Irak’taki Siyasal Kesimler ve Beklentileri

ABD’yi Saddam yönetimine karşı cesaretli kılan en önemli dinamiklerden biri de Saddam rejiminin toplumsal bir meşruiyete ve çok küçük bir kesim hariç tutulacak olursa toplumsal desteğe sahip olmamasıydı.

11 Eylül sonrasında yaşanan süreç, başta “terörle mücadele” olmak üzere  buna bağlı olarak söz konusu edilen “kitle imha silahları” ve “demokratikleştirme” kavramlarını gündeme getirdi.

 

Buna göre Soğuk Savaş sonrasında dünyayı tehdit eden en önemli tehlike “terör”dü ve “terör” “demokratik” olmayan rejimlerin “demokrasilere” karşı başvurduğu bir asimetrik savaş yöntemiydi. Demokratik olmayan rejimler, nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar gibi kitle imha silahlarına sahip olmaya çalışıyorlardı ve bu tür silahların söz konusu rejimler tarafından güdümlerindeki “terör örgütleri”ne verilmesi durumunda dünya çok ciddi bir tehditle karşı karşıya kalmış olacaktı.

 

11 Eylül sonrasında Afganistan’a yönelik girişilen askerî harekat, bu şablon çerçevesinde anlaşılabilir bulundu. Çünkü 11 Eylül’den sorumlu tutulan el-Kaide örgütü, Afganistan’da bulunuyordu ve orada onları barındırıp himaye eden Taliban rejimi söz konusuydu.

 

Uluslar arası toplum, Afganistan’a yönelik ABD müdahalesini bu çerçevede anlaşılabilir buldu. Fakat “terör”, “kitle imha silahları” ve “demokrasi” bağıntısı üzerine kurulan yeni tehdit algısı kısa sürede ABD tarafından Irak’ı da içine alacak şekilde genişletildi.

 

CIA eski başkanı James Wolsy, Kaliforniya Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada 11 Eylül sonrasında ABD’nin 22 ülkeyle savaş halinde olduğunu ve Kuzey Kore hariç tutulacak olursa bunların tümünün İslam ülkeleri olduğunu dile getirmişti.

 

Binaenaleyh, bu tehdit algısı bağlamında gündeme getirilen askerî müdahalelerin, Suriye’yi, İran’ı, Suudî Arabistan’ı, Kuzey Kore’yi vs. içine alacak şekilde genişletilip genişletilmeyeceği büyük ölçüde Irak meselesinin nasıl sonuçlanacağına bağlı gözüküyor.

 

Irak’ın işgali için BM Güvenlik Konseyi’ne gerekçe olarak ileri sürülen “Saddam rejimi ile el-Kaide örgütü arasındaki ilişkiler” ve “Saddam rejiminin kitle imha silahları ürettiği” yönündeki ABD iddiaları asılsız çıktı. Dolayısıyla 11 Eylül sonrasında “terör”, “kitle imha silahları” ve “demokrasi” bağıntısına dayalı tehdit ve güvenlik algısının ilk iki unsurunun Irak için geçerli olmadığı görülmüş oldu. Bununla birlikte Saddam rejiminin demokratik bir rejim olmaması, ilk iki unsurun bulunmamasına rağmen, Irak’a yönelik askerî müdahalenin meşruiyetine delil olarak gösteriliyor.

 

Buna göre ABD, hemen hiçbir noktada yanı başından ayrılmayan İngiltere ile birlikte, James Wolsy’nin sözünü ettiği diğer 20 ülkeye karşı sırf o ülkelerdeki rejimleri gerekçe göstererek kendisinde o ülkelere karşı askeri müdahale yapma hakkı bulmaktadır.

 

Bu durumda şu yargıya varılabilir: Sorun aslında bizatihi terör ve kitle imha silahları, değildir. Zira terör, üzerinde uluslar arası bir tanımla konsensüse varılmış bir olgu olmadığı ve sadece ABD ve müttefiklerini tehdit ettiği zaman “terör” olarak adlandırıldığı için ve kitle imha silahları da başta İsrail olmak üzere ABD müttefiki ülkelerde bulunduğu zaman sorun olarak ortaya konmadığı için kendi başına bir tehdit olarak görülmemektedir.

 

ABD açısından asıl sorun, ABD çıkarlarıyla çelişen devletler ve bu devletlerin yönetim şeklidir. “Demokrasi” kavramı da bu noktada niteliği herkesçe bilinen bir yönetim şekli olmaktan öte Batı liberalizmi bağlamında ABD’nin öngördüğü verili tanımıyla gündeme getirilmektedir.

