Lübnan'da bunalımın savaşa dönüşmesini önlemek mümkün

Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi kararıyla kurulmuş olan uluslar arası mahkemenin meşruiyetini tartışmaya açamadan soruşturmanın seyrini saptıran yalancı tanıkların Lübnan yargısı tarafından yargılanmasını sağlamak yönünde taraflara baskı yapması sorunun çözümüne ciddi bir katkı sunabilir.

Hizbullah liderliğindeki 8 Mart İttifakı’nın bakanlarını çekerek Lübnan’daki ulusal birlik hükümetini sürpriz bir şekilde düşürmesi, Lübnan’la ilgili gelişmeleri yakından izleyenler için şaşırtıcı olmadı.

 

Refik Hariri cinayetini soruşturan uluslar arası mahkemenin iddianamesinin içeriğine ilişkin birtakım bilgilerin geçtiğimiz yaz Der Spiegel’e sızdırılmasından sonra 2010 sonbaharında veya 2011 kışında önce bir iç savaş, ardından da buna bağlı olarak yeni bir İsrail Lübnan savaşı beklentisi dile getirilmeye başlanmıştı.

 

Bazı İsrailli yetkililerin uluslar arası mahkemenin iddianamesine ilişkin bilgiler henüz Der Spiegel’e sızdırılmadan önce bu bilgilerle büyük ölçüde örtüşen kimi öngörülerde bulunması ve İsrail ordusunun geçtiğimiz yıl boyunca Lübnan ve Suriye sınırında benzersiz yoğunlukta askeri tatbikatlar yapması, savaş beklentilerini güçlendirmişti.

 

Der Spiegel’e sızan veya sızdırılan bilgilere göre uluslar arası mahkemenin iddianamesinde "Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin Hizbullah üyesi olan; ancak partinin kontrolü dışında hareket eden bir grup tarafından öldürüldüğü" belirtiliyordu.

 

Hizbullah’ın tepkisinin ölçülmesine yönelik bir sızdırma olduğu izlenimi veren haberde ayrıca iddianamenin geçtiğimiz sonbaharda açıklanabileceği ifade ediliyordu.

 

Refik Hariri mahkemesinin iddianamesi çerçevesinde Lübnan’la ilgili söz konusu edilen savaş senaryosu, Hizbullah’ın bu suçlamayı reddedeceği ve mahkeme tarafından sanık olarak çağrılan kişileri teslim etmeyeceği öngörüsüne ve bu çerçevede Sünni bir başbakanı öldürdüğü halde katilleri koruyan bir Şii örgüt imajının Lübnan içerisinde yaratacağı gerilime dayandırılıyordu.

 

Öngörünün birinci kısmı doğru çıktı; nitekim Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, iddianameyle ilgili bilgiler basına sızar sızmaz etkili bir kriz yönetimi süreci başlattı.

 

Uluslar arası mahkeme sürecinin temellendirildiği psikolojik, siyasi ve askeri parametrelere paralel bir kriz yönetimi süreci başlatan Hizbullah Genel Sekreteri, bu üç parametre çerçevesinde attığı adımlarla geçtiğimiz sonbaharda açıklanması beklenen iddianameyi –en azından şimdiye kadar- açıklanamaz hale getirmeyi başardı.

 

Hizbullah’ın psikolojik, siyasi ve askeri adımları

Hizbullah, uluslar arası mahkemenin iddianamesine ilişkin bilgilerin basına sızdırılması açık bir psikolojik operasyon olarak algıladı. Binaenaleyh basına sızdırılan haberlerle şunlar ölçüldü:

 

1- Hizbullah’ın BM Güvenlik Kurulu kararıyla kurulan bir uluslar arası mahkemenin suçlamasına vereceği tepkinin sınırları.

 

2- Hizbullah’ın “kontrol dışı” diye nitelendirilmeleri durumunda sanık olarak talep edilen üyelerini uluslar arası mahkemeye feda edip etmeyeceği.

 

3- Hizbullah’ın Sünni bir başbakanı öldüren Şii bir silahlı örgüt imajı oluşturulması durumunda bunun Lübnan içindeki ve bölgedeki sonuçlarını göğüsleyip göğüsleyemeyeceği.

 

4- Silahının meşruiyetini namlularını şimdiye kadar hiç içeriye doğrultmamasıyla gerekçelendiren ve askeri kanadını Lübnan ordusuyla birlikte ulusal savunma stratejisinin bir aracı olarak tanımlayan Hizbullah’ın muhtemel bir iç savaşa hazır olup olmadığı.

 

5- Refik Hariri cinayetiyle suçlanan Hizbullah’ın içeride siyasi ve muhtemelen de silahlı çatışma yaşarken İsrail’in muhtemel bir askeri saldırısına karşı koyup koyamayacağı.

 

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, geçtiğimiz yazdan bu yana çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarında beş maddede sıralanan bu nabız ölçümlerine ilişkin son derece net mesajlar verdi.

