Irak’ta Kurulan Dünya Sistemi

Hâlihazırda Irak’ta tanık olduğumuz şey, bir rejim değişikliği değil; bir ulus-devlet inşa sürecidir ve bu da kurulmaya çalışılan yeni uluslar arası yapının temel taşı olarak gözükmektedir.

Günümüzde ulus devletlerin uluslar arası ilişkileri ile ulusal egemenlikleri, birbirlerine olan etkileri bakımından bazen çelişkili olgular olarak gözükmektedir. Dünyada ülkelerin ulusal egemenlikleriyle ve ulusal karar süreçleriyle ilgili birçok meselenin, bir uluslar arası sorun haline gelebilmesi bu çelişkili durumu yansıtıyor.

 

20 Mart 2003’te başlayan Irak savaşı, 9 Nisan’da Saddam rejimine son verdi. 30 Ocak 2005’te başlayıp anayasanın hazırlanmasıyla devam eden ve 15 Aralık 2005 seçimleriyle de sona eren siyasal süreçlerle Irak’ta bir ulus-devlet inşasına tanık olduk. Irak’ta ulus-devlet inşası, yabancı müdahalesiyle ve askerî işgalle başlayan bir süreç olduğu için, kendine özgü bu şartlarından dolayı Irak’ın devlet olma sürecinin bir uluslar arası sorun olarak kabul edilmesi anlaşılabilir bir durum olarak gözüküyor.

 

Irak, birçok bölge ülkesinin 1. Dünya Savaşı sonrasında tamamladığı ulus-devlet olma sürecini bir asır sonra yeniden tecrübe ediyor. İç aktörlerin siyasal taleplerinin, bölge dengelerinin ve bölge dışı müdahalelerin oluşturduğu üçlü denklem, Irak’taki ulusal egemenliğin niteliğini belirleyecek.

 

Irak’taki devlet süreci, dünya sisteminin son yüz yılda geçirdiği “ulusal bağımsızlık”, “ideolojik tercih” ve “karşılıklı bağımlılık” olgularını bir arada tamamlamaya mahkûm gözüken zorlu bir süreci ifade ediyor. Bu bakımdan da esasen Irak’ta kurulacak olan ulus-devletin niteliğinin, 11 Eylül’den sonra kurulmaya çalışılan dünya sisteminin başarısı konusunda da fikir vereceği söylenebilir. Hâlihazırda Irak’ta tanık olduğumuz şey, bir rejim değişikliği değil; bir ulus-devlet inşa sürecidir ve bu da kurulmaya çalışılan yeni uluslar arası yapının temel taşı olarak gözükmektedir.

 

Modern uluslar arası yapının oluşumu ve devletlerin yapısal değişimi   

 

Modern bir olgu olarak klasik imparatorlukları siyasi sahneden silen 1. Dünya Savaşı süreci, ülkelerin geleneksel egemenlik ilişkilerini ulus-devlet temelinde başkalaştırmıştı. Çünkü bu savaş, modernitenin klasik devlet yapılarına karşı mutlak bir zaferiydi ve bu yapıları da kendi doğasına göre dönüştürme gücüne sahipti.

 

Binaenaleyh 1. Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya sisteminin idolleşen kavramı “ulusal bağımsızlık” oldu. 2. Dünya Savaşı ise, klasik sömürgecilik motivasyonlarıyla 20. yüzyılın başlarına sarkan emperyalist aktörlerin güç ve egemenlik paylaşımı sorunu olarak ortaya çıktı. Nitekim Karl Haushofer’in Lebensraum (hayat alanları) teorisi 2. Dünya Savaşı’ndaki bu paylaşım çelişkisine işaret ediyordu. Modernitenin iç savaşı olarak nitelendirilebilecek bu savaşın sonunda yeni dünya sistemi, liberal demokrasi ile sosyalizm ideolojileri ekseninde Batı ve Doğu blokları tarafından belirlendi. Dolayısıyla Soğuk Savaş döneminde artık en az “ulusal bağımsızlık” kavramı kadar öne çıkan bir diğer kavram da “ideolojik duruş” olmaya başlamıştı.

