Samerra saldırısı ve Irak’ın ulusal bütünlüğü

Son saldırının ardından mezhep mensuplarının birbirini suçlamak yerine işgalcileri suçlaması, Iraklılar açısından son derece önemli bir psikolojik kazanım ve siyasal bilinç başarısı olarak gözüküyor.

Dün Samerra’daki Askeriyeyn türbesine yapılan bombalı saldırı, barındırdığı iç ve bölgesel savaş potansiyelinden dolayı, dikkatlerin yeniden Irak’ta bir süredir azalma kaydeden mezhep eksenli çatışmalara yönelmesine sebep oldu.

 

Aslında Sünni Müslümanlarca da saygın kabul edilen Ehlibeyt İmamlarından İmam Hadi ile İmam Hasan el-Askeri’nin Samerra’daki türbelerine geçtiğimiz yılın şubat ayında yapılan saldırı, Irak’taki siyasi çatışmalara “mezhep savaşı” rengi kazandırmayı hedeflediyse de yapılan propagandalara rağmen çatışma düzeyini aşarak bir iç savaş niteliği kazanamadı.

 

Askeriyeyn türbesine yapılan ilk saldırının siyasi hesaplaşmayı mezhebi boyutlara taşıyarak Irak geneline ve hatta bölgeye yaymayı ve Sünni Arapların liderlik inisiyatifini ele geçirmeyi hedefleyen unsurlar tarafından gerçekleştirildiği artık biliniyor.

 

30 Ocak 2005 seçimlerinde siyasi süreci boykot eden Sünni kesimlerin 15 Aralık’ta siyasi sürece dahil olmaları üzerine Irak’taki güç ve iktidar mücadelesinde ciddi ölçüde yalnızlaşan eski rejim kalıntıları ve el-Kaide örgütünün zamanlaması da aslında 22 Şubat 2006’da düzenlenen saldırının politik hedefini ortaya koyuyordu.

 

Binaenaleyh ilk saldırı sonrasında yapılan sükunet çağrılarına rağmen çatışmaların tırmanması ve Irak’taki siyasi sürece İran nüfuzu gerekçesiyle karşı çıkan ABD’nin Arap müttefiklerinin propaganda desteğiyle bölgesel bir nitelik kazanmaya doğru gitmesi derin endişelere sebep olmuştu.

 

Fakat bir yıllık süreç içerisinde mezhep eksenli çatışmaların iç savaş üretecek potansiyelini yitirmesi, Arap medyası ve ulemasının propagandalarının etkisinin sınırlı düzeyde kalması, başta Saddam Hüseyin olmak üzere eski rejim liderlerinin idam edilmesiyle eski rejim hayallerinin tümden yok olması ve bu çerçevede Irak’taki bazı Sünni aşiretlerle daha önce el-Kaide müttefiki olan silahlı grupların saf değiştirmesi, söz konusu terörist unsurları, yeniden yalnızlaştıran bir süreç başlattı.

 

Böylesi bir siyasal arka plana sahip olan 13 Haziran 2007 tarihli ikinci saldırı konusunda Bağdat’taki Sünni Ummu’l- Kura camii imamının ve Mukteda Sadr’ın saldırılardan işgalcileri ve el-Kaide’yi sorumlu tutması, yoğurdun üflenerek yenildiğini ortaya koyuyor.   

 

22 Şubat 2006’da düzenlenen ilk saldırının yarattığı mezhebi çatışma dalgasının Irak ve bölge açısından taşıdığı istikrarsızlık potansiyelini fark eden bölge devletleri de, Irak’taki hassas dengeleri de göz önünde bulundurarak ikinci saldırıdan çok uluslu güce komuta eden Amerika’yı sorumlu tutuyor.

 

İşgal altındaki bir yerin güvenliğini sağlamayı işgalcilerin görevi olarak tanımlayan uluslar arası yasalar, başta kutsal mekânlara yönelik saldırılar olmak üzere ülkedeki tüm güvenlik sorunlarından ABD’yi sorumlu tutanların en önemli ve haklı yasal dayanağını oluşturuyor.

