İran’ın nükleer programı ve Batı’nın şark kurnazlığı

Celili ile Ashton’un açıklamaları İran’la 5+1’in müzakere gündeminin birbirinden ne kadar farklı olduğunu ortaya koyuyor; ancak “uluslar arası toplum” İran’ın gündemiyle oturduğu müzakere masasından kendi gündemi konusunda İran’la anlaşmaya vardığını söyleyebilecek kadar pişkinlik gösterebiliyor.

Yıl 2003… Dönemin ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice, 22 ülkenin siyasi haritasının değişeceğinden söz ediyor; Amerika, BM Güvenlik Konseyi’ni ve Avrupalı müttefiklerini çiğneyerek Irak savaşını başlatıyor ve ardından da yeni bir dünya sistemi olarak Büyük Ortadoğu Projesi gündeme geliyordu.

 

CIA eski Başkanı James Wolsey’nin ABD’nin 11 Eylül’den sonra 22 ülkeyle (Kuzey Kore artı 21 İslam ülkesi) savaş halinde olduğunu söylediği ve 4. Dünya Savaşı olarak nitelediği bu yeni sürecin anahtar sözcüğü “kitle imha silahları”ydı ve Irak bu gerekçeyle işgal edilmişti.

 

Tüm bölge ülkeleri ABD’nin bu yeni savaşına uyum sağlamaya çalışırken, Libya tüm nükleer tesislerini kapatmayı ve Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı’na devretmeyi kabul ediyor, İran ise ABD’nin Halkın Mücahitleri Örgütü’nün verdiği “istihbarata” dayanarak yönelttiği nükleer silah yapma suçlamasından “temize çıkmaya” çalışıyordu.

 

Çünkü İran’ın nükleer programını NPT konvansiyonu çerçevesinde ve Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı gözetiminde sürdürmesi, onun barışçılığı konusunda ABD’yi ve İsrail’i ikna etmiyordu.

 

Irak işgali konusunda ABD’ye karşı çıkan tutumundan olsa gerek Avrupa Birliği’ni ABD’yi dengeleyici bir güç olarak dikkate alan İran, nükleer programının barışçılığı konusunda garanti vermek ve bu meseleyi olağan mecrası olan Ajans kapsamında tutmak için “Avrupa Troykası” diye adlandırılan Fransa, Almanya ve İngiltere’nin sürece dahil olmasını kabul ediyordu.

   

2003 yılı eylülünde İngiltere, Almanya ve Fransa’dan oluşan üç AB ülkesiyle Sadabad Anlaşması’nı imzalayan İran, İsfahan’daki UCF tesisleriyle, Natanz’daki uranyum zenginleştirme tesislerinin faaliyetlerini askıya alıyor; ayrıca ani denetimler yapılmasını ve askeri tesislerin denetlenmesini öngören NPT’nin ek protokolünü de gönüllü olarak uygulamayı kabul ediyordu.

 

İran ile AB Troykası arasında 24 Kasım 2004’te imzalanan Paris Anlaşması’yla, AB üçlüsü, İran’ın nükleer faaliyetlerini askıya alan tutumunun hukuki zorunluluktan kaynaklanmayan, geçici ve gönüllü bir iyi niyet adımı olduğunu kabul ediyordu.

 

Böylece İran’ın nükleer programı, İran’la bu meselenin yasal mercii olan Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı arasındaki teknik ve hukuki bir mesele olmaktan çıkıyor ve İran’la Batı arasında bir siyasi pazarlık haline dönüşüyordu.

 

Sadabad Anlaşması, İran’ın nükleer programının barışçılığı konusunda “uluslar arası toplumu” (aslında Amerika ve İsrail’i) ikna etmeye yönelik “objektif garantiler” vermesini, buna karşılık uluslar arası toplumun da İran’a nükleer programını doğal mecrasında sürdürebilmesi için “karşı garantiler” vermesini öngörüyordu.

 

Uluslar arası toplumun” ilk “şark kurnazlığı”

İran, “objektif garantiler” kapsamında nükleer tesislerini “geçici ve gönüllü olarak” askıya aldı; ancak Paris Anlaşması’nda bu iyi niyet adımlarına karşılık verilecek karşı garantiler için herhangi bir süre tayin etmedi.

 

AB Troykası, İran’ın “objektif garantiler” çerçevesindeki bu geçici iyi niyet adımlarını ucu açık bir sürece dönüştürme ve kalıcı hale getirme stratejisi izlemeye başladı. İran’a bu iyi niyet adımları çerçevesinde hiçbir karşı garanti vermeyen “uluslar arası toplum”, İran’ın nükleer faaliyetlerine yeniden başlaması üzerine de meseleyi Ajans kapsamından çıkararak BM Güvenlik Konseyi’ne taşıdı.

 

Böylece İran’ın nükleer meselesi, yasal mercii olan Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı’nda “tartışmalı” bir konu olmaktan çıkıp Güvenlik Konseyi’nde bir “kriz” durumuna dönüştü ve İran’la ABD arasındaki anlaşmazlığa çözüm üretmek için devreye giren AB Troykası’na ilaveten Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi de sürece dahil olmuş oldu. Yani İran’ın nükleer programı konusundaki müzakere muhatabı artık 5+1 Grubu oldu.