 

Hizbullah Genel Sekreteri, Refik Hariri cinayetinin aydınlatılması gerektiğini vurgulamakla birlikte iddiası her ne olursa olsun uluslar arası mahkemeyi hukuki değil, siyasi bir mahkeme olarak niteleyerek bu mahkemeyi tanımadıklarını açıkladı.

 

Bu tavrını da son gelişmelere ve siyasi ya da ideolojik sebeplere değil nesnel gerekçelere dayandırdı.

 

Hizbullah Genel Sekreteri, çeşitli vesilelerle düzenlediği basın toplantılarında ve yaptığı konuşmalarda Lübnan güvenlik güçleri tarafından yakalanan İsrail ajanlarının ifadelerini ve Lübnan casus uçaklarının çektiği Refik Hariri’nin geçiş güzergahlarını gösteren görüntüleri yayımlayarak uluslar arası mahkemeyle ilgili tutumu konusunda şu noktaları vurguladı.

 

1- Uluslar arası mahkeme eğer hukuki bir mahkeme olsaydı, soruşturduğu cinayet davasıyla ilgili tüm şüphelileri değerlendirmesi gerekirdi. Herhangi bir barış anlaşması olmadığı için halen ateşkes halinde bulunan Lübnan İsrail ilişkileri düşünüldüğünde İsrail, Lübnan Başbakanı Refik Hariri cinayetinin olağan şüphelileri arsında yer almaktadır. Ancak kurulduğu günden beri Suriye’yi ve Hizbullah’ı olağan şüpheliler arasında gören uluslar arası mahkeme tutuklanan ajan ifadelerine ve İsrail casus uçaklarından Hariri’nin geçiş güzergahlarıyla ilgili çekilen görüntülere rağmen İsrail’i olağan şüpheliler arasında görmemiştir.

 

2- Uluslar arası mahkeme, yalancı tanık ifadelerine dayanarak Lübnanlı dört generali dört yıl suçsuz yere hapiste tuttuğunu kabul ederek bunları serbest bırakmış; ancak yalancı tanıklarla ve bu yalancı tanıklar aracılığıyla davanın seyrinin kimler tarafından saptırılmaya çalışıldığına ilişkin hiçbir soruşturma başlatmamıştır.

 

3- Uluslar arası mahkemenin soruşturma komisyonu, Beyrut’un Hizbullah’ın hakim olduğu Dahiye bölgesindeki hastanelerden Hizbullah üyelerinin aile kayıtlarını, sağlık ve DNA bilgilerini toplamaya çalışarak Hariri cinayeti soruşturmasıyla hiç ilgisi olmayan istihbarat faaliyetlerinde bulunmuştur.

 

Uluslar arası mahkemeyi, Amerikan güdümüyle hareket eden ve Hizbullah’ın silahını tartışmaya açmaya çalışan siyasi bir komplo olarak tanımlayan Hizbullah Genel Sekreteri, Lübnan ordusuyla birlikte ülkenin savunma stratejisinin ikinci ayağı olan Hizbullah’ın askeri kanadını, yani silahını kırmızıçizgi olarak niteledi.  6-7 Mayıs 2008 tarihlerine de göndermede bulunan Nasrullah, bedeli her ne olursa olsun silahına yönelecek eli koparacaklarını açıkladı. Bu ise silahını korumak için gerekirse namlunun içeriye de doğrultulabileceğinin açık bir mesajıydı.

 

Uluslar arası mahkemenin geçtiğimiz yaz sonunda açıklanması beklenen iddianamesinin neden hala açıklanamamış olduğu, Hizbullah Genel Sekreterinin yukarıda özetlenmeye çalışılan kriz yönetimi tarzı ve ortaya koyduğu kırmızıçizgilerle izah edilebilir.

 

Öte yandan uluslar arası mahkeme çerçevesinde yaşanan gerilimler sürerken Lübnan’ın, geçtiğimiz yıl içerisinde tanık olduğu diplomatik trafiğin de son derece dikkat çekici olduğu söylenebilir. Lübnan’daki iç dengelerde doğrudan taraf olan ülkelerden Suriye ile Suudi Arabistan Lübnan’daki güvenlik ve istikrarın korunması için müzakere süreci başlattı.

 

Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed ile Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın aynı uçakta Beyrut’a gitmelerinden sonra başlayan istişare süreci, görünen o ki bunalımın geçici olarak buzluğa kaldırılmasına yaramış oldu.

 

Lübnan sorununun doğrudan tarafları olan Suriye ve Suudi Arabistan, aslında Lübnan içinde destekledikleri kesimlerin zıtlaşan tutumlarını uzlaştırmanın müzakeresini yapmıştı.

