankara’nın beklentisinin aksine önceliklerinde değil, müttefik olarak kullanacağı ‘ılımlı muhalif’ tercihinde değişiklik yaptı.

Ankara’nın “Kobani düştü düşüyor” beklentisinde olduğu günlerde Kobani’yi stratejik öncelik[5] olarak görmeyen Amerika, Ankara’nın bu taleplerinin ardından hava operasyonlarıyla önce Kobani savunmasına katıldı; ardından da Türkiye’nin tüm tepkilerine rağmen PYD ile ittifak ilişkisi kurdu.

Bu durum, önceki talepleri ile ileri doğru iki adım atan Ankara’nın mehter temposu ile iki de geri adım atmasına neden oldu. Zira önce peşmrege güçlerinin Türkiye’den geçerek Kobani savunmasına katılmasına; ardından da İncirlik üssünün IŞİD’e yönelik operasyonlarda kullanılmasına izin vermek zorunda kaldı.[6]

2011’de Türkiye sınırındaki Kürt nüfusunun çoğunlukta olduğu üç ilçenin 2016’da federasyona dönüşmesinde Amerika ile PYD’nin ittifak ilişkisinin etkisi olduğu inkar edilemez. Ancak bu ittifak ve Suriye’yi şimdilerde ‘B planı’na daha da yaklaştırarak Ankara’nın kaygılarını arttıran bu süreç, Ankara’nın iddia ettiği gibi bir “üst aklın” eseri değildi.

Haziran 2014’ten sonra değişen şartlara direnen ve Suriye krizi konusunda 2011 yılının fırsat perspektifinde ısrar eden Ankara’nın eseriydi.

ABD’nin ‘B planı’ ile Suudilerin ‘B planı’nın farkı

Cenevre-3 sürecini yaratan Suriye Destek Grubu, Suriye’nin toprak bütünlüğünü vurguluyor olabilir. Ancak ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin 27 Şubat’ta ilan edilecek ateşkesin kalıcı olması için adeta bir tehdit gibi ortaya attığı ‘B planı’nın[7] Suriye’nin bölünmesini ima ettiği biliniyor.

Suriye krizi konusunda Türkiye ile aynı tutuma sahip olan Suudi Arabistan ise ‘B planı’ ile desteklenen silahlı gruplara uçaksavar füzeleri ve diğer gelişmiş silahların verilmesini kastediyor.[8]

Gerçekleşme ihtimali artan ABD’nin B planı

Amerika’nın Rusya ile birlikte ateşkesi ve Cenevre-3’ü yaşatma kararlılığı, Washington’un Suudi Arabistan ve Türkiye’nin istediği gibi Şam’da devrim önceliğine dönmeyeceğini gösteriyor.

Dolayısıyla Amerika’nın Suudi Arabistan ve Türkiye’nin desteklediği silahlı gruplara gelişmiş silahlar verilmesini öngören Suudi ‘B planı’nı gündemine alması hiç gerçekçi gözükmüyor.

Çünkü bu seçenek, verilen silahların hangi ellere geçtiği kontrol edilemediği için bölgesel, hatta küresel güvenliği tehlikeye düşürmüş ve ABD, 2014’e kadar şans verdiği bu seçeneği başarısız gördüğü için devre dışı bırakmıştı.

ABD’nin ‘B planı’nı bozmak için Suudilerin ‘B planı’na sarılmak

Suriye’nin bölünmesini öngören ABD ‘B planı’nın ise en çok Türkiye’yi kaygılandırdığı açık. Zira Suriye’nin mevcut saha dengesi esas alınarak bölünmesi halinde Şam’dan yönetilen bir Suriye’nin yanı sıra Rakka’dan yönetilen bir ‘Hilafet Devleti’, İdlib’den yönetilen bir Nusra emirliği ve üç kantondan yönetilen bir Kürt federasyonu söz konusu.

Sınırlarında IŞİD’i, PKK’yı ve Esed’i istemediğini belirten Ankara,[9] şu an sadece Suudilerle birlikte silahlandırdığı silahlı grupların kontrolünde bulunan İdlib ile Halep’in Azez ve Mare sınırlarını güvenli görürken sınırında istemediği Suriye, IŞİD ve Kürt kantonları ile zaten komşu durumunda.