 

Bir başka deyişle Ürdün Hâşimî krallığı gibi “demokratik” ülkeler ve İran İslam Cumhuriyeti gibi “demokratik olmayan” ülkeler söz konusudur.

 

Bu çerçevede şu an Irak’a yönelik askerî müdahalenin elde kalan tek gerekçesinin bu ülkenin “demokrasi”ye kavuşturulması olduğunu da göz önünde bulundurarak, Irak için nasıl bir demokrasi tasavvur edildiği tahmin edilebilir.

 

Peki, ama acaba 30 Ocak 2005 seçimleri, Irak’a ABD’nin öngördüğü demokrasiyi getirebilecek midir?

 

Bu soruya cevap aramadan önce ABD’yi Irak’a askeri müdahale yapma noktasında motive eden Irak toplumsal ve siyasî yapısını analiz etmekte yarar var. Zira ABD’yi Saddam yönetimine karşı cesaretli kılan en önemli dinamiklerden biri de Saddam rejiminin toplumsal bir meşruiyete ve çok küçük bir kesim hariç tutulacak olursa toplumsal desteğe sahip olmamasıydı.

 

 

Irak’taki toplumsal kesimler ve siyasal talepleri

 

Saddam rejimi’nin orta Irak’ta bulunan Sünnî Araplardan başka bir toplumsal desteğe sahip olmadığı biliniyor. ABD, Irak’ın toplam nüfusunun yüzde 20 veya 25’ine tekabül eden bu kesimin bütünüyle Saddam’ı destekliyor olsa dahi Irak’a yönelik askeri müdahalesi önünde ciddi bir direniş sergileyemeyeceği düşüncesindeydi. Nitekim savaş sırasında bu kesimlere dayanan Irak ordusu ve Cumhuriyet Muhafızları subayları, bir şekilde ikna edilerek Saddam rejiminin çok kısa bir sürede devrilmesi sağlanmıştı.

 

Öte yandan, Irak’ta toplam nüfusun yüzde 55-60’ını oluşturan Şiî Araplar ile yüzde 15-20’sini oluşturan Kürtler, Saddam rejiminin katliamlarına ve baskılarına maruz kalmış yüzde 70-80’e yakın büyük bir muhalif kitleyi oluşturuyordu.

 

Savaş sırasında KDP ve KYB gibi Kürt partilerinin tavrı hariç tutulursa, Sünnî Arapların dirençsizliği de nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiî Arapların ABD’yi KDP ve KYB gibi sıcak karşılamayışları da ABD açısından şaşırtıcıydı.

 

 

Kürtler, KDP, KYB

 

İngilizler, 1920’de Kürt aşiretlerini kendilerine çekebilmek ve Türklerin, Rusların ve Fransızların muhtemel tehlikesine karşı özerk bir Kürt devleti kurmak amacıyla Süleymaniye, Kerkük ve Tuzhurmatu’da Kürtlerle temas kurmuş ve Şeyh Mahmud Berzencî’yi iş başına getirmişti.

 

İngilizler, Kürtler için kuracakları özerk devletle, Irak’ın dağlık kesimlerinde daha fazla askerî güç bulundurmak zorunda kalmıyordu. İngilizler bölgede Kürtler için özel bir politikaya sahip olmadıkları ve Kürt devleti meselesini Irak’taki genel politikalarının bir parçası olarak gördükleri için Mahmud Berzencî hükümeti kalıcı olmadı.

 

İngiltere, Irak’ta Sünnî Arap azınlığın hâkimiyetine dayalı bir yönetim kurmuş, 1920’de Ayetullah Hansarî liderliğinde isyan eden Şiî Arapları hükümetten uzak tutarken, Kürt aşiret çelişkilerinden yararlanarak da özerk Kürt devleti formülünü bütünüyle rafa kaldırmıştı. Nitekim Londra ile Bağdat arasındaki 1926 tarihli anlaşmada Kürdistan’ın özerkliğine ilişkin bir işaret bile bulunmuyordu.1

 

Özerk Kürt devleti mücadelesi, daha sonra Molla Mustafa Barzanî liderliğindeki KDP ile sürdürüldü. Kürt, siyasî liderlerinin içerideki sorunu aşmak için dış güçlere yaslanma yönündeki geleneksel tutumları, Kürt siyasi partileri, bazen bölge ülkelerinin, bazen bölge dışı ülkelerin, bazen de Irak merkezî hükümetinin aracı haline getirdi. Gerek Molla Mustafa Barzanî liderliğindeki KDP, gerekse KDP içinden ayrılan Celal Talabanî liderliğindeki KYB, bölge ülkeleri, bölge dışı güçler ve Irak merkezî hükümeti üçgeninde gidip gelerek bazen birbirlerine karşı, bazen Irak merkezî hükümetine karşı, bazen de yerel aşiretlere karşı savaşarak ulusal Kürt hareketini bugüne taşıdılar.

