Hizbullah, psikolojik savaşta da dengeyi lehine çevirdi

Uluslar arası mahkemenin eylülde açıklanması beklenen ön kararıyla Hariri ile Nasrullah’ı, Sünnilerle Şiileri karşı karşıya getirmeyi ve üçüncü bir savaş için İsrail’in önünü açmayı öngören psikolojik savaş senaryosu çökmekle kalmamış, Hizbullah bu psikolojik savaşta İsrail’e üstünlük sağlamıştır.

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’ın Refik Hariri cinayeti ile ilgili olarak dikkatlerin İsrail’e yönelmesine sebep olan basın toplantısı, önümüzdeki sonbahar veya kış aylarında çıkması beklenen üçüncü Lübnan-İsrail savaşını ihtimal dışı bıraktı.

 

Elbette Refik Hariri cinayeti ve bu davaya bakan uluslar arası mahkemenin basın aracılığıyla sızdırılan ön kararı, çıkması kaçınılmaz olan üçüncü İsrail-Lübnan savaşının gerekçesini değil, bahanesini oluşturuyor.

 

Dolayısıyla da Nasrullah’ın basın toplantısı savaşın nesnel gerekçesini ortadan kaldırmadığı ve sadece bahanesinin içini boşalttığı için kaçınılmaz savaşla ilgili olarak sadece bir ertelemeden söz edilebilir.

 

Üçüncü İsrail-Lübnan savaşının neden kaçınılmaz olduğu, savaşın nesnel gerekçesiyle ve Nasrullah’ın basın toplantısının bu savaşın önümüzdeki sonbahar veya kış aylarında çıkmasını neden ihtimal dışı bıraktığı ise bahanenin inisiyatifini Hizbullah’ın ele geçirmesiyle açıklanabilir.

 

Üçüncü İsrail-Lübnan savaşının nesnel gerekçesi

Siyasi ve diplomatik açıdan sınırsız bir uluslar arası desteğe ve bölgenin en güçlü ordusuna sahip olan İsrail, bölgeyle ilişkilerini tek taraflı olarak belirlediği bir stratejik denge çerçevesinde yönetegeldi.

 

1948’den beri bölgesiyle yaptığı savaşlarda da barışlarda da inisiyatifi hep elinde tutan İsrail, yakın çevresiyle ilişkilerini, Mısır, Ürdün ve FKÖ örneklerinde olduğu gibi ya sınırsız ABD desteği sayesinde dayattığı barış şartlarına ve diplomatik ilişkilere ya da Suriye örneğinde olduğu gibi askeri caydırıcılığa dayalı olarak kendisinin belirlediği bir stratejik denge içerisinde yönetti.

 

Bölgesiyle kurduğu tek taraflı stratejik denge sayesinde hem savaş hem de barış ortamlarında inisiyatifi hep elinde bulunduran İsrail, diplomatik ilişkisinin bulunduğu ülkeleri kendi siyasi hedefleri doğrultusunda kullanırken, ne savaş ne barış ilişkisi içerisinde olduğu ülkeleri ise “önleyici saldırılar”la kontrol altında tutabilmektedir.

 

Binaenaleyh İsrail’le diplomatik ilişkiye sahip olan taraflardan Mısır’ın Gazze’ye uygulanan ablukanın sürdürülebilir olmasında, Ürdün’ün istihbarat operasyonlarında ve Filistin Özerk Yönetimi’nin ise direnişin yalnızlaştırılmasında oynadığı rolün, İsrail’in kurduğu bu tek taraflı stratejik dengenin sonuçları olduğu söylenebilir.

 

Öte yandan İsrail’le barış halinde olmayan taraflardan Suriye ve başta Hamas olmak üzere Filistin’deki tüm direniş grupları da İsrail’in askeri caydırıcılığına dayanan yine bu tek taraflı stratejik denge sebebiyle zamanını İsrail’in belirlediği “önleyici saldırılara” hedef olmaktadır.

 

Dolayısıyla gerek İsrail’le barış halinde olan Mısır, Ürdün ve Filistin Özerk Yönetimi ve gerekse barış halinde bulunmayan Suriye ve Filistin direniş grupları, kendileriyle İsrail arasındaki dengede Tel Aviv rejimini sınırlayıcı bir aktör olamamaktadır.

 

Bu durumun tek istisna olan Hizbullah ise, İsrail’in 1982’den 2006’ya kadar Lübnan için de geçerli olan bu tek taraflı stratejik dengeyi kendi lehine bozmayı başardı.

 

Hizbullah’ın askeri operasyonları sebebiyle 2000 yılında Lübnan’dan tamamen çekilmek zorunda kalmış olsa da 2006 yılına kadar İsrail’le Lübnan arasındaki denge, bugünkü İsrail Gazze dengesine benziyordu.

