Askerî modernizasyonun dış politika ve güvenlik stratejisi üzerindeki etkisi

Güçlü bir ulusal savunma sanayisine sahip olmayan Türkiye, askerî açıdan “Sovyet tehdidine karşı” NATO bünyesinde büyük ölçüde ABD askerî yardımlarıyla silahlandırılmıştı.

Soğuk Savaş sırasında “Sovyet tehdidine” dayalı olarak NATO kapsamında büyük ölçüde ABD yardımlarıyla teçhiz edilen Türk ordusu, Soğuk Savaş sonrası süreçte elindeki askerî araç ve silahların modern teknolojiye uygun olmadığını fark etti.

 

Ayrıca, Soğuk Savaş dönemi şartlarında NATO çerçevesinde Türkiye’ye verilen askerî rolün ve Türkiye’nin tehdit algılamasının da 1990’lı yıllarda değişmeye başladığı görüldü.

 

Türkiye, Soğuk Savaş döneminde NATO’nun Güneydoğu Avrupa müttefikiydi. O dönemde NATO çerçevesinde ortaya konan tehdit değerlendirmesi, öncelikli tehdit olarak Sovyetler Birliğini işaret ediyordu.

 

Güçlü bir ulusal savunma sanayisine sahip olmayan Türkiye, askerî açıdan “Sovyet tehdidine karşı” NATO bünyesinde büyük ölçüde ABD askerî yardımlarıyla silahlandırılmıştı.

 

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslarda oluşan stratejik boşluk, yeni tehdit değerlendirmelerini gündeme taşıdı. NATO karşısında artık Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Varşova Paktı gibi büyük bir askerî blok söz konusu değildi ve NATO bünyesinde yapılan tehdit değerlendirmesinde, “uluslar arası terörizm”, “etnik bölgesel çatışmalar” ve “köktenci dinî hareketler” birer tehdit olarak ortaya konuyordu.

 

Bu durum, orduların geleneksel yapılarını da tartışmaya açıyordu. Soğuk Savaş dönemi için gerekli görülen kalabalık asker sayısına dayalı büyük; ama hantal ordu yapısı yerine, asker sayısı bakımından küçültülmüş, modern teknolojik araçlarla donatılmış hızlı askerî birlikler gündeme geliyordu.

 

Körfez Savaşı, âdeta yeni ordu yapılanmasının sergilendiği bir savaş fuarı olmuştu. Dünya, ABD’nin üstün teknolojik özelliklere sahip silahlarla Irak’ın tüm hava savunma sistemini bir anda etkisiz kılışını izlemiş ve elektronik harbin önemini kavramıştı.

 

Körfez Savaşı sırasında CNN aracılığıyla yaratılan ABD imajı, o dönemde ABD ile yakın bir işbirliği sergileyen Turgut Özal yönetimindeki Türkiye’yi de çok etkilemişti. Türk ordusunun asker sayısı bakımından küçültülmesi, bu şekilde yapılacak tasarrufla, profesyonel askerlerden oluşan, hızlı ve üstün teknolojik araçlara sahip bir ordunun yapılandırılması gündeme getirilmişti.

 

1990’lı yılların başında saldırılarını etkili hale getirmeye başlayan PKK karşısında klasik ordu yapılanmasıyla görünür bir başarı sağlanamaması da profesyonel askerlerden oluşmuş, küçültülmüş ve modern silahlarla donatılmış ordu ihtiyacını, daha hissedilir hale getirmişti.

 

Türk ordusunun elinde bulunan ABD askerî yardımlarıyla tedarik edilmiş birçok silah, ikinci dünya savaşından kalmaydı ve bu silahlar, Soğuk Savaş sonrası ortaya konan tehdit algılamalarına cevap verememekteydi.

 

Türkiye, 1996 yılında başlattığı uzun donem siyasî-askerî stratejisinde merkezî bir öneme sahip olan askerî modernizasyon projesine ilk 8-10 yıllık donem için 25-30 milyar dolar, gelecek 30 yıllık dönem için ise 150 milyar dolarlık bir tutara varan bir bütçe ayırdı.[1]

 

Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizler, bu askerî modernizasyon projesinin önünde büyük engellemeler oluşturdu. Bununla birlikte, ordunun harcamalarının hiçbir zaman mecliste tartışma konusu yapılamaması ve dikkatli bir incelemeden geçirilememiş olması, modernizasyon projesinin her şeye rağmen sürdürülmesini sağlamıştı.

 

1996 yılından bu yana M-60 tanklarının modernizasyonu ve ana muharebe tank üretimi, F-4, F-5 ve F-16 savaş uçaklarının modernizasyonu ve taktik taarruz helikopter tedariki, askerî modernizasyon programının en öncelikli hususları olarak ortaya kondu.