Dolayısıyla Suriye sınırı şu an Ankara’yı sadece güvenlik boyutuyla kaygılandırırken, Suriye’nin ABD’nin ‘B planı’ ile bölünmesi durumunda, Türkiye’nin güvenlik kaygılarına jeopolitik kaygıların da ekleneceği açık.

İran’la ortak kaygılara sahip Türkiye, Suudilerle müttefik  

Suriye kriziyle ilgili 2011’den sonra kullanım değeri kalmayan argümanlarına ve Suudilerle birlikte desteklenen silahlı grupların Şam’da devrim yapıp IŞİD’i ortadan kaldırabileceğine Ankara’da hala inanan olup olmadığını bilemiyoruz.

Bölge ülkelerinin toprak bütünlüğü konusunda İran’la ortak kaygılara sahip olan Türkiye’nin Suudilerden başka müttefiki; Suudiler açısından ise bu kaygıların hiçbir önemi yok.

2011’de Türkiye ve Katar’ın aksine Suriye krizine mesafeli duran Suudilerin 2016’da Riyad’da kurduğu heyetle hem Cenevre masasını, silahlandırdığı gruplarla da savaşı yönetmeye çalışması, Suriye özelini hedef alan bir politika değil.

Salman bin Abdulaziz’in krallığı ile birlikte artık bir ‘Yeni Suudi Arabistan’ var ve Riyad artık 2015 öncesinde olduğu gibi oyunu defansif oynamamakla övünüyor.

Suriye, Suudiler açısından İran’la bölgesel savaşta oyunu defansif olmaktan çıkaran alanlardan sadece bir tanesi.

Suudilerin Suriye, Yemen, Irak, Lübnan ve Filistin’de temel önceliği, buralarda İran’ın müttefiki olarak gördüğü yerel aktörlerin tasfiye edilmesinden ibaret. Dolayısıyla bu ülkelerin İsrail’e karşı altyapısının, ekonomisin, ordularının ve sınırlarının korunmasına öncelik veren İran’ın aksine İsrail’le ortak tehditlere karşı işbirliği yapan Suudiler açısından bunlar detay bile değil.

Yemen’i fiili olarak bölen Suudilerin İsrail’e; Türkiye, İran, Irak ve Suriye topraklarında ‘Büyük Kürdistan’ kurulmasını önermesi[10] Suudilerin önceliğinin ve tehdit algısının ne olduğunu gösteriyor.

Suudi B planı, ABD’nin B planı için zemin yaratıyor

Yani Suriye’nin ABD ‘B planı’ ile bölünmesi, Türkiye’nin aksine Suudilerde hiçbir kaygı yaratmıyor. Dolayısıyla Ankara eğer Suudilerin ‘B planı’na destek vererek ABD’nin ‘B planını’ uygulanamaz hale getirebileceğini düşünüyorsa yanılıyor.

Çünkü Suudi ‘B planı’, tam aksine aslında ABD ‘B planı’nın uygulanmasını kolaylaştıran bir zemin yaratıyor.

Tıpkı 2011’de Kürt nüfusunun yoğun olduğu üç ilçenin 2016’da federasyona dönüşmesinin hayal gözükmesi gibi 2016 başlarına kadar Suriye’nin bölünmesi de gerçek dışı gözüküyordu.

Suudi Arabistan ve Türkiye’nin desteklediği Fetih Ordusu’nun 2015 Martında İdlib’i ele geçirmesiyle Rakka’dan sonra Suriye’nin ikinci ili de devlet kontrolünden çıkmış oldu. Buna rağmen, IŞİD’in son kullanma tarihinin dolduğuna dair bir belirtinin görülmediği 2015 martında Suriye’nin bölünmesi gerçekçi bulunmuyordu.

