“Yeni Ortadoğu” ve İran-ABD soğuk savaşı

ABD hava Kuvvetlerine bağlı Rand Coorparation adlı düşünce kuruluşunun uzmanlarından Graham Fuller, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler’e uygulanan rimland stratejisine göndermede bulunarak, yeni süreçte İran’ın “heartland” olarak tanımlandığını söylüyordu.

Dünya, Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990’lı yılların başlarında dönemin ABD Başkanı George Bush’un dile getirdiği “Yeni Dünya Düzeni” kavramıyla tanıştı. Bu, 45 yıllık Soğuk Savaş dönemi boyunca yürürlükte olan iki kutuplu dünya sisteminin, savaşın galibi Amerika lehine tadil edileceğine işaret ediyordu.

 

1. Dünya Savaşı galiplerinin belirlediği dünya sistemi Milletler Cemiyeti’ni, 2. Dünya Savaşı’nın galiplerinin belirlediği dünya sistemi de Birleşmiş Milletleri doğurmuş; nihayet Varşova Paktı ve NATO çerçevesinde iki kutuplu bir dünya yaratmış olan Soğuk Savaş, 1990’lı yılların başında NATO lehine sona ermişti.  

 

ABD açısından 2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş dönemindeki ittifak ilişkileri, 1990’lı yılların başlarından itibaren ciddi şekilde başkalaşıyordu ve önceki ittifak ilişkilerinin yeni konjonktürle ortaya çıkan değişkenlere göre yeniden anlamlandırılması gerekiyordu. Binaenaleyh Varşova Paktı’nın dağılmasının NATO’yu anlamsızlaştırmaması da Atlantik ötesi ilişkilerin Soğuk Savaş sonrası dönemin değişkenlerine göre anlamlandırılmasına bağlıydı.

 

Öte yandan bir önceki dünya sisteminin güç ilişkileri çerçevesinde yapılandırılan Birleşmiş Milletler gibi uluslar arası kurumların ve NPT benzeri uluslar arası konvansiyonların da yine aynı şekilde yeni dönemin değişkenleri çerçevesinde tadil edilmesi gerekiyordu.

 

1990-2000 yılları, “Sovyet tehdidi”ne karşı geliştirilen Rimland stratejisinin ürünü olan NATO’nun, “savunma” doktrininin yeni süreçle ortaya çıkan “tehditlere” uyarlanmasıyla ve buna ilişkin kuramsal çerçevenin belirlenmesiyle geçti.

 

Binaenaleyh, Soğuk Savaş sonrasında varlık anlamı tartışmaya açılan NATO; “uluslar arası terörizm”, “kökten dincilik” ve “etnik bölgesel çatışmalar” şeklindeki değişkenler çerçevesinde yeniden anlamlandırılmış oluyordu.

 

Fakat 2001 yılında tamamlanan ve 21. yüzyılın ilk çeyreği için Amerikan güvenlik stratejisini ortaya koyan rapor[1], Rusya ve Çin gibi geleneksel düşmanların yanı sıra AB gibi önceki dönemin stratejik müttefiklerini dahi bir “rakip” ve “tehdit” olarak tanımlıyordu. Nitekim 2001’de ABD’de iktidar olan Yeni Muhafazakar seçkinler, ABD’nin Atlantik ötesi ilişkilerinden Ortadoğu’yla olan ilişkilerine, Birleşmiş Milletlerin yapısından uluslar arası konvansiyonlara varıncaya kadar dünya sistemiyle ilgili her alanda son derece radikal tezler geliştiriyordu.

 

Bu sebeple, 11 Eylül 2001 sonrası başlayan süreç, dünya sisteminin ABD’deki Yeni Muhafazakar doktrin çerçevesinde düzenlenmesi için atılan fiili adımlar olarak okundu.   

 

Eski CIA Başkanı James Wolsey’nin “4. Dünya Savaşı” olarak tanımladığı bu sürecin Afganistan’la başlatılması, 11 Eylül saldırılarının faillerinin bu ülkede bulunmasıyla, Irak’la sürdürülmesi ise dünyadaki enerji piyasasının kontrol altına alınması hedefiyle açıklandı.

 

Bu açıklama sebebiyle olsa gerek ki, ABD’nin Afganistan operasyonuna “uluslar arası terörle mücadele” çerçevesinde destek veren dünya, Irak işgali karşısında “tozpembe”den “kızıl”a kadar değişen renk tonlarında kırmızı alarm vererek tepki gösterdi.