 

2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan iki kutuplu dünya sistemi, öncekinin aksine sadece ulus-devletlerin iç egemenlik ilişkilerini değil, bu ülkelerin uluslar arası ilişkilerini de belirleyen bir uluslar arası yapının kurulmasına sebep olmuştu. Bununla birlikte iki kutuplu dünya sistemi, çevre ülkelerinin ulusal egemenliklerini ideoloji ve kutup tercihine göre sınırlandırmakla birlikte bu ülkelere kutup çelişkilerinin doğurduğu boşluklarda geniş bağımsızlık alanları imkânı da tanıyordu. Bir başka deyişle bloklar arasındaki Soğuk Savaş ve caydırıcılık faktörlerinden kaynaklanan güç dengesi, uluslar arası kurumların gücünü arttırırken; çevre ülkelerinin ulusal egemenliklerini de merkezdeki küresel aktörlere karşı korunaklı kılıyordu.

 

Mantıksal olarak Soğuk Savaş’ın ardından blok sınırlamalarından özgürleşen ülkelerin, ulusal egemenlik alanlarını daha da genişletmesi gerekiyordu. Bir başka deyişle yeni süreçte uluslar arası ilişki tercihlerinin, mensubu olunan bloğun sınırlarına göre değil; ulusal egemenliklerin ve ulusal karar süreçlerinin çıkarına göre belirlenmesi gerekiyordu. Fakat yeni süreç, zahiren genişleyen ulusal egemenliğin ve ulusal bağımsızlığın içini, küreselleşme olgusu temelinde geliştirilen “karşılıklı bağımlılık” kavramıyla boşalttı.

 

Yine mantıksal olarak Soğuk Savaş dönemindeki iki kutupluluğun sınırlamaları altında bulunan BM gibi uluslar arası kurumların, kutupların ortadan kalktığı yeni süreçte daha özgür, adil, itibarlı ve demokratik bir yapı kazanması ve ulusal bağımsızlıkların saygınlığını arttırması gerekirdi. Nitekim ancak adil, saygın ve demokratik uluslar arası kurumların güçlü hakemliği altında “karşılıklı bağımlılığın” kabul edilebilir bir yanı olabilirdi. Fakat ABD tek taraflılığıyla biçimlendirilmeye çalışılan yeni dünya düzeni, “karşılıklı bağımlılık” kavramını bile anlamsızlaştıran ve “tek taraflı esareti” dayatan bir süreç başlattı.

 

Tek kutuplu sistem arayışları

Soğuk Savaş’ın mağlup tarafı Doğu bloğu oldu; ama bu bloğun merkez gücü olan Sovyetlerin yenilgisi, 2. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Almanya’nın yenilgisi gibi değildi. Sovyetlerin mirasçısı Rusya, Soğuk Savaş’ın galiplerinin hala en önemli rakibi olmayı sürdürüyor. Soğuk Savaş dönemindeki ideolojik kimliğini revize etmiş olsa da hala koruyan Çin, en önemli küresel aktörlerden biri olma niteliğini koruyor. Bütün bunlardan daha önemlisi, Soğuk Savaş döneminden galip çıkan müttefikler bugün rakip pozisyonlar alabiliyorlar ve tüm üstünlüğüne rağmen ABD, Soğuk Savaş sonrası için tasarladığı dünya sistemini tek taraflı bir şekilde dünyaya kabul ettiremiyor.

 

Soğuk Savaş’ın ardından güçler dengesine veya güç paylaşımına dayalı kabul edilebilir yeni bir dünya sistemi kurulamamış olsa da, o dönemden günümüze sarkan uluslar arası kurumların nitelikleri ve rolleri, tek kutuplu dünya sistemi arzusunu gizlemeyen ABD’yi memnun etmiyor. Tarihin hiçbir döneminde hegemonik imparatorluklar ile diğerleri arasındaki güç dengesizliği, bugün ABD ile diğer dünya devletleri arasındaki güç dengesizliği kadar büyük olmamıştı. Sadece savunma bütçeleri temel alındığında bile ABD savunma bütçesinin kendisini en yakından takip eden dokuz ülkenin toplamından fazla oluşu, bu gerçeğe işaret ediyor.