Çünkü her ne kadar Rakka IŞİD’in, İdlib Fetih Ordusu’nun ve Afrin, Kobani ve Cezire de PYD’nin kontrolünde olsa da Suriye'de, tıpkı Irak'ta olduğu gibi etnik, mezhepsel veya örgütsel temelde bölünmeyi kolaylaştıracak nüfus homojenliğine sahip bölgeler mevcut değil.

IŞİD'in yokluğunun yaratacağı yeni gerçeklik, siyasi bir statüye dönüşebilir mi?

Ancak Amerika ve Fransa destekli Suriye Demokratik Güçleri’nin Menbic’e, Suriye ordusu ve müttefiklerinin de Rakka’ya başlattığı harekât, Haziran 2016 itibariyle yeni bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

IŞİD’in alan hâkimiyetine son verilmesi ile ortaya çıkacak olan bu yeni gerçeklik bölünmeyi mümkün kılacak bir zemin yaratabilir. Çünkü IŞİD’in toprak hakimiyeti olan bir güç olmaktan çıkarılması durumunda geriye yalnızca uluslararası destekçileri bulunan yerel aktörler kalmış olacak. Bir başka deyişle Şam yönetimi, Kürt Federasyonu ve Suudi Arabistan ile Türkiye destekli muhalifler kalmış olacak.

Peki, Suriye topraklarının uluslararası destekçileri de bulunan bu yerel güçler arasında bölünmesini kolaylaştıracak olan bu yeni gerçeklik bir hukuksal (de jure) statüye dönüşebilir mi?

Bu soruya cevap verebilmek için İran, Suriye ve Rusya savunma bakanlarının geçtiğimiz Perşembe günü Tahran’da yaptığı toplantıda alınan kararların sahaya yansımalarını ve Türkiye’nin değişebileceği öne sürülen Suriye politikasının istikametini beklememiz gerekecek.

 



[1][1] YDH. 2 Haziran 2016. İsrail’in Araplarla ticareti Türkiye üzerinden http://ydh.com.tr/HD14682_israilin-araplarla-ticareti-turkiye-uzerinden.html

[2] BBC Türkçe. 11 Eylül 2014. Türkiye, IŞİD'e karşı Arap-ABD bildirisine imza atmadı http://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/09/140911_arapulkeleri_abd

[3] Sabah. 23 Eylül 2014. “Türkiye gibi bir ülkeye sorulmaz” http://www.sabah.com.tr/gundem/2014/09/23/turkiye-gibi-bir-ulkeye-sorulmaz-1411424524

[4] Habertürk. 7 Ekim 2014. Erdoğan: Kobani düştü düşecek! http://www.haberturk.com/gundem/haber/997321-erdogan-kobani-dustu-dusecek

[5] Milliyet. 8 Ekim 2014. Kerry: Kobani stratejik önceliğimiz değil http://www.milliyet.com.tr/kerry-kobani-stratejik/dunya/detay/1951787/default.htm

[6] Milliyet. 25 Temmuz 2015. ABD Dışişleri'den 'İncirlik' açıklaması http://www.milliyet.com.tr/abd-disisleri-den-incirlik-/dunya/detay/2092458/default.htm

[7] BBC Türkçe. 24 Şubat 2016. Kerry: Suriye'de B planı ülkenin bölünmesi olabilir http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160224_kerry_suriye

[8] BBC Türkçe. 18 Mayıs 2016. Suudi Arabistan: Suriye'de B Planı'nı düşünmenin zamanı geliyor http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160518_suudi_arabistan_b_plani

[9] BBC Türkçe. 28 Ekim 2014. Davutoğlu: Sınırımızda IŞİD'i, PKK'yı, Esad'ı istemiyoruz http://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/10/141027_davutoglu_doucet

[10] The American Interest, 9 Haziran 2015. Kurds Gain New Power Even as ISIS Threatens http://www.the-american-interest.com/2015/06/09/kurds-gain-new-power-even-as-isis-threatens/  Yazının Türkçesi için: YDH. 12 haziran 2015. Suudilerden İsrail’e bağımsız Kürdistan planı http://www.ydh.com.tr/HD13943_suudilerden-israile-bagimsiz-kurdistan-plani.html