 

Bununla birlikte Irak’taki ve bölgedeki hassas dengeleri göz önünde bulundurarak Irak’ta yaşanmakta olan güvenlik sorunlarından ABD’yi sorumlu tutmak, gerçekçi ve açıklayıcı bir analiz olarak değil, maslahatı önceleyen ve bir bakıma tahdidi fırsata dönüştüren bir propaganda olarak ortaya çıkıyor.

 

Kutsal mekânlara yönelik saldırıların, Irak’ı ve bölgeyi mezhep eksenli bir iç çatışmaya sürüklemeyi hedeflediği bunun da Irak’ın bütünlüğünü hedeflediği ortaya konuyor.

 

Son saldırının ardından mezhep mensuplarının birbirini suçlamak yerine işgalcileri suçlaması, Iraklılar açısından son derece önemli bir psikolojik kazanım ve siyasal bilinç başarısı olarak gözüküyor.

 

Elbette Irak’ın iç bütünlüğünü tehdit eden kutsal mekânlara yönelik saldırıların ABD tarafından gerçekleştirildiğini iddia etmek gerçekçi ve açıklayıcı olmadığı gibi, saldırının gerçek faillerinin aklanması gibi bir risk de taşıyor.

 

Fakat özellikle çıkarlarını Irak’ın toprak bütünlüğünde gören Sünni Arapların ülkenin bir bölgesini “Irak İslam Devleti” diye ilan eden ve kendilerini de bu devletin emirine itaate zorlayanları, en az işgalciler kadar Irak’a düşman görmeye başladığı, bu yüzden de onların inisiyatifiyle gerçekleşen hareketler içinde yer almayacakları görülüyor.

 

Sünni kesimlerin, son saldırı konusunda Şiilerin geleneksel tepkileriyle örtüşen tepkiler vermesi, hem terörist grupları hem de işgalcileri yalnızlaştıracak ve bunların hareket alanını daraltacak bir sürecin başlayacağına işaret ediyor.

 

Çünkü Iraklı Sünnilerin liderliğine oynayan terörist gruplar da çekilme takvimi açıklamamasını içerideki güvenlik sorunlarıyla gerekçelendiren ABD de Sünni ve Şii grupların ortak bir siyasal dil geliştirmesiyle mevzi kaybediyorlar.     

 

Çok uluslu güç ve güvenlik sorunları

Irak’taki çok uluslu güce komuta eden ABD’nin Irak işgali için öne sürdüğü üç gerekçe bulunuyordu:

 

1-Saddam rejiminin kitle imha silahlarına sahip olması,

2-Saddam rejiminin uluslar arası teröre destek vermesi,

3-Saddam rejiminin diktatör niteliği ve Irak’a demokrasi getirilerek buranın özgürleştirilmesi.

 

İlk iki gerekçe konusunda hiçbir nesnel bulguya rastlanmadığı, bu gerekçeler konusunda işgal öncesinde BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan verilerin yanlış istihbaratlara dayalı olduğu artık ABD’deki en yetkili ağızlar tarafından da kabul ediliyor.

 

Irak işgalini BM Güvenlik Konseyi iradesine rağmen gerçekleştiren ABD’nin uluslar arası yasalar bakımından “hukukilikle” açıklayamadığı bu adımını, üçüncü gerekçeyi öne sürerek “ahlakilik” çerçevesinde izah etmeye çalıştığı görülüyor.

 

Dolayısıyla Saddam sonrasında Irak’ta demokratik bir yapı kurmak için siyasi süreçleri başlatan ABD, işgaline meşruiyet kazandıran siyasi süreçleri Irak’taki en büyük başarısı olarak ortaya koyuyor ve yaşanan güvenlik sorunlarını, mimarı olduğu siyasal süreçleri tehdit eden en temel problem olarak tanımlıyor.