 

Çünkü İsrail, bu 6 yıllık süre içerisinde Hizbullah’ın “terörist faaliyetlerini” gerekçe göstererek bugün Gazze’ye yaptığı askeri operasyonlarının benzerini Lübnan’da yapıyordu. Ancak 2006 yılındaki Temmuz Savaşı,  İsrail’le Hizbullah arasında bölgede eşi bulunmayan yeni bir denge yarattı. Çünkü;

 

1- Bölgesindeki her savaşı yıldırım operasyonlarıyla en fazla 6 günde kendi lehine tamamlayan İsrail, 33 güne yayılarak kendisi açısından bir yıpratma savaşına dönüşen Temmuz Savaşı’nda Hizbullah’a hiçbir şart dayatamadan 1701 sayılı BM kararını kabul etmek zorunda kaldı.

 

2- 1701 sayılı kararın yarattığı ateşkes ortamı sayesinde Lübnan iç cephesine yönelen Hizbullah, Lübnan iç siyasetinde belirleyici bir aktör haline geldi. Cumhurbaşkanlığı, kabine dağılımı ve iç güvenlik Hizbullah’ın iradesi doğrultusunda şekillendi.

 

3- İsrailli askeri yetkililerin ifadesiyle, Hizbullah 1701 sayılı karar sonrasında 2006 savaşında sahip olduğu askeri kapasitesini birkaç katına çıkardı. Füze caydırıcılığının yanı sıra deniz ve hava savunması caydırıcılığını da kazandı.

 

Bu gelişmeler, İsrail’in tek taraflı caydırıcılığının kırılmasına ve Hizbullah’ın stratejik dengede İsrail’le eşit düzeyde belirleyici olmasına sebep oldu. Çelişkili gibi gözükse de aslında iki tarafı da bir diğerine operasyon yapmaktan sakındıran bu çift taraflı denge aynı zamanda çıkması kaçınılmaz olarak gözüken 3. İsrail Lübnan savaşının da gerekçesini oluşturuyor.

 

Çünkü artık Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’ın “yeni biz savaşta siz Refik Hariri havaalanını vurursanız biz de Ben Gurion havaalanını vuracağız. Siz Beyrut Limanı’nı vurursanız biz de Hayfa Limanını vuracağız. Siz bizim şehirlerimizi vurursanız biz de sizin şehirlerinizi vuracağız. Bizde mülteciler olduğu gibi sizde de mülteciler olacak” şeklindeki sözleri İsrail, tarafından bir blöf olarak görülmüyor.

 

Üçüncü İsrail Lübnan savaşının bahanesi ve Nasrullah’ın psikolojik operasyonu

İsrail, bölgede kurduğu tek taraflı stratejik dengede kendisiyle eşit konumda bir karşı denge unsuruna tahammül edemediği ve Hizbullah, 2006 yılından beri gittikçe güçlenen bir şekilde bir karşı denge unsuru haline geldiği için 3. İsrail Lübnan savaşı kaçınılmaz gözüküyor.

Her iki tarafın da savaş için ilk adımı karşıdan beklediği bu denge içerisinde Refik Hariri cinayetini soruşturan uluslar arası mahkemenin ön kararı ciddi bir bahane olarak değerlendiriliyor.

 

Binaenaleyh, uluslar arası mahkemenin ön kararının 3. İsrail Lübnan savaşına nasıl bahane oluşturacağı ve Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’ın 9 Ağustos’taki basın toplantısıyla bu bahaneyi nasıl kendi lehine çevirdiği şu şekilde özetlenebilir.

 

1- Geçtiğimiz yıl boyunca Lübnan ve Suriye sınırında sayısız askeri tatbikat ve ülke genelinde sivil savunma tatbikatı yapan İsrail, Genel Kurmay Başkanı Gabi Aşkenazi aracılığıyla Lübnan’la ilgili olarak sonbaharı beklediğini açıkladı.

 

2- Der Sipegel, Refik Hariri cinayetini soruşturan uluslar arası mahkemenin eylül ayında açıklanması beklenen ön kararında Hariri’nin Hizbullah’a bağlı kontrol dışı bir grup tarafından öldürüldüğünün ifade edildiğini duyurdu.

 

3- Lübnan Başbakanı Sa’d Hariri uluslar arası mahkeme tarafından ne doğrulanan ne de yalanlanan bu bilgiyi Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrulah’la paylaşarak onun nabzını ölçtü.

 

4- Hizbullah Genel Sekreteri, Hizbullah içerisinde kontrol dışı hiçbir grubun bulunmadığını belirterek bunu Lübnan içini karıştırmaya yönelik bir psikolojik operasyon olarak değerlendirdi ve hiçbir Hizbullah mensubunun uluslar arası mahkemeye teslim edilmeyeceğini vurguladı ve kırmızıçizgisini belirledi.

 

5- 14 Martçı gruplar, Zuheyr Sıddık adlı bir yalancı tanığın ifadesiyle Lübnanlı dört generali 4 yıl hapiste tuttuktan sonra serbest bırakan uluslar arası mahkemenin siyasi niteliğini göz ardı ederek, Hizbullah’ı suçlayıcı ifadelerde bulundu.