 

Kürdistan özerk devleti ideali, önce Şah’ın Bağdat’la Cezayir Anlaşması’nı imzalaması üzerine, daha sonra da Körfez Savaşı’nın ardından Saddam’ın ABD’nin izniyle 1991’de düzenlediği “Enfal Operasyonu” ile iki kez büyük bir çöküş yaşamıştı.

 

Irak’ın kurulduğu günden beri özerk bir devlet talebi olan Kürt siyasî partiler, şu an  ABD eliyle hazırlanan bu fırsattan yararlanarak, özerklik idealini gerçeğe taşıma, Irak merkezî yönetiminde hassas makamları ele geçirme ve hatta ileri bir adım olarak bağımsız bir devlet kurma yönünde adım atacaklarını ortaya koydular. Bu çerçevede de ABD işgal güçleriyle açık bir işbirliği içerisinde olmayı sürdürdüler. Bununla birlikte KDP ve KYB partilerinin bu tavrının, Irak’taki tüm Kürtlerin ortak tavrını yansıttığı söylenemez.

 

KDP ve KYB’nin geleneksel rekabetleri, aşirete dayalı Kürt toplum yapısı içerisindeki kabile liderlerinin fırsatçılıkları, özerk Kürt devleti önünde hâlâ bir handikap oluşturmaya devam ediyor. Şu an Kürt siyasi partileri arasında ABD tarafından yaratılan uzlaşı ortamının, şartların değişmesi durumunda korunup korunamayacağı ve Kürtlerin birlikte hareket edip edemeyecekleri meçhul gözükmektedir.

 

Ulusalcı Kürt siyasilerin içerideki sorunları dış desteğe dayanarak aşmaya çalışan geleneksel tutumları, birbirlerine karşı acımasız bir fırsatçılık rekabetine sahip olmaları ve aşirete dayalı Kürt toplumsal yapısı, Kürt siyasi grupların iç tehditleri olarak değerlendirilebilir.

 

Kürt siyasî gruplar, bu iç tehditlerin yanı sıra başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinden kendilerine yönelen dış tehditlere de maruz görünmektedirler. Görüldüğü kadarıyla bölge dışı bir güç olan ABD’nin, tıpkı 1920’deki İngiltere gibi özel bir Kürt politikası bulunmamaktadır. ABD de tıpkı o dönemdeki İngiltere gibi, Kürt meselesini genel Irak politikasının sadece bir parçası olarak ele almaktadır.

 

ABD’nin Petrol bölgesi olan Kerkük’ü de içine alacak şekilde bir Kürdistan’a, taraf olmasının, hem Kürtler hem de ABD açısından ciddi bir sorun yaratacağı söylenebilir. Bununla birlikte Kerkük’ü içine alan bir Kürdistan, sürekli bir çatışma ve istikrarsızlık ortamı yaratacağından ABD gibi bölge dışı güçlere işgal sonrasında da bölgeye müdahil olmak için somut bir gerekçe vermiş olacaktır. Bir başka deyişle, bölgesiyle çatışan ve bölge dışı güçlere dayanmak zorunda kalan bir Kürdistan’ın, bölgenin ikinci İsrail’i haline geleceği beklenebilir.

 

Etrafı düşmanlarla çevrili bir “Kürdistan adasının” hiç kuşkusuz en yakın bölgesel müttefiki, etrafı düşmanlarla çevrili olan “İsrail adası” olacaktır.

 

Böylesi bir konjonktürün başta Türkiye İsrail ilişkileri olmak üzere tüm bölgesel ve uluslar arası ilişkileri ciddi bir şekilde etkileyeceği söylenebilir.

 

 

Şiîler

 

Irak’ta “Şiîler” tabiriyle, genel olarak Şiî Araplar kastedilmektedir. Bununla birlikte Irak’ta toplam nüfusun yüzde 4’üne tekabül eden Şiî Kürtlerle, yüzde 3,5’ine tekabül eden Şiî Türkmenler de söz konusudur.