 

İkinci şark kurnazlığı

2003’te İran’ı “şer ekseni” ilan eden ABD, Avrupalı müttefiklerini dahi dahil etmediği Irak konusunda 2006 yılına gelindiğinde burada yaşadığı çıkmazı aşmak için Baker-Hamilton raporu çerçevesinde İran’la müzakere masasına otururken İran’ın nükleer programı konusunda Güvenlik Konseyi’nden ilk yaptırım kararını da çıkardı.

 

Amerika’nın Irak’ta yaşadığı çıkmazı derinleştirme ve bundan yararlanma stratejisi izleyen İran, meselenin Güvenlik Konseyi’ne intikal ettirilmesine ve yaptırım kararlarına rağmen nükleer programını sürdürme konusunda herhangi bir esneklik göstermedi.

 

Bununla birlikte İran’ın nükleer programı konusunda faydacı; ancak nispeten İran’ı koruyan bir politika izleyen Rusya, Polonya ve Çek Cumhuriyetlerine yerleştirilmesi düşünülen füze kalkanı meselesindeki pazarlıklarının bir sonucu olarak İran konusunda Amerika’yla paralel adımlar atmaya başladı.  

 

2010 yılına gelindiğinde İran, nükleer yakıt dönüşümünde kendi kendine yeter hale geldiğini, bunun NPT’den kaynaklanan yasal bir hak olduğunu dolayısıyla da artık uranyum zenginleştirmesi meselesini müzakere konusu olmaktan çıkardığını belirtmekle birlikte Tahran’daki araştırma reaktöründe ihtiyaç duyduğu yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyumu, satın alma yoluyla tedarik etmek istediğini açıkladı.

 

ABD, Fransa ve Rusya ise İran’ın satın alma önerisine karşılık takas formülünü teklif etti; İran, elindeki yüzde 3.5 oranında zenginleştirilmiş 1200 kilo uranyuma karşılık yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş 120 kilo uranyumun takas edilmesini öngören bu teklifi iki şart koşarak kabul etti.

 

Takas formülünü uluslar arası toplumun İran’ın nükleer gücünü kabul etmesi anlamına geleceği ve Ajans’la işbirliğinin geliştirilmesine ve güven ortamı oluşturulmasına yardımcı olacağı için kabul eden Tahran, uluslar arası toplumun takasın bir yıl sonra ve başka bir ülkede yapılmasına ilişkin şartına karşılık

şu iki şartı bir kırmızı çizgi olarak öne sürdü:

 

1-Takasın eş zamanlı yapılması

2-Takasın İran’da yapılması

 

Ancak bilindiği gibi İran, Türkiye ve Brezilya’nın girişimiyle “uluslar arası toplumun” taleplerini kabul ederek takas konusunda öne sürdüğü şartlardan vazgeçerek Tahran Deklarasyonu’nu imzaladıysa da “uluslar arası toplum”, bu imzaların mürekkebi bile kurumadan İran hakkında ağırlaştırılmış yaptırımlar öngören 1929 sayılı Güvenlik Konseyi kararını çıkarttı.

 

Şark kurnazlığında üçüncü perde

İran’la 5+1 Grubu, 14 ay aradan sonra 7 Aralık’ta İsviçre’nin Cenevre kentinde yeniden müzakere masasına oturdu.

 

Tahran’ın Kasım ayının başlarında İstanbul’da yapılmasını istediği; ancak “uluslar arası toplumun” ısrarı yüzünden Cenevre’de gerçekleşen toplantı sonrasında AB Dış Politika Temsilcisi Catherine Ashton ile İran’ın nükleer meseledeki baş müzakerecisi Said Celili, bu görüşmenin içeriğine ve bir sonraki görüşmenin gündemine ilişkin iki farklı açıklamada bulundu.

 

Catherine Ashton, açıklamasında görüşmelerin eksenini “İran’ın nükleer programı ve İran’ın uluslar arası yükümlülüklerine bağlı kalmasının zarureti”nin oluşturduğunu ve ocak ayı sonunda İstanbul’da yapılacak müzakerelerde de “nükleer mesele konusundaki temel endişelerin giderilmesine yönelik işbirliği yolları”nın ele alınacağını belirtiyordu.

 

Said Celili ise Ashton’un açıklamalarının müzakerelerin içeriğine aykırı olduğunu belirterek nükleer programı kendi yasal hakkı olarak gören İran’ın bu konuyu müzakere etmediğini ve görüşmelerde anlaşmaya varılan tek konunun, “ortak noktalar ekseninde diyalog kurulması için işbirliği” olduğunu belirtiyordu.

 

Ashton’u diplomatik bir dille yalancılıkla suçlayan Celili, “eğer birileri toplantıda anlaşmaya varılan hususlar dışında şeyler açıklamaya kalkarsa yüksek güvensizlik duvarları örmüş olur” diyerek aslında 5+1’le müzakerelerde İran’ın muhataplarına neden güven duymadığını da ortaya koymuş oluyordu.

