Yerlilerin ‘düzeni’nden yabancıların ‘kurtarıcılığı’na

Arap Baharı’ndan yeni bir bölgesel düzen çıkarmaya çalışan bölge liderlerini Sykes-Pico’dan farklı kılan şey zihniyetleri değil, düzen kurma başarısızlığıydı.

Uluslar arası bir seferberlik konusu yapılan IŞİD’le ilgili tartışmalar güncel düzeyde ve bölgesel güvenlik sorunları çerçevesinde tartışılıyor.

Halbuki bizatihi uluslar arası seferberlik olgusu, bu sorunun yeni bir bölgesel düzen ihtiyacı çerçevesinde ve stratejik düzeyde ele alınmasını zorunlu kılıyor.

‘Uluslar arası müdahale’ ve ‘yeni bölgesel düzen ihtiyacı’ gibi değişkenler ise teröre karşı uluslar arası ittifakın ortaya çıktığı eylül 2014 sonrası şartlar ile 1916’daki Sykes-Pico sonrası şartlar arasında ilgi kurmaya imkan veriyor.

1916 sonrası (20. Yüzyıl) oluşan şartlar ile 2014 sonrasında (21. Yüzyıl) oluşması muhtemel şartlar arasındaki somut benzerlikler şunlar:

1- Yeni bir bölgesel düzen ihtiyacının doğması.

2- Bölgenin dışı güçlerin bölgenin kaderinde belirleyici aktör olarak yer alması.

3- Bölge dışı güçlerin bu belirleyiciliği, bölgedeki askeri varlığına borçlu olması.

4- Bölge dışı güçlerin bölge içerisinde müttefik bulması.  

Bu benzerliklere sahip olan 1916 ile 2014 şartlarını, birbirinden farklı kılan özellikler ise şunlar:

1- 1916’da inşasına başlanan yeni bölgesel düzen tamamlanış bir süreç olarak günümüze kadar gelirken, 2014’te başlayan yeni sürecin yeni bir bölgesel düzenle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı henüz belirsiz.

2- 20. yüzyıldaki yeni bölgesel düzen ihtiyacı Osmanlı devletini yıkan bölge dışı güçler tarafından dayatılırken, 21. yüzyıldaki bölgesel düzen ihtiyacı, bölgesel aktörlerin talebinden doğdu.

3- Bölge dışı güçler 1916’da ‘işgalci’ ya da ‘emperyalist’ sıfatıyla bölgeye gelirken, 2014’te bölgeden yapılan çağrı ile bir ‘kurtarıcı’ sıfatıyla geldi.

4- 20. Yüzyıldaki bölgesel düzen, bölge dışı güçler arası bir emperyalist paylaşım çelişkisinden doğmuşken, 21. yüzyıldaki bölgesel düzen talebi, bölge içi aktörlerin egemenlik kurma ya da bağımsızlık ilan etme çelişkileri üzerinde şekilleniyor.

21. yüzyıla kadar bölgedeki yabancı askeri varlık gerekçeleri

2003’te işgalci olarak girdiği Irak’tan 2011’de tek bir askeri üs dahi elde edemeden çekilmek zorunda kalan Amerika’nın bölgeye ‘rica’ ile geri dönmesini sağlayan faktörün terör olduğu doğru; ancak Amerika’nın bölgede askeri varlık bulundurma isteğinin çok daha eski bir mazisi var.

Amerika, bölgedeki askeri varlığını 1980’lere kadar, ‘Sovyet yayılmacılığı’ 1980’den sonra da İran-Irak savaşı ve ‘Körfez’in güvenliği’ gerekçesine dayandırdı.

İran-Irak savaşının 1989’da, Soğuk Savaş’ın da 1990’da bitmesi, ABD’nin bölgede askeri varlık bulundurma hevesinde değişikliğe neden olmadı.

Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesi ABD’nin Körfez’deki güçlerinin, 36. Paralelin kuzeyinde oluşturulan uçuşa yasak bölge ise, Türkiye’deki operasyonel askeri varlığının gerekçeleri oldu.

21. yüzyıl ve yeni gerekçe arayışı

2000 yılına gelindiğinde ABD’nin bölgedeki askeri varlığına gerekçe olarak kullandığı ‘tehditler’ tamamen ortadan kalktıysa da, CIA tarafından Afganistan’da Sovyetlere karşı desteklenen el-Kaide, 11 Eylül’le birlikte yeni bir gerekçe haline geldi.

ABD’nin 2002’deki Afganistan müdahalesi ve 2003’teki Irak işgali, bölgedeki askeri varlığını kalıcı hale getirecek yeni bir bölgesel düzen inşasına yönelikti.

Washington’un bölgeye demokrasi ve özgürlük vaadiyle söz konusu ettiği ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ (BOP), Irak’ta yaratılacak model çerçevesinde bölgenin yeniden yapılandırılmasını öngörüyordu.

Ancak 9 yıllık işgale rağmen ne Irak’ta istenen model oluşturulabildi ne de bölgede bu projeye müşteri bulunabildi.

Arap Baharı ve BOP’un hedeflerinin ihyası

Bölgedeki siyasi örgütler, 2010 yılına kadar ‘demokrasi ve liberal özgürlükler’ hedefleriyle BOP’u bölgenin medeniyet dokusuna aykırı ve dışarıdan dayatılan bir proje olarak gördü.