 

Soğuk Savaş sonrası dünya sistemi konusunda oluşan denklemin bir tarafında bu belirgin güç farkı ve bundan cesaret bulan ABD tek taraflılığı; diğer tarafında ise dünyanın geri kalan kısmının, sistemin karar sürecinde yer alma isteği bulunuyor.

 

Karşılıklı bağımlılıktan tek taraflı esarete

Baba Bush döneminde dile getirilen “Yeni Dünya Düzeni” söylemi, oğul Bush’un başkanlığındaki Cumhuriyetçi ekip tarafından Yeni Amerikan Yüzyılı doktrinine dönüştürüldü. Bu doktrinin en belirgin yanını oluşturan “tek taraflılık” eğilimi, 11 Eylül’den sonra dile getirilen “terörizmle mücadele” söyleminin de çok ötesinde bir genişliğe sahipti. ABD “tek taraflılığının” uluslar arası kurumları itibarsızlaştıran genişliği şu somut adımlarda açıkça gözlemlendi.

 

ABD tek taraflı olarak ABM[1] anlaşmasından çekildi. Zararlı gazların üretiminin azaltılmasını öngören Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamayı reddetti. CTBT[2] anlaşmasını senatonun onaylamamasını gerekçe göstererek kabul etmeyeceğini açıkladı. Çocuk hakları konvansiyonunu reddetti. Güney Afrika’nın Durban kentinde yapılan Uluslararası Irkçılık Karşıtlığı toplantısını işlevsiz kıldı. Biyolojik silahların önlenmesini öngören konvansiyon sürecini baltaladı ve uygulanamaz hale getirdi. CWC[3] konvansiyonunun uygulanmasını, ulusal güvenliği ile bağdaşmadığı gerekçesiyle engelledi. Uluslar arası terörizmle mücadelede kendi ölçülerinin esas alınmasını dayatarak bunu çıkmaza soktu. Uluslar arası Ceza Mahkemesi ile ilgili olarak tüm ülkelerin tepkisini çeken ayrıcalıklar dayattı. Amerikalıların bu mahkemede yargılanamayacağını ön şart olarak koydu. BM’nin meşruiyetini sorgulayan ve BM’nin kökten yok edilmesi gerektiğini açıkça söyleyen John Bulton’u BM büyükelçisi olarak görevlendirdi. 20 Mart 2003’te Irak’a BM Güvcenlik Konseyi iradesine rağmen saldırdı. İran’ın nükleer programının NPT konvansiyonunu ihlal etmediğini belirten Atom Enerjisi Ajansı’nı, bu kuruma aktarılan ödeneği kesmekle tehdit etti.[4]

 

ABD’nin bu tek taraflı adımlarının Avrupalı müttefikleri tarafından bile kabul edilemediği, Irak Savaşı öncesi BM Güvenlik Konseyi görüşmelerinde açıkça ortaya kondu. Tüm dünya gibi, Avrupalı müttefikler de Irak savaşı konusunda öne sürülen “kitle imha silahları” ve “terörle mücadele” gerekçelerinin, ABD’nin tek taraflı dünya sistemi stratejisini gizlemediğini fark etmiş bulunuyordu.

 

Yeni dünya sisteminin Irak’la olan kader bağı

20 Mart’ta başlayan Irak Savaşı üç hafta sonra 9 Nisan 2003’te Saddam rejimine son verdikten sonra savaşın gerekçelerinin bir kandırmacadan ibaret olduğu Washington’un en yetkili kişileri tarafından bile itiraf edildi. Bununla birlikte üç haftalık kolay zaferin yarattığı güç gösterisinden, başta Avrupalı müttefikler olmak üzere tüm dünya etkilenmiş, savaşın meşruiyeti konusunda hiç değilse Irak’a demokrasi getirilmiş olduğu gerekçesi, kabul edilebilir bulunmuştu.