 

Şiî Kürtlerin, etnik mensubiyetleri bağlamında KDP ve KYB ile mi yoksa mezhebî mensubiyetleri bağlamında Necef Havza-yı İlmiyesi ile mi birlikte hareket ettikleri/edecekleri yönünde ciddi bir veriye sahip değiliz.

 

Aynı şekilde toplam Türkmen nüfusun yarısını teşkil eden Şiî Türkmenlerin, Türkmen hâmiliği yapan Ankara politikaları doğrultusunda hareket edip etmeyecekleri çok açık gözükmemektedir.

 

Genel anlamda Iraklı Şiîler denince akla gelen ve nüfusun yüzde 60’lık çoğunluğunu teşkil eden Şiî Arapların, Irak’ın siyasal örgütlülük açısından en homojeni olduğu söylenebilir.  

 

Öteden beri CIA ile işbirliği içinde olan Ahmet Çelebi ve İyad Allavî gibi siyasî şahsiyetler, hariç tutulacak olursa, Şiî Araplar, gerek savaş sırasında ve gerekse de savaştan sonra büyük ölçüde Necef Havza-yı İlmiye’sinin ve Merce-i Taklit Ayetullah Sistanî’nin üst liderliği altında hareket ettiler.

 

Irak Şiîlerinin ilk İslamî siyasî örgütlenmeleri, Hizbu’d- Dava ile başladı. Irak’ta İslamî bir devlet kurma ideali ile faaliyetlerine başlayan Hizbu’d- Dava’nın en önemli teorisyeni Ayetullah Muhammed Bakır es-Sadr’dı. İmam Humeynî’nin Necef’te uzun yıllar sürgün hayatı yaşaması ve 1979 yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi, Hizbu’d- Dava’yı İran Devrimi’ne önemli ölçüde yaklaştıran unsurlardı.

 

Ayetullah Muhammed Bakır es-Sadr’ın 1980’de Saddam tarafından idam edilmesi ve İran devrimi’nden sonra başlayan sekiz yıllık savaş, Saddam rejimini Iraklı Şiîler konusunda daha acımasız kılmıştı. 1980’li yıllardan itibaren Hizbu’d- Dava’ya üye olmak suç sayıldı ve on binlerce Şiî, rejim tarafından katledildi.

 

Bu baskı ortamı içerisinde Hizbu’d- Dava mensuplarının bazıları İran’a sığınırken, bazıları da Londra’ya gittiler. Irak içerisinde kalanlar da genellikle Nasıriye bölgesinde bulundular. Savaş ve baskı ortamı sebebiyle bu üç grubun birbiriyle sağlıklı bir teması olmadı. İran’da yaklaşık 2 yüz bin Iraklı mülteci bulunuyordu. Hizbu’d- Dava’nın İran’daki kolu, bu cümleden Seyyid Kazım Hâirî ve Muhammed Mehdî Asıfî, İran’daki yönetim anlayışını benimserken Londra kolu farklı düşüncelere yöneldi.

 

Iraklı Şiîler içerisinde Saddam’ı devirmek için siyasî mücadele veren başka Şiî İslamî gruplar da bulunuyordu ve bu gruplar, 1982’de Irak İslam devrimi Yüksek Meclisi’ni (IİDYM) kurdular. Hizbu’d- Dava da bu meclisin üyesiydi. 1984 yılında IİDYM’nin liderliğine Muhammed Bakır el-Hekim seçildi ve aynı yıl Hizbu’d- Dava Meclis’ten ayrıldı.

 

Hizbu’d-Dava’nın Londra kolu, Ahmed Çelebi’nin CIA’dan aldığı parayla 1992’de kurduğu Irak Ulusal Kongresi örgütüne katıldı. Tüm Iraklı muhalif grupları ortak bir çatı altında toplamayı hedefleyen Irak Ulusal Kongresi’nde Kürtlerin Irak’ta federasyon talep etmeleri üzerine Hizbu’d- Dava 1995’te bu örgütten ayrıldı.

 

1960’lı yıllarda Irak’taki Şiîlerin Taklit Mercii Ayetullah Muhsin Hekim idi. Onun ölümünden sonra bu görevi Ayetullah Hoî üstlendi. Ayetullah Hoî’nin 1992’de ölmesi üzerine gençler Mukteda Sadr’ın babası olan Muhammed Sadık Sadr’ı taklit ederken, daha yaşlı olanlar Ayetullah Sistanî’yi taklit ettiler.

