Filistin-İsrail sorununda dördüncü aşama

2017’de Trump hükümetinin sahip olup da ‘Yeni Muhafazakar’ George W. Bush hükümetinin sahip olmadığı şey İsrail sempatisi değil, bölgesel şartlardı.

Washington’un Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararına bölgeden verilen tepkiler Filistin-İsrail sorunun çözümü konusunda dördüncü aşamaya geçildiğini gösteriyor.

Filistin-İsrail sorunun çözümü konusunda birinci aşama, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararıyla ve “toprak karşılığı barış” formülüyle başlamıştı.

“Toprak karşılığı barış”, İsrail’in bölgedeki varlığının tanınmasını sağlamak için bulunmuş bir formüldü. Buna göre İsrail, 1967 savaşında işgal ettiği topraklardan ‘taviz’ verecek ve bölge ülkeleri de onun varlığını resmen tanıyacak böylece sorun ‘barışçı’ bir şekilde çözümlenmiş olacaktı.

Bugünden bakıldığında bu kararla “uluslararası toplumun” İsrail’i destekleme hedefinin ne kadar küçük kaldığını; bu karara uymaması ise İsrail’in heveslerinin ne kadar büyük olduğunu ortaya koyuyor.

Diplomatik hokkabazlıkta İsrail manevrası

242 sayılı BM kararının metnini yazan İngiltere’nin BM Temsilcisi Lord Caradon, seçtiği belirsiz ifadelerle İsrail’e metni canının istediği gibi yorumlama imkanı kazandırmış ve büyük bir hizmet yapmıştı.

Nitekim Amerika’nın BM Temsilcisi Arthur Goldberg 1973’te “242 sayılı karar, işgal edilmiş topraklardan çekilmekten söz ederken somut bir çekilme sınırı öngörmüyor”[1] diyerek İsrail’e diplomatik manevra sınırının ne kadar geniş olduğunu göstermişti.

Dönemin İsrail Başbakanı Menahem Begin ise arkasındaki sonsuz uluslararası destekten dolayı son derece açık konuştu: “Ne 1949’da Ürdün’le yapılan ateşkes ne de 242 sayılı BM kararı, İsrail topraklarını kendi hakkı olarak gören Yahudilerin isteğini engelleyemez.”[2]

Ancak karar metninin yazarı Lord Caradon da dahil olmak üzere İsrail dışındaki herkes, 242 sayılı BM kararının İsrail’den Sina Yarımadası, Golan, Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’ten çekilmesini istediği konusunda hemfikirdi.

Peki “uluslararası toplum”, İsrail’den 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesini isteyerek Filistin’den yana mı davranıyordu?

Tam aksine Arapların İsrail’i yok edilmesi gereken işgalci bir varlık olarak değil, bir komşu olarak tanınmasını sağlamaya çalışıyordu.

Toprak karşılığı barış

Bugünden bakıldığında İsrail açısından çok büyük bir fedakarlıkmış gibi gözükse de, “uluslararası toplum” bu taviz önerisiyle, o dönemin şartlarında İsrail’in varlığını mümkün olabilecek en ucuz bedelle garanti etmiş oluyordu.

Çünkü bölge ülkelerinin gözünde İsrail, dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un deklarasyonun yarattığı zemin sayesinde dünyanın her bir yerinden toplanıp İngiliz mandası altındaki Filistin’e getirilen Yahudilerin terör ve işgalle kurduğu gayri meşru bir varlıktı.

 Her ne kadar 1948’de ve 1967’de yapılan savaşlar İsrail lehine sonuçlanmış olsa da İsrail, kendisini yok edilmesi gereken işgalci bir varlık olarak gören bölgede sonsuza dek güven içinde yaşayamazdı.

Özetle 242 saylı BM kararı, İsrail’e zaten kendisine ait olmayan toprakları bırakması karşılığında güven içinde yaşama garantisi veren bir barış sunuyor; yani en ucuz bedelle İsrail’in hayatını kurtarıyordu.