 

Nitekim BM Güvenlik Konseyi’ndeki görüşmeler sırasında Avrupalıların sergilediği ABD karşıtı tutum, savaş sonrasında yerini Atlantik ötesi ilişkilerin tamiri söylemine bırakmaya başladı. Kolay bir askerî zaferin ardından savaşın meşruiyetine ilişkin dillendirilen Irak’ın demokratikleştirilmesi izahı, Büyük Ortadoğu Projesi’ne heyecan verdi. Fakat Bağdat’ta oluşturulacak model rejimin yaratacağı domino etkisiyle tüm Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirmeyi öngören ve 30 Ocak 2005 seçimlerine kadar dillerden düşürülmeyen BOP projesi, İslamcı Şiileri iktidara getiren Irak’taki siyasal süreçlerin ardından ağızlara alınmaz oldu.

 

Irak’taki siyasal süreçler, ABD’nin demokratikleştirme hedefine uymayacak bir şekilde İslamcı Şiileri iktidara taşıdı. Irak’ta yaşanan gelişmeler, Ortadoğu’da ABD’nin isteğinin aksine bir domino etkisine sebep oldu. İran’da Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçilmesi, Lübnan’da 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararına rağmen Hizbullah’ın kabineye girmesi ve konumunu güçlendirmesi, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in seçim başarısı ve Filistin’de Hamas’ın seçim zaferi, bu ters domino etkisinin sonuçları oldu.

 

ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirme operasyonunun, -hedefleriyle doğurduğu siyasal sonuçlarının zıtlığı göz önünde bulundurulduğunda- başladığı yer olan Irak’ta hezimetle sonuçlandığı söylenebilir. İki bin asker kaybı ve 20 Mart 2003’ten bu yana harcanan 700 milyar dolarlık bütçe, ABD açısından belki tahammül edilebilir bir askeri ve ekonomik kayıp olarak gözükebilir. Fakat Irak’ta 15 Aralık seçimleri sonunda ortaya çıkan siyasal tablo, ABD’nin Ortadoğu stratejisini başarısız kılmış gözükmektedir. Binaenaleyh kalıcı hükümeti belirleyen son siyasal sürecin de 15 Aralık’ta tamamlanmasına rağmen, hala çekilmeye ilişkin bir takvimin açıklanmaması, Irak’ta istenen sonucun elde edilmemiş olduğunu göstermektedir.

 

15 Aralık seçimleri, hem Şii hem de Sünni Arap kesimlerde çekilme takvimi isteyen siyasi aktörleri meclise taşıdı. ABD’nin işgale gerekçe kıldığı demokratik süreçlerin ABD’yi çekilmeye zorlaması ve Washington’un Irak’ta istediği siyasal yapıyı kuramaması, içinden çıkılmaz bir çelişkili durum oluşturdu. Bu itibarla ABD’nin Irak’taki demokratik süreçlerde yaşadığı başarısızlığı, başarıya dönüştürmek için zamana ihtiyaç duyduğunu ve bu zaman içerisinde hükümeti manipüle ederek sonuca varmaya çalışacağını söyleyebiliriz.

  

15 Aralık seçim sonuçlarından hemen sonra İslamcı Şiiler, ortaya çıkan parlamento aritmetiğindeki üstün konumlarına rağmen Irak’a özgü özel şartlardan dolayı bir milli mutabakat hükümetinden yana olduklarını açıkladılar. Irak’ta toplumsal uzlaşma, güvenlik ve istikrar adına milli mutabakat hükümetinden yana olan İslamcı Şiilerin bu tavrı zahiren ABD tarafından da destekleniyor.

 

Fakat ABD’nin Irak’ta milli mutabakat hükümetinden yana olan tutumunun, güç ve iktidar mücadelesi oyununda birbirinin altını oyan ve hakem olarak da ABD’ye müracaat eden bir üçlü koalisyon yaratma hedefine dönük olduğu söylenebilir. Binaenaleyh, Samerra’da Peygamber (S) torunlarının türbelerine yönelik bombalı saldırı sonrasında ortaya çıkan iç çatışma ortamı, bu hedefe uygun bir zemin yaratmış bulunuyor.

