Nuri el-Maliki Hükümeti ve Kriz Yönetimi

Yaşanan tüm savaş, işgal ve terör travmalarından sonra henüz birkaç aylık Nuri el-Maliki hükümeti bir çözüm hükümeti değil, bir kriz yönetimi hükümetidir.

ABD liderliğindeki çok uluslu gücün BM Güvenlik Konseyi iradesine rağmen başlattığı Irak savaşından bu güne Irak’ta dört önemli sürecin yaşandığı söylenebilir.

 

1- 20 Mart 2003’te başlayıp üç hafta kadar süren savaş süreci.

2- 9 Nisan 2003’te Saddam rejiminin yıkılmasıyla başlayan yeni Irak’ın kurulması süreci.

3- 30 Ocak 2005 seçimleriyle Irak’ın Iraklıların eliyle kurulması için başlatılan siyasi süreç.

4- 15 Aralık seçimleri ve uzlaşma hükümetinin kurulmasıyla başlayan Irak’ın normalleştirilmesi süreci.

 

Irak’taki Sünni Arap azınlığın –zahiren haklı olarak- ilk üç süreci, kendilerinin Irak’taki geleneksel hâkimiyetine son vermeyi amaçlayan komplolar olarak algılamasının ve buna karşı direniş göstermesinin, hâlihazırda yaşanan sürecin de zorlu geçmesine sebep olduğu söylenebilir.

 

Irak’taki Sünni Araplar, 15 Aralık seçimlerine kadar yaşanan süreçlerde gösterdikleri programsız, önderliksiz ve ölçüsüz direnişin, kendilerini kurulmakta olan siyasal hayatın büsbütün dışına iten tehlikeli bir mecraya sürüklediğini, anayasanın oluşturulması sırasında fark ettiler. Sünni Araplar bundan dolayı 15 Aralık seçimlerine yoğun bir katılım gösterdiler ve ardından da parlamentoda ve hükümette yer alarak siyasal sürece resmen katılmış oldular.     

 

15 Aralık seçimlerine Irak’taki tüm toplumsal kesimlerin yoğun bir şekilde katılması, tüm kesimlerden siyasi grupların oluşturduğu bir uzlaşma hükümetinin kurulması ve Başbakan Maliki hükümetinin daimi hükümet olması, hâlihazırda yaşanan süreci geçen üç yılda yaşanan süreçlere göre farklı ve yeni kılıyor.

 

15 Aralık seçimleriyle başlayan dördüncü süreç, birçok bakımdan yeni şartlar yarattı:

 

1- Irak’taki tüm toplumsal kesimler siyasal sürece katıldı.

2- Tüm toplumsal-siyasi kesimler, kendi dışındaki diğer kesimleri razı etmeden Irak’ta tek başına hâkim olamayacağını somut bir şekilde görmüş oldu.

3- Tüm kesimler, Irak’ın müreffeh, istikrarlı ve onurlu geleceğinin kurulabilmesi için kendi dışındaki toplumsal kesimlerle uzlaşmaktan başka bir yol olmadığını fark etmiş oldu.

4- Daha önce toplumsal mensubiyetlere göre tanımlanan “biz” ve “öteki” nitelendirmeleri, artık “siyasal sürece katılanlar” ve buna “katılmayarak şiddete başvurmayı sürdürenler” şeklinde evrim geçirmeye başladı.

 

Yukarıda bahsedilen birinci şart, 15 Aralık seçimlerine katılımın geniş kapsamlı ve yoğun olmasını, ikinci şart ise bir ulusal uzlaşma hükümetinin kurulmasını sağladı. Üçüncü şart, “Ulusal Uzlaşma ve Barış Planı”nın gündeme getirilmesiyle pratiklik kazanırken; dördüncü şart, şuan yaşanan terör ve şiddet ortamını tetikledi.

 

Zira Irak’ta huzur, barış, kardeşlik, refah ve istikrar isteyen her kesimden geniş halk kitleleri ve siyasal gruplar bulunduğu gibi, Irak’taki varlıkları ve ikballeri terör ve şiddet yoluyla koparacakları tavizlere bağlı olan sınırlı sayıdaki militan örgütlerle Saddam rejimi askerî ve istihbarat unsurlarının oluşturduğu küçük ama etkin bir grup da söz konusu. Dolayısıyla Uzlaşma Planının başarılı olmasından ve yukarıda bahsedilen dördüncü şartın olgunlaşmasından en büyük zararı görecek olanın bu terörist unsurlar olacağı açıktır.