 

Ayetullah Sistanî, siyasî meselelerden uzak durmaya çalışırken, Muhammed Sadık Sadr, İran İslam Devrimi’ne yakın bir siyasî çizgi benimsedi. Saddam rejimi polisleri, 1999 yılında düzenledikleri bir suikastla Muhammed Sadık Sadr’ı iki oğluyla birlikte öldürdüler.      

 

Saddam’ın Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ın güneyindeki bataklıkları kurutarak Şiîleri sürgün etmesi üzerine, çoğu Bağdat’ın doğusundaki es-Savre semtine yerleşmişti. Bu yerleşimle birlikte daha önce Abdülkerim Kasım tarafından sürgün edilen Şiîlerin yaşadığı ve şimdilerde adı Sadr Mahallesi olan semtteki Şiîlerin nüfusu 2 milyona ulaşmıştı. Buradaki Şiîlerin çoğu Ayetullah Muhammed sadık Sadr’ı taklit ediyordu. Mukteda Sadr’ın Mehdi Ordusu’nun, daha çok bu bölgedeki Şiîler üzerinde nüfuz sahibi olduğu söylenebilir.

 

Hayatı boyunca siyasî meselelerden uzak durmaya çalışan Ayetullah Sistanî, Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesi üzerine bir anda tüm siyasî yükü üzerinde bulmuş oldu. Saddam rejiminin en vahşice cinayetlerine maruz kalmalarına rağmen, Havza-yı İlmiye de Şiî İslamî örgütler de, savaş sırasında ABD’ye destek vermedi. Bununla birlikte savaş sonrasında Mukteda Sadr’ın Mehdi Ordusu hariç tutulacak olursa, Şiî Araplar, ABD ordusuna karşı silahlı bir direniş içerisinde de olmadı. Bir başka ifadeyle Havza-yı İlmiye’nin bu cümleden Merce-i Taklit Ayetullah Sistanî’nin üst liderliği altında birlikte hareket eden Şiî Araplar, ne Saddam rejiminden ne de ABD’den yana olmak gibi tarafsız bir siyaset izlediler.

 

Şiî Araplar açısından bakıldığında tüm Irak halkına 80 yıl boyunca zulmeden bir Irak rejiminin, bir başka müstekbir güç tarafından devrilmesi söz konusuydu. IİDYM’nin Bedir Tugayları istisna edilecek olursa, Şiî Arapların merkezî hükümete askerlik yapmak dışında hiçbir askerî eğitimi bulunmamaktaydı.

 

Ayetullah Sistanî, Irak’ın Iraklılar tarafından kurulması gerektiği yönünde bir tavır takındı. 6 Aralık 2003’te yayınladığı bir fetva ile Irak anayasasını hazırlayacak komisyonun Amerikalılar tarafından belirlenemeyeceğini bildirdi. Fetvada şu ifadelere yer veriliyordu:

 

“Bu güçler, anayasayı tedvin şûrasının üyelerini belirleme noktasında hiçbir salahiyete sahip değildir. Aynı şekilde bu şûranın tedvin edeceği kanunların Irak halkının menfaatlerine uygun olacağının hiçbir garantisi yoktur.”2

 

Bu çerçevede Ayetullah Sistanî, savaşın sona ermesinden neredeyse hemen sonra genel seçimleri gündeme getirdi. İşgali sona erdirecek takvimin başlamasının ve Irak’ın âdil bir yönetim yapısına kavuşmasının ancak serbest genel seçimlerle mümkün olabileceğini belirtti.

 

Ayetullah Sistanî’nin üst liderliğinde birlikte hareket eden İslamî Şiî gruplar, seçimlere “Birleşik Irak İttifakı” adlı ortak bir listeyle gittiler; hazırlanan listede Ahmet Çelebi gibi laiklerden, Hıristiyanlara; Sünnî Araplardan,  Türkmenlere ve Kürtlere kadar Irak’ın tüm toplumsal kesimlerine yer verdiler.

 

Söz konusu liste seçimlerden birincilikle çıktı. Sistanî üst liderliğindeki koalisyon,  hazırlanacak Irak anayasasının İslamî esaslara göre belirlenmesi gerektiğini belirtmekle birlikte, onların Irak’ın etnik ve mezhebî çeşitliliğinin de farkında olduğu söylenebilir.