 

ABD’ye göre “ahlaki” bir gerekçeyle 20 Mart 2003’te başlatılan işgal, Bağdat’taki Saddam heykelinin devrildiği 9 Nisan’da askeri bir zaferle sonuçlanmış; 30 Ocak ve 15 Aralık 2005 seçimleri ve yeni anayasanın tedviniyle gerçekleştirilen siyasi süreçlerle de söz konusu askeri zafer, siyasi zaferle taçlandırılmıştır.

 

Elbette siyasi süreçler sonunda Irak’taki siyasi gücü, ABD’nin ve bölgedeki müttefiklerinin “İran’ın adamları” olarak nitelendirdiği kesimlerin kazanmış olması Washington’un Irak’taki siyasi süreçleri stratejik bir zafer olarak tanımlamasını imkânsız kılıyor.

 

Öte yandan Saddam’ın cumhuriyet muhafızlarını üç hafta içinde buharlaştıran ABD’nin, son dört yıldır kontrol edilebilir bir düzeye indiremediği silahlı direniş karşısında Irak’taki askeri zaferi de tartışılır hale geliyor.

 

Binaenaleyh ABD, kendisini hiç istemediği bir siyasal yapıyla karşı karşıya bırakan ve mevcut şartlarda demokratik araçlarla da değiştirilmesi mümkün gözükmeyen siyasi süreçleri sahiplenip desteklemek; bununla birlikte söz konusu süreci arzuladığı şekle dönüştürmek için bir kriz yönetimi politikası uygulamak durumunda kaldı.

 

ABD’nin Irak hükümetine yönelik destek açıklamalarına rağmen, güvenlik yetkisine sahip olmayan Maliki hükümetine güvenlik sorunlarını çözmesi için süre tayin edişini, bölgedeki müttefikleriyle birlikte Maliki hükümetine darbe planlamasını ve İyad Allavi liderliğinde alternatif hükümet kurdurma çabalarını bu çerçevede değerlendirmek mümkün gözüküyor.

 

ABD, Irak’taki mevcut siyasi yapıyı kabul edilebilir bulmasa da, Irak’taki siyasi süreci desteklediğini belirterek, ülkedeki güvenlik sorunlarını kurulan siyasi yapıya bir tehdit olarak görmekte ve bu tehdidin de İran ve Suriye gibi “şer ekseni” ülkeler tarafından desteklendiğini öne sürerek Irak’ta güvenlik ve istikrarı en çok kendisinin istediğini ortaya koymaya çalışmaktadır.

 

Yukarıdaki izahlar doğrultusunda Irak’taki güvenlik sorunlarından en büyük zararı ABD’nin gördüğü, dolayısıyla da Irak’taki güvenlik sorunlarıyla istikrarsızlıktan uluslar arası teröre destek veren İran ve Suriye gibi ülkelerin sorumlu olduğu sonucu çıkmaktadır.

 

ABD’nin Irak’taki varlığını silahlı saldırıları önlemekle, silahlı grupların ise saldırılarını ABD işgalinin sürmesiyle gerekçelendirmesi, ülkedeki güvenlik ve istikrar bakımından bir fasit daire yaratmaktadır.

 

Öte yandan Irak’taki siyasi süreçlerin 15 Aralık 2005 seçimleriyle tamamlanmış olmasına rağmen hala herhangi bir çekilme takviminden söz edilmemesi, ABD’nin istediği türden bir siyasi yapı kurmak için uyguladığı kriz yönetimi konusunda gerekçeye ve zamana ihtiyacı bulunduğunu düşündürtmektedir.

 

Binaenaleyh ABD’ye siyasal yapı konusunda uyguladığı kriz yönetimini sürdürebilmesi, işgalin meşru veya en azından zorunlu bir gereklilik olarak kabulünün sağlanması için zamana ve gerekçeye ihtiyaç duyduğu ve dolayısıyla da kontrol edilebilir güvenlik sorunlarından yararlandığı söylenebilir.

 



Makaleler

Güncel