 

Nitekim şu an İbrahim Caferi’yi hükümet dışı bırakmaya çalışan, Kürtler ile Sünni Arapların da kendi gerekçeleriyle iştirak ettiği bu politika, Samerra olayı sonrası toplumsal çatışmaların seyrine ve Birleşik Irak İttifakı’nda yaratılabilecek çatlağın boyutuna göre ABD’ye Irak’ta kaybettiği siyasal belirleyiciliği tekrar kazandırabilecek bir alan yaratabilir.

 

ABD’nin Irak’taki demokratik süreçler sonunda uğradığı yenilgiyi telafi etmesi, bundan sonra kurulacak hükümetin niteliğine bağlı gözüküyor. Seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı siyasal tabloya rağmen ABD’nin, Irak’taki hükümeti Allavi gibi laik liderlerin inisiyatifinde kurmayı başarması, Irak’ta demokratik süreçler sonunda uğradığı yenilgiyi telafi etmesini sağlayabilir.

 

Bu durumda ABD’nin şu muhtemel adımları atacağı söylenebilir.

1- Samerra saldırısı sonrası başlayan iç çatışmaları körüklemek ve toplumsal kesimler arasındaki husumeti ve güvensizliği derinleştirmek. Nitekim işgalci bir güç olarak güvenliği sağlamakla sorumlu ABD ordusu, Samerra olayları sonrasında birliklerine dönerek güvenlik işini güya Iraklı polislere bıraktı.

 

2- Kürt partileri Kerkük sorunu konusunda cesaretlendirerek bu partilerin taleplerini daha yüksek perdeden dile getirmelerini sağlamak ve Kürt gruplarla İslamcı Şiiler arasındaki olumlu ilişkileri baltalamak. Başbakan İbrahim Caferi’nin Türkiye ziyaretine Talabani tarafından gösterilen tepkiyi bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.

 

3- Nüfus olarak azınlıkta bulunmalarına ve heterojen yapılarına rağmen Sünni Arapları, seçim sonrasında elde ettikleri küçük temsille ters orantılı bir şekilde hükümette büyük taleplere cesaretlendirmek. Meclis’teki 40 küsur sandalyesine rağmen Petrol, Savunma ve İç İşleri Bakanlıklarına talip olan Sünni Arapların Samerra olaylarından İç İşleri Bakanlığını sorumlu tutması, hükümeti olayları bastırmakta yetersiz kalmakla suçlaması ve İbrahim Caferi’nin başbakanlığına itiraz etmesi bu duruma işaret etmektedir.

 

4- İç karışıklığı ve muhalif kesimlerin taleplerinin yarattığı baskıları giderme adına İslamcı Şiileri, ödün vermeye zorlamak. Ödün vermeye yanaşma veya yanaşmama tartışması içerisine girmesi muhtemel olan Şiiler arasında ayrılıkları derinleştirmek. Bir oy farkla başbakanlığa aday gösterilen İbrahim Caferi’nin başbakanlığına yönelik itirazların Şii blok içerisinde ihtilafa sebep olması muhtemeldir.

 

5- Şii, Sünni ve Kürt siyasal partilerin siyasal çekişmeleriyle çözümsüzleşen hükümet kurma çalışmaları sırasında, laik liderleri ağırlık koyduğu tarafı güçlendirerek sorunu çözmeye muktedir kilit aktörler haline getirmek.

 

Hükümeti kurma konusunda yaşanan çözümsüzlük ortamının derinleşmesi durumunda kilit isimler haline gelecek olan laik liderin yönetime getirilmesi, ABD’nin Irak’taki dizginleri eline geçirmesi anlamına gelecektir. Irak’ta ABD tercihine uygun bir siyasal yapının kurulması, Washington’u dayattığı dünya sistemi konusunda da cesaretlendirecektir.

 

Bu yazı Haberajanda dergisinin Nisan 2006 tarihli 1. sayısı için yazıldı.



[1] 1972 Tarihli Anti Balistik Füze sistemlerini sınırlayan anlaşma

[2] Nükleer Silah denemelerini önleyen anlaşma

[3] Kimyasal silahların önlenmesi anlaşması

[4] www.bionvan.com 18 Eylül 2004