 

Sembolik nitelikteki Cumhurbaşkanlığı bir tarafa bırakılırsa Irak hükümetinin en önemli makamı olan Başbakanlığın Hizbu’d- Dava’dan İbrahim Caferî veya IİDYM’nden Âdil Abdülmehdi tarafından yürütüleceği söylenebilir. Her iki şahsın ve mensubu oldukları siyasî çizginin İslamî niteliği göz önünde bulundurulduğunda öncelikle ABD ile ve içeride de ABD’nin himaye edeceği laik kesimlerle sorun yaşayacağı beklenebilir.

 

Öte yandan mutaassıp mezhebî düşünceleriyle camilere saldırmaktan bile çekinmeyen Zerkavî grubu gibi Selefî-Vahhabî gruplarla, iktidar pastasından pay kapma mücadelesi veren önceki rejimin gayri nizamî harp unsurları, yeni yönetimin en önemli sorunları olarak gündeme gelebilir.

 

IİDYM lideri Abdülaziz Hakim’in 5 Şubat’ta verdiği demeçte seçimi boykot eden kesimlerin de hazırlanacak anayasada söz sahibi olacaklarını belirtmesi, yeni yönetimin ulusal uzlaşmaya dayalı bir siyaset izleyeceğini gösterir niteliktedir.

 

Gerçekten İslamî motivasyonlarla hareket eden Sünnî Irak İhvanı’nın Sünnî Arap kesim içerisinde yeni yönetime yakın duracağı beklenebilir. Eski rejimin gayri nizamî harp örgütlenmesinin dinî-siyasî organı görünümündeki Heyetu’l- Ulema’nın yeni yönetime desteği ise elde edeceği tavizlere bağlı gözüküyor.

 

 

Sünnî Araplar      

 

Yaygın olarak kullanılan “Sünnîler” ifadesi, Irak gerçekliği içerisinde ne Sünnî mezhebe mensup toplumsal kesimleri, ne de Sünnî-İslamî siyasal taleplerle siyasî faaliyet gösteren grupları ifade ediyor.

 

Çünkü “Sünnîler” genellemesi, çoğunluğu Sünnî mezhebe mensup Kürtleri ve Türkmenlerin bir kısmını içine almıyor. Öte yandan bilindiği kadarıyla Irak İhvan’ı hariç tutulacak olursa Irak’ta Sünnî teolojiye dayalı bir İslamî siyasal grup bulunmuyor ve bu grup da “Sünnîler” denilen kesimin sadece belli bir kesimini temsil ediyor.

 

O halde Irak gerçekliği içerisinde bu kesimi “Sünnîler” yerine “Sünnî Araplar” olarak ifade etmek daha doğru gözükmektedir.    

 

Saddam rejiminin dayandığı toplumsal kesim olan Sünnî Araplar, diğer toplumsal kesimlere kıyasla belki de geleneği olan bir siyasal örgütlülükten en yoksun ve en heterojen kesim olarak gözüküyor.

 

Hâlihazırda Sünnî Araplar söz konusu olduğu zaman Adnan Paçacı ve Gazi el-Yaver gibi laik liderler, Sünnî Arap kabilelerinin liderleri, Irak İhvan’ı, Heyetu’l- Ulema ve Selefî-Vahhabî gruplar zikrediliyor.

 

Savaşta hiçbir varlık gösteremeyen Saddam’ın Baas Partisi elitlerinin ve subaylarının, savaş sonrasında Sünnî Arap kesim içerisinde gayri nizami harp örgütlemesi içerisine girmemesi düşünülemezdi.

 

Saddam rejiminin en önemli destekçileri olan kabile liderlerinin, önceki rejimin sivil, askerî ve dinî bürokrasisinin, bu gayri nizamî harp örgütlenmesinin en önemli ayaklarını oluşturduğu söylenebilir.

 

Savaş sonrasında şehirlerde askerî direniş gösteren ve “Sünnî direniş” olarak adlandırılan bu direnişin, “Sünnî üçgeni” denilen ve Saddam rejiminin sosyolojik tabanını oluşturan Tıkrit, Ramadî ve Felluce bölgelerinde boy göstermiş olması tesadüfî değildir. Önceki rejimin gayri nizamî harp örgütlenmesinin sadece askerî bir direniş örgütlenmesinden ibaret olmadığı görülüyor.