 

Peki müzakerelerin içeriği konusunda Ashton’un değil, Celili’nin söylediklerinin gerçeği yansıttığının delili nedir?

 

1- İran’la 5+1 arasında 14 ay boyunca yapılamayan müzakerelerin yeniden başlatılmasının zemini aylar öncesinde Ashton’la Celili arasında başlayan yazışmalarla oluşturulmuştu. Celili, Ashton’a yazdığı mektubunda ülkesinin 5+1 Grubu tarafından söz konusu edilen ‘baskı gölgesinde diyalog’ ve ‘iki yönlü strateji’ kavramlarını reddettiğini belirterek bu stratejiyi sürdürüp sürdürmeyecekleri konusunda Ashton’dan cevap istemiş ve bunun sürdürülmesi durumunda müzakere masasına oturmayacaklarını ifade etmişti.

 

2- Ashton’a yazdığı mektupta “müzakerelerin müşterek noktalar ekseninde işbirliği” için yapılabileceğini belirten Said Celili, Cenevre ziyareti öncesinde de İran’ın kendi yasal haklarını müzakere konusu yapmayacağını söylemişti.

 

3- Fars haber ajansına demeç veren İranlı bir diplomat da Ashton’un açıklamasının müzakerelerin içeriğini yansıtmadığını tekrar ederek bu konudaki ısrarın sürmesi durumunda görüşmenin ses kayıtlarını basınla paylaşabileceklerini açıkladı.[1]

 

Ayrıca Said Celili, İran devlet televizyonuna verdiği demeçte “biz net olarak görüşmeler işbirliği için yapılmalıdır dedik, onlar da bunu kabul etti, toplantı sonunda varılan bu anlaşmaya bağlı kalırlarsa görüşmeler başarılı olmuş olur[2] dedi.

 

Peki Ashton’la Celili’nin açıklamalarındaki bu farklılıklar ne anlama geliyor?

 

1- İran, “uluslar arası toplumun” endişe olarak nitelediği nükleer programı, bir başka deyişle uranyum zenginleştirme faaliyetlerini NPT’den kaynaklanan yasal hakkı olarak görüyor; bu konuyu hiç kimseyle müzakere etmeyeceğini ortaya koyuyor ve bu meseleyi kapanmış sayıyor. Müzakerelerin tıpkı takas anlaşmasında olduğu gibi sadece işbirliğini geliştirme ekseninde olması durumunda devam edebileceğini vurguluyor.

 

2- “Uluslar arası toplum” ise Ashton’un açıklamasına yansıdığı üzere İran’la “işbirliğini geliştirmekten” hala bu ülkenin nükleer programının durdurulmasını sağlamak olarak anlıyor ve müzakereleri İran’ı uranyum zenginleştirmekten vazgeçirmeye çalışma görüşmeleri olarak tanımlıyor.

 

“Uluslar arası toplum”un Ashton’un müzakere sonrası yaptığı açıklamanın arkasında durması ve 5+1 Grubunun “baskı gölgesinde diyalog” ve “iki yönlü strateji” söylemlerini sürdürmesi durumunda İran’la 5+1 arasındaki müzakerelerin Cenevre’de bittiğini söylemek mümkün.

 

Çünkü Ashton’un “uluslar arası toplumun endişelerini giderme” gündemiyle, Celili’nin ise “ortak noktalar ekseninde işbirliğini geliştirme” gündemiyle yapılacağını açıkladıkları bir sonraki görüşme konusunda tarafların anlaşabildikleri tek şeyin bu görüşmelerin yerinin İstanbul, tarihinin ise ocak ayının sonları olduğu görülüyor.

 

Wikileaks’te yayımlanan ABD Dışişleri Bakanlığı belgeleri, kendileri hakkında “uluslar arası toplum” ifadesi kullanınca muhataplarını yalnızlaştırdıklarını düşünen ABD ve Avrupalı müttefiklerin nasıl bir diplomasi anlayışı içerisinde oldukları konusunda yeterince fikir veriyor.

 

ABD ve Avrupalı müttefikleri, yaptırımların baskısıyla İran’ı nükleer programını durdurmaya zorlayabileceklerini düşünüyor ve müzakerelerin sürmesini bu yüzden istiyor; İran İse yaptırımlardan etkilenmediğini kendisine yaptırım uygulayanların daha büyük bir ekonomik krizle boğuşmakta olduğunu belirterek müzakereleri hem vakit kazanmak hem de askeri seçenekleri gündem dışında tutmak için kullanıyor.  

 

Celili ile Ashton’un açıklamaları İran’la 5+1’in müzakere gündeminin birbirinden ne kadar farklı olduğunu ortaya koyuyor; ancak “uluslar arası toplum” İran’ın gündemiyle oturduğu müzakere masasından kendi gündemi konusunda İran’la anlaşmaya vardığını söyleyebilecek kadar pişkinlik gösterebiliyor.

  

Demek ki “şark kurnazlığı” konusunda doğunun adı çıkmış.

 



[1] http://www.farsnews.com/newstext.php?nn=8909171038

[2] http://www.iribnews.ir/Default.aspx?Page=politicalContent&news_num=260247

 



Makaleler

Güncel