Ancak aynı siyasi örgütlerin 2011’de öncülük ettikleri ‘devrimlerdeki’ sloganları BOP’un hedeflerinden ibaretti.

Temel öncelikleri iktidardı, sadece yerel sistemlerle çelişkileri vardı. Uluslar arası ya da bölgesel sistemle uyumluydular ve bunu da iktidara geldiklerine Camp David’e bağlılıklarını sunarak göstermişlerdi.

Katar, Türkiye, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi bölge ülkelerinden destek, ABD’den de onay almakta bu yüzden zorlanmadılar.  

Türk yetkililer, ‘Arap Baharı’nı “dışarıdan dayatılan 100 yıllık Sykes-Picot düzenine bölge halklarının iradesiyle son verilmesi” diye okudu.

2011’de bölge halklarının iradesiyle yeni bir bölgesel düzen kurması beklenen ‘Arap Baharı’, 2012 ortalarından itibaren tüm bölgeye iç çatışma veya savaş armağan etti.

Mısır, Tunus ve Yemen’de toplumsal bölünme, Libya’da ‘başarısız devlet’ (failed state), Suriye’de iç savaş sonuçlarıyla eski düzenleri aranır hale getirdi.

Yerlilerin yabancılaşması ve yabancıdan düzen dilenmek

20. yüzyılın başlarından bu yana kendisini doğrudan ilgilendiren hiçbir meselede belirleyici aktör olamayan bölge ülkelerinin Arap Baharı adı verilen süreçteki belirleyiciliği son derece açık.

Amerika, son derece dikkat çekici bir şekilde geri planda kalmayı tercih etti. Fransa ve İngiltere, sadece Libya’da etkili birer oyuncu olarak gözüktü. Libya da dahil olmak üzere 2011’de isyanların yaşandığı altı ülkede belirleyici olanlar bölge ülkeleriydi.

Örneğin, 2011’de Tunus ve Mısır’da Katar ve Türkiye; Libya’da Katar, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen ve Bahreyn’de Suudi Arabistan, Suriye’de ise bunların tamamı belirleyici oldu. Batılı ülkeler ise bölge ülkelerini destekleyici rollerle yetindi.

Ancak özellikle 18 Temmuz 2012’de başlatılan Suriye’deki vekalet savaşında yaşanan başarısızlık, 31 Ekim 2012’de Amerika’yı liderlik rolünü doğrudan üstlenmeye sevk etti.

Batılı müttefikleri ile birlikte Suriye’deki vekalet savaşını destekleyen bölge ülkeleri, devletlerden güçlü silahlı grupların ortaya çıkmasına zemin hazırladı.

Bölge ülkelerinin Batılı müttefikleriyle birlikte desteklediği vekalet savaşı, 2013 yılının eylül ayından itibaren kontrolden çıkmaya başladı.

Bu savaştan beslenerek en güçlü grup haline gelen IŞİD’in Irak’ta ‘hilafet devleti’ ilan ederek Kürdistan Bölgesi’ni doğrudan, Suudi Arabistan ve Ürdün’ü ise potansiyel olarak tehdit etmesi ‘yeni bölgesel düzen’i acil bir ihtiyaç haline getirdi.

Çünkü 2014 haziranına gelindiğinde bölgenin siyasi coğrafyasına ilişkin tablo şöyle gözüküyordu:

Mısır ve Tunus, eski düzene geçiş aşamasında. Libya, Somali gibi bir ‘başarısız devlet’ oldu. Suriye, Lübnan ve Yemen Libya haline gelmemek için direniyor; Irak ise bütünlüğünü korumaya çalışıyor.

Sonuç

Mevcut tablo, ‘Arap dünyasının liderliği’ ya da ‘Yeni Osmanlıcılık’ idealleri ile bölgesel egemenlik hevesleri taşıyan bölge ülkelerinin başarısızlığının eseri.

Arap Baharı’ndan yeni bir bölgesel düzen çıkarmaya çalışan bölge liderlerini Sykes-Pico’dan farklı kılan şey zihniyetleri değil, düzen kurma başarısızlığıydı.

Çünkü 2011’de ne Türkiye, ne Katar ne de Suudi Arabistan, 1916’da Sykes-Pico bölgesel düzenini kuran İngiltere ve Fransa’nın reel diplomasi gücüne sahip değildi.

Türkiye’nin diplomasi öngörüsü ve gücü, ‘Stratejik Derinlik’ kitabından, Katar’ınki el-Cezire kanalı ve Yusuf el-Karadavi’den, Suudi Arabistan’ınki ise Bender Bin Sultan’dan ibaretti.

Yerli bölgesel düzen kurma başarısızlıkları sebebiyle bölgeyi Sykes-Picot’yu arar hale getiren ‘yabancılaşmış yerliler’, şimdi yeniden düzen için Batılılara ‘ricada bulunuyor’.   

Batı ise, Cidde toplantısıyla başlayan bu yeni süreçle bölgeye bir ‘kurtarıcı’ olarak geri dönüyor.

Bölge halklarının birbirini öldürdüğü ve masraflarını bölge devletlerinin ödediği savaş sonunda ortaya çıkacak yeni düzen Sykes-Pico kadar yabancı bir düzen sayılmayabilir; çünkü bu düzen, ‘yabancılaşmış yerlilerin’ ‘yabancılara’ hazırlattığı bir düzen olarak anılacak.

   



Makaleler

Güncel