 

Nitekim Saddam rejiminin dinî bürokrasisinin önderliğinde kurulan Heyetü’l- Ulema’nın bu gayri nizamî harp örgütlenmesinin dinî-siyasî ayağını teşkil ettiği söylenebilir. Savaştan sonra bir heyetle Türkiye’ye de gelmiş olan Heyetü’l- Ulema’nın heyet başkanı Muhammed el-Kubeysî, Saddam döneminin Bağdat İslamî ilimler fakültesi dekanı, Abdusselam Davud Kubeysî, İmam-ı Azam Üniversitesi öğretim üyesi, Dr. Adnan Muhammed Selman ed-Duleymî, Bağdad Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi, Dr. Mahmud İsavî, Abdulkadir Geylanî Camisi imam hatibi ve Bağdat Üniversitesi öğretim görevlisidir.

 

Heyetü’l- Ulema, kendi liderlerinin ifadesiyle bir “Sünnî Merceiyet” olma iddiası taşıyor. Merceiyetin bir dernek veya siyasi oluşum gibi gerçekleşmeyeceği hakikati bir yana; söz konusu örgüt, sadece adıyla değil, misyonuyla da Şiî merceiyetine karşı bir mevzilenme içerisinde gözüküyor.

 

El-Kaide bağlantılı Selefî-Vahhabî grupların Irak meselesinden çok ABD ile ve Şiîlikle mücadele gibi aslî bir hedefinin olduğu ve Irak toplumsal yapısı içerisinde çok dar bir kesimi temsil ettiği düşünülürse, Irak’ta Sünnî İslamî hareket olma niteliğini taşıyan belki de tek grubun Irak İhvan’ı olduğu söylenebilir.

 

Irak İhvan’ı seçimler sırasında birkaç defa karar değiştirdikten sonra liste göstermekle birlikte seçime katılmama kararı aldı. Adnan Paçacı ve Gazi el-Yaver gibi laik şahsiyetler, seçime katılırken Heyetü’l- Ulema ve Selefî gruplar seçimi boykot ettiler ve katılanları da tehdit ettiler.

 

Selefî-Vahhabî grupların, demokrasinin “küfür” olduğu yönündeki inançları (Seçime katılanları kâfir ilan etmişlerdi) sebebiyle seçimi boykot ettikleri, Heyetü’l- Ulema’nın ise, Sünnî Arap nüfusunun toplam nüfusa olan nispetinin azlığı sebebiyle iktidarı ebediyen kaybetme endişesinden dolayı boykot ettiği söylenebilir.

 

Heyetü’l- Ulema muhtemelen ABD işgali, istikrarsızlık ve güvenliksizlik gerekçeleriyle seçimleri boykot ederek seçimlerin meşruiyetini sorgulama ve anayasa oluşturulması sürecine pazarlık payı yüksek bir şekilde girme yönünde bir siyaset izledi.

 

Zira tüm Sünnî Arapların katılacağı bir seçime giren Heyetü’l- Ulema’nın elde edeceği oy ve kazanacağı temsiliyet oranı, kendisine boykota rağmen anayasanın hazırlanması sürecinde oynayacağı rolden fazlasını vermeyecekti. Yani Heyetü’l- Ulema seçimi boykot etmiş olmakla anayasa sürecinde oynayacağı rol açısından çok ciddi bir mevzi kaybetmiş gözükmemektedir.

 

 

Sonuç

 

Irak’taki siyasal talepler ve siyasî aktörler, her ne kadar Şiîler, Sünnîler ve Kürtler olarak ifadelendiriliyorsa da aslında Irak’taki siyasal talepleri ve aktörleri şu şekilde iki gruba ayırmak daha doğru görünüyor:

 

1-Eski rejimle iktidarı kaybeden kesimler,

 

2-Yeni süreçte iktidarı elde etmek ve 80 yıl boyunca ideallerinde yaşattıkları siyasal arzularını gerçekleştirmek isteyen kesimler.

 

Birinci grubun Sünnî Arapların bir bölümünü, ikinci grubun da Şiî Araplarla Kürtleri kapsadığı söylenebilir.

 

Bu çerçevede, Selefî-Vahhabî gruplar ayrı tutulacak olursa Irak’ta işgalci güçlere karşı yapılan askerî direniş, inanca ve ideolojiye dayalı stratejik bir direniş olmaktan çok, yeni iktidar zemininde mevzi kazanmaya dönük bir taktik direniş olarak gözükmektedir.