 

Kuzeyde bir federatif yönetim kurarak kendini önemli ölçüde Irak’ın genelinden soyutlayan ve merkezi hükümetteki varlığını da kuzeydeki federal yönetimi garanti edici bir manivela olarak kullanan Kürt siyasi gruplar açısından yukarıdaki şartların fazlaca bir belirleyiciliği olduğu söylenememektedir. Bununla birlikte ekonomik ve siyasi istikrarsızlık ile yakıcı güvenlik sorunlarının tüm Irak’ı olduğu gibi Kürtleri de olumsuz etkilediği bir gerçektir.

 

Irak’taki Sünni Arap azınlığın –zahiren haklı olarak- 15 Aralık’a kadar olan süreci, kendilerinin Irak’taki geleneksel hâkimiyetine son vermeyi amaçlayan komplolar olarak algılamasının ve buna karşı önderliksiz, programsız ve ölçüsüz bir direniş göstermesinin, hâlihazırda yaşanan sürecin de zorlu geçmesine sebep olduğu yönündeki tespiti tekrar hatırlamakta yarar var.

 

Sünni Arapların siyasal sürece katıldıkları 15 Aralık 2005’e ve uzlaşma hükümetinde yer aldıkları 20 Mayıs 2006’ya kadar Homojen bir liderlikten ve öngörülmüş bir stratejik planlamadan yoksun direnişi, -ortak toplumsal mensubiyetten dolayı- kendileriyle terör örgütleri ve Saddam kalıntıları arasındaki sınırı belirsizleştirmişti.

 

15 Aralık ve 20 Mayıs’a kadar süren bu sınır belirsizliğinin, kutsal mekânlara ve sivil Şii halka yönelik terör eylemlerini Sünni bir dini jargonla gerçekleştiren örgütlerle eski rejim kalıntılarının işini kolaylaştırdığı söylenebilir.

 

Sünni Arapların 15 Aralıkta siyasi sürece katılmaları, 20 Mayıs’ta hükümette yer almaları ve Ulusal Uzlaşma Planı’nın uygulayıcısı olmaya başlamaları, kendileriyle teröristler arasındaki sınırların belirginleşmesine ve keskinleşmesine giden bir süreç başlattı.

 

Hatırlanacağı üzere Irak’ el-Kaide’sinin öldürülen lideri Zarkavi, hükümet kurma çalışmaları sırasında siyasal sürece katılan Hizb-i İslami başta olmak üzere diğer Sünni grupları hain ilan edip Tarık el-Haşimi’nin kardeşlerinin öldürülmesi örneğinde olduğu gibi onlara karşı da terör eylemleri gerçekleştirmişti.

 

Sünni siyasi grupların siyasal süreci geri dönülmez bir yol olarak benimsediklerini açıkça ilan etmeleri ve Ulusal Uzlaşma Planına sahip çıkmaları, bugün yaşanan terör ve şiddet ortamını sürpriz olmaktan çıkarmıştı.

 

Samerra’daki el-Askeriye türbesine yapılan terörist saldırı, Irak’ta mezhep savaşı çıkarmaya dönük önemli bir provaydı. Bu saldırı o dönemde İbrahim Caferi’nin Başbakanlığı meselesinden dolayı kilitlenen hükümet kurma çalışmalarını tamamen baltalamaya yönelikti; binaenaleyh gerek Samerra saldırılarının ve gerekse şimdi yaşanan terör ve şiddet dalgasının siyasi sürece katılan taraflar arasındaki güvensizliği arttırmaya, siyasi süreci baltalamaya ve Sünnileri bu süreçten koparmaya dönük bir stratejik hedefinin olduğu söylenebilir.

 

Kendilerine yönelik terör ve şiddet tahriklerine şimdiye kadar sabır ve tahammül göstererek karşılık vermeyen Şii dini ve siyasi liderler gibi, akıl ve basiret sahibi Sünni liderlerin de suyun kimler tarafından ve niçin bulandırılmakta olduğunu fark ettikleri görülüyor.

 

Bu çerçevede parlamentodaki en büyük Sünni grup olan Irak Uzlaşma Cephesi’nin üyesi ve aynı zamanda da meclis başkanı olan Mahmud el-Meşhedani’nin tespiti son derece önemli gözükmektedir.

 

Resmi bir ziyaret için gittiği Bahreyn’de “Irak işgalcileri, Irak’ı bir iç savaşa sürüklemek istiyorlar, bazı bölgelerdeki Iraklı gruplar da bilgisizlikten veya kasıtlı olarak bu işte işgalcilerle işbirliği yapıyorlar” diyen Meşhedani, Irak’ta mezhep savaşı çıkarmaya dönük terör eylemleri konusunda İsrail’in ismini açıkça telaffuz ederek, “Irak’a İsrail’den bir grup geldi, bunlar gizli faaliyetler yaparak muhtelif gruplara nüfuz etmeye çalışıyorlar. Bu grubun elamanları şu an Babil’de yerleştiler. Zira Tevrat’a göre bu şehrin yok edilmesi, İsrail’e yeni bir hayat kazandıracak” diye konuşuyor.[1]