 

Sadece bu üç hususta bile ortaya çıkan rakam, yaklaşık olarak 10 milyar dolara tekabül etmekteydi. Türkiye’nin ABD ile ilişkileri düşünüldüğünde, Türkiye’nin askerî modernizasyon projesinin ABD ve müttefikleri için büyük bir pazar sunduğu görülmektedir.

 

1990’lı yılların ortalarından itibaren fiilen başlatılan askerî modernizasyon projesinin günümüze kadar olan seyri göz önünde bulundurulduğunda, bu projenin ülkenin sadece ekonomisini değil, güvenlik stratejisini de etkilediği görülmektedir.

 

Türkiye, elindeki demode olmuş askerî araçların ve silahların modernize edilmesi konusunda öncelikle askerî açıdan bağımlı bulunduğu ABD’ye ve AB ülkelerine müracaat etti.

 

ABD’nin, TSK’nın modernizasyonu konusunda sürekli olarak İsrail’i işaret etmesi, Türkiye’nin askerî sanayi alanında İsrail’e yönelmesinin gerekçesi olarak ortaya kondu.

 

Öte yandan ABD’liler, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte Türkiye’nin stratejik pozisyonunun da değiştiğini, Türkiye’nin fakir ve küçük bir kanat ülkesi konumundan Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya bölgelerini içine alan çeşitli stratejik bölgelerde “eksen ülke” konumuna yükseldiğini telkin ettiler.[2] 

 

Bu ifadeleri, Türkiye’de kelimesi kelimesine en çok dillendiren kişi 1996’dan 1998’e kadar Genelkurmay 2. Başkanı olan Orgeneral “Çevik Bir” idi. Türkiye üzerinde yapılan bu rol belirlemesi sonrasında Çevik Bir, 23 Şubat 1996 tarihli Askerî Eğitim ve İşbirliği Anlaşmasını imzalayarak Türkiye İsrail ilişkilerini “stratejik ittifak” düzeyine taşımaktaydı.

 

O dönemde Türkiye ile İsrail arasındaki toplam ticaret hacmi 150 milyon dolar civarında bulunuyordu. Askerî Eğitim ve İşbirliği Anlaşması ile başlayan Türk İsrail stratejik ilişkisi, iki sene içerisinde inanılmaz bir hız ve kapsam içerisinde geliştirildi.

 

İki taraf arasında ortak tehdit değerlendirmelerinin yapıldığı “stratejik diyalog toplantıları” ve “savunma sanayi işbirliği anlaşmaları” Türkiye’nin ulusal güvenlik stratejisini de, savunma sanayi yapısını da, dış politika tutumunu da büyük ölçüde yeniden yapılandırdı.

 

Türkiye’ye Soğuk Savaş sonrasında Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya bölgelerinde İngilizce tabiriyle “pivotal state” (eksen ülke) rolü verilmişti. “Pivot” ifadesi basketbolda oyunu kuran ve hücumu taşıyan oyuncu için kullanılmaktadır.

 

ABD, Türkiye İsrail stratejik ilişkisine Ortadoğu’da “pivot” rolü vermiştir. Türkiye, aslında çok çelişkili bir biçimde Soğuk Savaş dönemi alışkanlığı ile ABD’nin Soğuk Savaş sonrası için verdiği bu yeni rolü benimsemiş gözükmektedir.

 

Başbakan Tayyib Erdoğan’ın İsrail gezisi, büyük ölçüde askerî modernizasyon çerçevesinde şekillenen Türkiye-İsrail stratejik ilişkisinin sonucu olarak gerçekleşti. AKP çevreleri, bu ziyareti, Filistin sorunu ve “Ortadoğu Barışı” çerçevesinde izah etmeye çalıştılar. İsrail daha ziyaretin ilk gününde Türkiye’yi bu meseleye karıştırmak istemediğini açıkça ortaya koydu.

 

Kaldı ki Başbakan Erdoğan’ın Şaron’la yaptığı ziyarette “silahlı grupların kontrol edilebilmesi için Mahmud Abbas’ın elinin güçlendirilmesi gerektiğine” ilişkin sözleri, Filistin sorununa esas itibariyle Şaron gibi yaklaştığını ortaya koyar nitelikteydi.

 

Türk İsrail stratejik ilişkilerinin “Ortadoğu Barışı” ve Filistin sorunu çerçevesinde izah edilmesi ise sadece aptalları aldatmaya yöneliktir.

[1] Elliot Hen-Tov, The Political Economy of Turkish Military Modernization http://meria.idc.ac.il/journal/2004/issue4/hentov.pdf

[2] R. Chase, E. Hill and P. Kennedy, "Pivotal States and US Strategy," Foreign Affairs Vol. 75, No.1 (January/February 1996).