 

6- Ülkenin Sünni başbakanının Şii bir grup tarafından öldürülmesine rağmen bu grubun sanıkları mahkemeye teslim etmeye yanaşmadığı argümanı kullanılarak Şii-Sünni gerginliği üzerine propaganda düzeyinde bir psikolojik savaş başlatılırken Hizbullah Genel Sekreteri 9 Ağustos’ta Lübnan iç bütünlüğünü hedef alan bu psikolojik savaşın namlusunun İsrail’e çevrilmesini sağladı.

 

Basın toplantısında Hariri cinayetinde İsrail’in rolü ile ilgili olarak doğruluğunun inkarı mümkün olmayacak nesnel belgeler açıklayacağını belirten Nasrullah, İsrail casus uçakları tarafından çekilen ve Refik Hariri’nin geçiş güzergahlarını gösteren görüntüleri ve İsrail hesabına casusluk yapmaktan tutuklanan şahısların itiraflarını yayımladı.

 

Kimileri, Nasrullah’ın açıkladığı belgelerin suçluyu kesin olarak ortaya koyan ciddi bir hukuki bir delil niteliği taşımadığını belirterek basın toplantısıyla ilgili olarak hayal kırıklığına uğradıklarını ifade ettiler.

 

Halbuki Nasrullah basın toplantısında, açıkladığı belgelerin suçluyu kesin olarak ortaya koyan hukuki birer delil olduğunu iddia etmediklerini; ancak bu doğruluğu inkar edilemeyecek bu nesnel belgelere rağmen uluslar arası mahkemenin neden İsrail konusunda bir soruşturma yürütmediğine dikkat çekti.

 

Nasrullah’ın da ifade ettiği gibi bu belgeler suçluyu kesin olarak ortaya koyan hukuki deliller olarak görülmeyebilir; ancak İsrail de dahil olmak üzere hiç kimse bu görüntülerin İsrail casus uçakları tarafından çekildiğini ve itirafları yayımlanan Ahmed Nasrullah ve Gassan bin Cidd adlı kişilerin İsrail casusu olmadığını ve Lübnan’da tutuklandıktan sonra bir şekilde İsrail’e kaçırılan bu şahısların halen orada yaşamakta olduklarını inkar edemiyor.

 

Hizbullah’ın yayımladığı bu görüntüler, İsrail casus uçakları tarafından değil de örneğin Suriye casus uçakları tarafından çekilmiş görüntüler olsaydı ve Suriye hesabına casusluk yapmaktan tutuklanıp daha sonra Suriye’ye kaçırılan şahısların itirafları söz konusu edilseydi; acaba sunulan belgelerin hukuki delil niteliği bu şekilde tartışılabilir ve hayal kırıklığı uyandırır mıydı?

 

Halbuki olaydan hemen sonra Suriye’yi sanık sandalyesine oturtan, 4 Lübnanlı generali 4 yıl hapsettikten sonra Zuheyr Sıddık’ın yalancı tanıklığının ortaya çıkması üzerine serbest bırakmak zorunda kalan uluslar arası mahkemenin hukuki niteliği çok daha tartışmalı gözüküyor.

 

Hizbullah, Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkarılması şeklinde bir siyasi sonuç doğuran Refik Hariri cinayetinin Lübnan mahkemeleri tarafından değil uluslar arası bir mahkeme tarafından soruşturulmasını siyasi bir karar ve bu mahkemenin hükmü de siyasi bir hüküm olarak değerlendirdiği için bu mahkemeyi tanımadığını ve elindeki belgeleri de yalnızca Lübnan adli makamlarına teslim edeceğini açıkladı.

 

Görünen o ki, hukuki niteliği tartışmalı olan siyasi bir mahkemenin Lübnan iç bütünlüğünü hedef alan siyasi hedefleri, medya aracılığıyla ve psikolojik savaş yöntemleriyle hayata geçirilmeye çalışıldı; ancak Nasrullah’ın 9 Ağustos’taki basın toplantısı bu psikolojik savaşta da dengeyi Hizbullah lehine değiştirdi.

 

Nasrullah’ın basın toplantısının ardından Fransa Cumhurbaşkanı Nikola Sarkozy ve Suudi Kralı Abdullah’la görüşen ve iki gün sonra açıklamada bulunan Lübnan Başbakanı Sa’d Hariri, Nasrullah’ın sunduğu belgelerin ciddi olduğunu belirtti ve ülkenin başbakanı ve dökülen kanın sahibi olarak İsrail’in soruşturmaya yardımcı olmaması durumunda sanık sandalyesinden mahkum sandalyesine oturmuş olacağını söyledi.

 

Bu, şu anlama geliyor: Uluslar arası mahkemenin eylülde açıklanması beklenen ön kararıyla Hariri ile Nasrullah’ı, Hizbullah ile el-Mustakbel’i ve Sünnilerle Şiileri karşı karşıya getirmeyi ve üçüncü bir savaş için İsrail’in önünü açmayı öngören psikolojik savaş senaryosu çökmekle kalmamış Hizbullah bu psikolojik savaşta İsrail’e üstünlük sağlamıştır.