 

İsrail ve İngiltere gibi gerçek stratejik müttefikler, ABD’nin yeni dünya sisteminde tayin edici baş aktör olma hedefiyle -dahi olsa- attığı Irak adımını hararetle destekleyerek yelpazenin tozpembe tarafını oluştururken, bu gelişmeyi yakın ve açık saldırı olarak gören başta İran ve müttefikleri Suriye, Hizbullah, Hamas, en kızılından kırmızı alarm durumuna geçti. ABD’nin Soğuk Savaş dönemindeki Avrupalı ortakları ile Ortadoğu’daki müttefikleri de konumlarına ve yeni sistemden kendilerine yönelecek tehdit algılarına göre “turuncunun” değişik tonlarında alarma geçtiler.

 

ABD hava Kuvvetlerine bağlı Rand Coorparation adlı düşünce kuruluşunun uzmanlarından Graham Fuller, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler’e uygulanan rimland stratejisine göndermede bulunarak, yeni süreçte İran’ın “heartland” olarak tanımlandığını söylüyordu.

 

Afganistan operasyonu ile İran’ın doğudan, Irak işgaliyle ile de güneyden askeri olarak kuşatılması, Refik Hariri cinayeti sonrasında çıkarılan 1559 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı ile de İran’ın Suriye, Lübnan ve Filistin’e uzanan stratejik derinliğinin yok edilmeye çalışılması Fuller’in tezini doğrulayan gelişmeler oldu.

 

Bütün bu gelişmeler, 1990’lı yıllar boyunca gerginlikleri azaltma politikası izleyerek bölgedeki Arap devletlerini ABD’nin Körfez’deki askeri varlığına son verilmesine ikna etmeye çalışan İran açısından stratejik bir felaket anlamına geliyordu.

 

İran’ın yeni süreçteki stratejisi

İran’ın 2001’den bu yana izlediği strateji göz önünde bulundurulduğunda ABD’nin kendisine yönelik geliştirdiği “rimland stratejisi”ne askeri ve diplomatik seçeneklerle değil, siyasi, kültürel ve ideolojik seçeneklerle karşı koyduğu söylenebilir.

 

Irak işgalini ne askeri ne de diplomatik seçeneklerle durdurmaya güç yetirmesi mümkün olmayan İran’ın, Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkarılmasını ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını öngören 1559 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararını engelleyecek bir uluslar arası diplomatik nüfuzu da bulunmuyordu. Buna karşın İran’ın Irak’ta başlatılan siyasi süreci, ABD çıkarları aleyhine yönlendirebilecek dini, siyasi ve kültürel nüfuzu, Lübnan’da ise 1559 sayılı kararı işlevsizleştirebilecek dini ve ideolojik müttefikleri bulunuyordu.

 

Binaenaleyh İran, Irak’ta işgalcilere karşı başvurulan askeri seçeneklerden duyduğu memnuniyeti gizlememekle birlikte, bu ülkede geliştirilmeye çalışılan siyasi sürecin yanında yer alan ve bunu ABD aleyhine manipüle etmeye çalışan bir strateji izledi.

 

İran’ın Irak halkıyla olan tarihsel, kültürel ve dini bağların yarattığı zeminde, Saddam rejimine muhalif Iraklı gruplarla olan yakın ilişkisi, ABD’nin Irak’ta kurmak istediği siyasi yapının oluşumunu engellerken, Irak’ın kaderinin belirlenmesinde Tahran’ı en güçlü aktörlerden biri haline getirmiş oldu.

 

Binaenaleyh ABD’nin çevreden kuşatmaya çalıştığı İran’la 2006 yılından sonra Irak konusunda masaya oturmak zorunda kalması, ABD’nin Irak’ta istediği türden bir siyasi yapı oluşturamadığını ve Tahran’ın bu ülkedeki nüfuzuna teslim olduğunu gösteren bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

 

Elbette bu durum, Irak’ta her şeyin güllük gülistanlık olduğu, Irak’taki tek belirleyici gücün Bağdat’taki siyasi yapı ya da İran olduğu ve ABD’nin bölgeyle ilgili tüm seçeneklerini tükettiği anlamına gelmemektedir. ABD, işgalci olarak bulunduğu Irak’ta halen en önemli karar verici aktör durumundadır ve işgalle ortaya koyduğu hedeflerin önemli bir kısmından hala vazgeçmiş değildir.  

 

Bununla birlikte, ABD 2003’te Irak’ı tek taraflı olarak işgal etmiş ve burada kimseyi ortak etmek istemediği tek taraflı bir siyasi yapı kurmaya çalışmış olsa da gelinen noktada başta İran olmak üzere Irak’a komşu ülkeleri ve BM’yi aracı kılarak burada saplandığı bataktan kurtulmanın yollarını arar hale gelmiştir.

 

İran açısından bakıldığında da benzer bir bilanço söz konusudur. Tahran’ın, Irak’taki tüm nüfuzuna ve siyasi yapıyı etkileyici bir aktör olmasına rağmen; ABD, Irak’taki etnik ve mezhebi çelişkileri, dolayısıyla da bu ülkedeki güvenlik durumunu mevcut siyasi yapıyı tehdit edebilecek şekilde etkileyebilen bölgesel müttefiklere sahiptir.  