 

Suriye’nin desteklediği Hizbullah liderliğindeki 8 Mart İttifakı, hükümetin başbakanı ve Refik Hariri’nin oğlu olarak Sa’d Hariri’den uluslar arası mahkemenin kararını tanımamasını ve yalancı tanıklar dosyasını Lübnan yargısına teslim etmesini isterken; Suudi Arabistan tarafından desteklenen Sa’d Hariri liderliğindeki 14 Mart İttifakı, uluslar arası mahkemeyi tartışmaya açmamakta ve yalancı tanıkların yargılanmasını engellemekte ısrar etti.

 

Mevcut kriz ve muhtemel gelişmeler

Suriye ile Suudi Arabistan arasında Lübnan konusunda yapılan istişarelerden bir sonuç alınamadığının açıklanmasından hemen sonra Hizbullah liderliğindeki 8 Mart İttifakı’nın bakanlarını çekerek hükümeti düşürmesiyle sonuçlanan hükümet krizi ortaya çıkmış oldu.

 

Suriye ile Suudi Arabistan müzakerelerinin uzun bir süre olumlu yönde seyretmesi, Başbakan Sa’d Hariri’nin Şam’a son derece olumlu mesajlar vermesi, İran’ı ziyaret etmesi, 14 Mart İttifakı’nın güçlü isimlerinden İlerici Sosyalist Parti Lideri Velid Canbolat’ın 14 Martçılarla yolunu ayırıp, Hizbullah’a, Suriye’ye ve İran’a yakınlaşmaya çalışması, Lübnan sorununun 8 Martçılar lehine sonuçlanabileceği yönünde iyimser bir hava oluşturmuştu.

 

Ancak Amerika’nın elinin ciddi oranda zayıfladığı Lübnan’da hala bölgesel müttefikleri aracılığıyla kriz üretebilecek güce sahip olduğu görülmüş oldu.

 

Peki Lübnan’da hükümetin düşmesiyle yaşanan siyasi bunalım, uluslar arası mahkemenin iddianamesi üzerinden ülkenin bir iç savaşa ve buna bağlı olarak da İsrail’le yeni bir savaşa sürüklenmesine sebep olabilir mi?

 

Uluslar arası mahkemenin iddianamesinin basına sızdırılan içeriği sayesinde, hem Lübnan içindeki aktörlerin hem de bölgesel aktörlerin yapabileceklerinin sınırı ölçüldüğüne ve Lübnan’da hükümetin düşmesi ve bunalımın başlamasıyla sonuçlanan etkileri görüldüğüne göre iddianamenin çok yakında açıklanacağı söylenebilir.

 

İddianamenin içeriğinin basına sızdırıldığı şekilde olmaması, yani Hizbullah’a yönelik herhangi bir suçlamada bulunulmaması durumunda bu, tarihe Hizbullah Genel Sekreterinin kriz yönetim zaferi olarak kaydedilecektir.

 

İddianamenin içeriğinin basına sızdırıldığı şekilde açıklanması durumunda ise hatta Lübnan ordusu da dahil olmak üzere içeride Hizbullah’ı dengeleyebilecek bir askeri güç bulunmadığı ve Hizbullah’ın silahını içeriye doğrultmayı asla istemediği için bunalımın bir iç savaşa dönüşmesi riskinin son derece düşük olduğu söylenebilir.

 

Bununla birlikte ABD ve Fransa’nın Lübnan kıyılarına savaş gemileri gönderdiğine ilişkin haberler ve İsrail’in son bir yıldır yaptığı yoğun askeri tatbikatlar göz önünde bulundurulduğuna, İsrail’in Lübnan’da yaşanan siyasi bunalımdan istifade ederek yeni bir savaş başlatabilmesi olası görünüyor.

 

Türkiye ne yapabilir?

Lübnan’da hükümetin düşmesiyle yaşanan siyasi bunalımın askeri çatışmalar üretebilecek potansiyeli göz önünde bulundurularak bunalımın en kısa sürede çözüme kavuşturulması için ciddi girişimler başlatılmasına ihtiyaç bulunuyor.

 

Suriye, İran ve Suudi Arabistan’ın Lübnan içinde doğruda birer taraf oldukları göz önünde bulundurulduğunda içerideki aktörlere eşit mesafede durarak bunalıma müdahil olabilecek en güçlü bölge ülkesi olan Türkiye’nin acilen devreye girmesi gerekiyor.

 

Gazze konusunda adaleti ve değerleri siyasi ve diplomatik çıkarlara feda etmeyen bir politika izleyen Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi kararıyla kurulmuş olan uluslar arası mahkemenin meşruiyetini tartışmaya açmadan, soruşturmanın seyrini saptıran yalancı tanıkların Lübnan yargısı tarafından yargılanmasını sağlamak yönünde taraflara baskı yapması sorunun çözümüne ciddi bir katkı sunabilir.

 

Uluslar arası mahkemenin henüz açıklanmayan iddianamesinin içeriğine de ciddi bir etkide bulunabilecek böylesi bir adımın Ankara’nın “arabulucu, sorun çözücü ve kolaylaştırıcı” rolüne de oldukça uygun olacağı söylenebilir.

 



Makaleler

Güncel