 

Seçim sonrasında kurulacak Irak yönetiminin ve hazırlanacak anayasanın, ABD çıkarlarını ciddi bir şekilde tehdit etmesi durumunda İran İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hameneî’nin Hac mesajında dikkat çektiği üzere Irak’ta bir hükümet darbesi ya da millî İslamî şahsiyetlere yönelik terör saldırıları gündeme gelebilir.

 

İslam Devrimi Rehberi’nin hac mesajında söyledikleri Irak’la ve İslam dünyasının geleceği ile ilgili yaptığı tespit oldukça önemlidir. Ayetullah Hameneî hac mesajında şöyle diyor:

 

“Bu seçimlerde Irak halkının ve gerçek önderlerinin izlediği amaç, işgalcilerin amaçlarının tam tersinedir. Irak halkı ve liderleri bu seçimleri halkın iradesine dayalı bir hükümetin kurulması ve bağımsız ve hür bir Irak’ın kurulması için istiyor. Onlara göre seçimler, askerî işgalin ve Amerika ve İngiltere’nin sultasının sonu olmalıdır. Bu seçimler, Amerikanın silah zoruyla Fırat’a kadar uzanan ve “Nil’den Fırat’a” hülyasını eksik bir şekilde tabir eden Siyonistlerin fitne dolu varlığına son vermelidir. Bu seçimler ortak düşmanın ihanetinden kaynaklanan etnik ve kavmi ihtilafların, kardeşlik ve birliğe dönüşmesine sebep olmalıdır. …

 

Şu anda iki büyük tehlike, Irak seçimlerini tehdit etmektedir. Bu tehlikelerin ilki, özellikle Amerikalıların son derece usta oldukları seçimlere hile karıştırma ve halkın oyunu değiştirme tehlikesidir. Eğer Irak’ın seçkin, uyanık, eğitimli ve siyaseti bilen gençleri gece gündüz sarf edecekleri çabalarla bu tür hileleri engellemeyi başarır ve halkın seçtiği bir hükümetin iktidar olmasını sağlayabilirse, o zaman ikinci tehdit gündeme gelir ki o da, askerî bir darbeyle yeni bir diktatörü Irak’ın kaderine musallat etmektir.

 

Bu tehlike de Irak’ın mümin ve cesur halkının ve yine gerçek ve büyük liderlerinin uyanıklığı ile defedilebilir. Onlar, gelecekleriyle ilgili onlarca yılın kaderini belirleyecek olan bu tarihî ve hassas aşamada imanlarından, cesaretlerinden ve millî dayanışmalarından en iyi şekilde yararlanmalı, coşkulu, sağlıklı ve geniş kapsamlı bir seçim gerçekleştirmeli ve sonucunu var gücüyle korumalıdır. Şia – Sünni veya Arap, Kürt ve Türkmen veyahut diğer tefrika yaratıcı gruplaşmalarla ilgili ihtilaflar, ancak düşman tarafından körüklenir. Nitekim her zaman diktatörlüğe zemin hazırlayan güvensizlik ortamı da düşmanın gizli servisleri tarafından planlanıp körükleniyor. Cinayet niteliği taşıyan terör eylemleriyle Irak halkını ve ilmî ve siyasî şahsiyetleri hedef alanlar, asla İslamî izzetin bağımsızlığı uğruna zalim işgalcilerle mücadele eden mücahitlerden sayılamazlar…

 

“Doğrusu müminler kardeştirler (Hucurat-10)

 

“…ve size (İslam geleneğine göre) selam verene, dünya hayatının geçiciliğine tamah ederek sen mümin değilsin demeyin..” (Nisa- 94)

 

“…ve onunla birlikte olanlar kafirlere karşı amansız, kendi aralarında ise merhametlidirler..” (Fetih- 29)

 

Ayeti kerimelerini bir kez daha gönüllerimizde tilavet etmeliyiz. Gerek Necef, Felluce ve Musul’un bombardımanı sırasında, gerek on binlerce aileyi mateme boğan Hint okyanusunda vuku bulan deprem sırasında, gerek Afganistan ve Irak işgali sırasında, gerekse her gün Filistin’de devam eden kanlı olaylar sırasında ilahî yükümlülüğü kendi omuzlarımızda hissetmeliyiz.”

 

__________________

 

1- Ali Rıza Şeyh Atar, Kürtler, 4. bölüm, Anka yy.

2- www.mehrnews.com 16 Aralık 2003.



Makaleler

Güncel