 

Irak’taki çok uluslu güce hukuki dayanak olan BM kararının 31 Aralık 2008’de bir daha uzatılmayacak olmasına rağmen ABD ile Irak hükümeti arasında önümüzdeki yaz sonlarında uzun vadeli bir stratejik işbirliği anlaşmasının imzalanacak olması, Sadr grubuyla ve Fazilet Partisi’nin Birleşik Irak İttifakı’ndan ayrılması, Sadr grubunun bir güvenlik sorunu olarak ortaya çıkması ve hükümeti oluşturan Şii koalisyonla düşman hale gelmesi, İran’ın ABD karşısındaki konumunu zayıflatan gelişmeler olarak sıralanabilir.

 

Suriye, Lübnan ve Filistin cephesinde İran ABD hesaplaşması

Saddam Hüseyin’in Baas rejimi ile Hafız Esed’in Baas rejiminin düşman kardeşler niteliğinin İran Irak savaşından beri Şam’ı Tahran’a yaklaştırdığı biliniyor. Her iki ülkenin Filistin, Lübnan ve İsrail konularında ve Batı ile ilişkilerinde diğer bölge devletlerinden farklı politikalara sahip olması, Tahran ve Şam ilişkilerinin stratejik ortaklık konumuna yükselmesinde etkili oldu.

 

Tahran ve Şam, ilişkilerini stratejik ortaklığa yükselten konulardaki tutumlarından dolayı sadece ABD tarafından değil, bölgedeki Arap devletleri tarafından da tehdit olarak görülüyor ve bu durum, Lübnan’da Hizbullah ve Sinyora hükümeti, Filistin’de de Hamas ve el-Fetih çelişkileri bağlamında kendini gösteriyor.

 

Hizbullah’ın Hamas’tan -hem coğrafi hem de siyasi şartlar gereği- farklı olarak bölgedeki Arap rejimlerinden bağımsız hareket edebilmesi, İran-Suriye ekseninin Filistin’e kıyasla Lübnan’da ABD-Arap eksenine karşı daha güçlü adımlar atabilmesine sebep oluyor.

 

Arap rejimlerinin Filistin meselesi konusundaki tezinin Oslo sürecinde mağlup olması, Hamas’ın seçim zaferiyle İran’ın tezinin Filistin’de iktidar olmasını sağladı. Çünkü Arap tezi, İsrail’in varlığını kabul eden 1967 topraklarında kurulacak “bağımsız” bir Filistin devleti karşılığında İsrail’e güvenlik vaat eden bir tezken, İran tezi İsrail’in varlığını kabul etmeyen ve 1948 veya 1967 toprakları ayrımı yapmayan bir tezdir ve Hamas iktidarı, Filistinliler nezdinde Arap tezinin kabul görmediğini ortaya koymuştur.

 

İsrail’in varlığının kabulünü ve müzakerelerle bir sonuca ulaşılacağını öngören Arap teziyle bu varlığı meşru görmeyen ve çözümü direnişte gören tezin savaşı, Filistin için olduğu gibi Lübnan için de söz konusudur. Binaenaleyh, 2000 yılında güney Lübnan’ı işgalden kurtaran ve 2006 Temmuz Savaşında da İsrail’i mağlup eden Hizbullah, direniş tezinin en bölgedeki güçlü aktörü olarak Filistin’i de direniş yönünde cesaretlendirmektedir.

 

Hamas zaferinin el-Fetih darbesi, uluslar arası kuşatma, -Mekke Anlaşması örneğinde olduğu gibi- Arap saptırmaları ve İsrail ablukasına karşı direnişi de Hizbullah’ın adeta İsrail’e karşı askeri zafer kazandığı için cezalandırılmaya çalışılması da yukarıda söz konusu edilen tezler savaşının sonuçları olarak dikkat çekmektedir.

 

Hamas’a darbe yapmaya çalışanlar Gazze’den tasfiye edilmiş, Hizbullah’ın silahını yasadışı ilan etmeye çalışanların ise kendileri yasadışı duruma düşmüş olsa da Suriye, nükleer tesis sopası ve Golan havucuyla İran ekseninden Türkiye eksenine çekilmeye çalışılıyor.

 

Sonuç olarak yeni dünya sistemini oluşturmak için kurulmak istenen “Yeni Ortadoğu”da İran-ABD Soğuk Savaşı bütün hızıyla sürüyor ve her iki tarafın da nitelikleri farklı olmakla birlikte birçok seçeneğe sahip olduğu görülüyor.

 

Kaynak: Umran dergisi

 

[1] "New World Coming: American Security in the 21st Century"



Makaleler

Güncel