 

Yine el-Alem televizyonuna bir demeç veren parlamentodaki ikinci büyük Sünni siyasi grup olan Ulusal Diyalog Cephesi üyesi Muhammed Salih ed-Duleymi de uydudan yayın yapan Arap televizyonlarını mezhepçiliği körükleyen yayınlarından dolayı eleştirerek, “bu uydu kanalları, bu hastalık tohumlarını Irak’a ektiler; ama Irak’ın toplumsal durumu bu ithal hastalığın daha da yayılmasına izin vermeyecek, Irak’taki tüm akıl sahipleri işlenen bu cinayetlerin ithal olduğunu biliyor”[2] diyor.

 

Her iki Sünni liderin Irak’ta mezhep savaşı çıkarılması düşüncesinin “ithal” olduğu yönündeki tespiti, aynı kabilenin yarısının Şii, yarısının Sünni olduğu, Arap’ıyla, Türkmen’iyle, Kürt’üyle Şii-Sünni ayrımı gözetmeden birbiriyle akraba olmuş bir Irak toplumsal gerçekliğine işaret ediyor.

 

Öte yandan kullanılan “ithal” kavramı bu düşüncenin patentini de ortaya koyuyor.

1-Irak’taki varlığını güvenlik sorunu gerekçesine dayandıran işgalcilerle İsrail,

2-Irak’a bölgedeki Arap ülkelerinden gelmiş terörist militanlar,

3-Irak tarihine kültürüne ve dinine yabancı bir unsur olan Mişel Eflak’çı Baas partili Saddam kalıntıları.

 

Sonuç

Bir ulusal uzlaşma hükümetinin kurulmasının, tüm toplumsal kesimleri iktidara ortak kılması bakımından Irak’ın geleceği açısından umut verici bir gelişme olduğu söylenebilir.

 

Yeni Irak hükümeti, en önemli önceliğinin güvenlik sorununu halletmek olduğunu ortaya koymuş bulunuyor. Ülkedeki güvenlik sorununun önemli bir kısmının, güvenlik yetki ve sorumluluğunu Irak güvenlik güçlerine bırakmamakta ısrar eden işgalcilerden kaynaklandığı biliniyor. Dolayısıyla da tüm kesimlerin beklentilerine uygun bir şekilde işgalcilerin Irak’tan çekilmesini öngörecek bir çekilme takviminin belirlenmesi en önemli adım olacaktır.

 

Güvenlik sorunlarıyla çok uluslu gücün Irak’taki varlığı arasında kurulan ters/doğru orantılı denklem, hükümetin şu ana kadar bu konuda somut bir adım atamamasının önündeki en büyük engel olarak gözüküyor.

 

Iraklılar ülkedeki güvenlik sorunlarının kaynağı olarak işgalcileri görür ve bir an önce çekilme takviminin açıklanmasını isterken, işgalciler ise ülkedeki güvenlik sorunlarını ve iç savaş riskini varlıklarının meşru gerekçesi olarak ortaya koyuyorlar.

 

Yaşanan bu açmazın, Irak’taki varlıkları ve ikballeri terör ve iç savaş ortamına bağlı olan terör örgütlerinin ve Saddam kalıntılarının çıkarına olduğu kadar işgalcilerin de işine geldiği söylenebilir.

 

Elbette yaşanan tüm savaş, işgal ve terör travmalarından sonra henüz birkaç aylık Nuri el-Maliki hükümetinin bir çözüm hükümeti olduğu beklenmemelidir. Bir ulusal uzlaşma hükümeti olan Maliki kabinesinin, tüm sorunları çözecek bir çözüm hükümeti değil, bir kriz yönetim hükümeti olduğunun bilinmesi, beklentileri makul düzeylere çekmesi, sabır, tahammül ve kararlılık aşılaması bakımından önem arz etmektedir.

 

Irak güvenlik güçlerine yarı ağır silahları kullanmasına ve aldığı istihbarata göre operasyon yapmasına bile izin vermeyen, güvenlik yetkisini bütünüyle kendi elinde tutan işgalcilere rağmen, güvenlik sorunlarının tümüyle çözülmesini beklemek gerçekçi gözükmemektedir.

 

Hâlihazırdaki krizi, tüm tahriklere rağmen ulusal uzlaşma planını soğukkanlı ve kararlı bir şekilde uygulamaya sokarak yönetebilmesi, Nuri el-Maliki hükümetinin ve Irak halkının işgalcilere karşı kazanabileceği en büyük zafer olacaktır.

 

Bu yazı Haberajanda dergisi için yazılmıştır.

[email protected]

 



[1] http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=675

[2] http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=676



Makaleler

Güncel