Toprak karşılığı güvenlik

Filistin sorununun çözümünde ikinci aşama, Oslo anlaşmasıyla başladı ve “toprak karşılığı güvenlik” olarak formüle edildi.

İsrail, sahip olduğu sınırsız uluslararası destekten dolayı 242 sayılı BM kararına uymadı; ama “toprak karşılığı barış” formülünü fırsat olarak kullanmayı da ihmal etmedi.

Böylece hem “barış sürecinin” yönetimini BM’nin inisiyatifine bırakmamış oldu hem de kime ne kadar toprak verip, kimle hangi şartlarda barış yapacağına kendisi karar verdi.

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in 1973 savaşından sonra başlattığı meşhur “mekik diplomasisi” İsrail’in topraklarını işgal altında tuttuğu Arap ülkeleriyle tek tek muhatap olmasının zeminini yaratmıştı.

Camp David: Çöl verip, bekçi sahibi olmak

İsrail’in yapması gereken şey “toprak karşılığında barış” yapacağı devleti seçmekti. Camp David anlaşmasıyla önceliğin Mısır’a verilmesi zekice bir tercihti. Çünkü Mısır, nüfusu ve potansiyelleri açısından en büyük Arap devletiydi.

İsrail’i yok edilmesi gereken bir işgalci varlık olarak gören ve tüm Arap dünyasını seferber eden Cemal Abdunnasır vefat etmişti. Yeni Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, Kissinger’e İsrail’le “toprak karşılığında barış” için olumlu mesajlar veriyordu.

Mısır’ın İsrail’i tanıması sayesinde en büyük düşman devre dışı kalmış olacak, Arap ülkeleri arsındaki zahiri birlik ölümcül bir darbe alacak ve Arapların İsrail’e karşı kazanma umudu yok olacaktı.

Hepsinden önemlisi de tüm bu kazanımlara karşı verilecek taviz, büyük kısmı çöllerden oluşan Sina Yarımadasından ibaretti.

Oslo: Umut satıp, güvenlik almak

1978’de en büyük düşmanını saf dışı bırakan İsrail, 1992’de sorunun en zayıf halkasını oluşturan Filistin Kurtuluş Örgütü’yle Oslo görüşmelerine başladı.

Oslo anlaşmasının “toprak karşılığı güvenlik” diye formüle edilmesinin sebebi, 1967 topraklarında kurulacak Filistin Özerk Yönetimi karşılığında 1987’de başlayan intifadanın sona erdirilmesiydi.

Camp David’den sonra Arap devletlerinden umudu kesen FKÖ, Tunus’taki sürgünden kurtulup 1967 topraklarında devlet olma hayaliyle Oslo anlaşmasını imzalamıştı.

Ancak 7 yıl süren “barış müzakereleri” sonunda bağımsız Filistin devletiyle değil; Yaser Arafat’ın Ramallah’ta kuşatma altındaki karargahına işeyen İsrail askeri ile karşılaştı.

“Toprak karşılığında güvenlik” formülü, toprağı da güvenliği de İsrail’e armağan etti. Çünkü bu süreç boyunca İsrail, yeni Yahudi yerleşim merkezleri kurarak işgalini genişletirken, Filistinliler için hiçbir güvenli alan kalmadı. 

Özetle Filistin Kurtuluş Örgütü, toprak bile değil; kağıt üstünde var olan ‘Özerk Yönetim’ karşılığında direniş seçeneğinden vazgeçerek İsrail’e güvenlik hediye etmişti.  

Üçüncü aşama: Filistin’in tasfiyesi karşılığında Araplarla normalleşme

‘’Filistin’in tasfiyesi karşılığında Araplarla normalleşme’’ ilk ikisinin aksine Amerika veya İngiltere gibi İsrail müttefikleri tarafından değil, Suudi Arabistan ve müttefikleri tarafından önerildi.

2002 yılında Lübnan’da yapılan Arap zirvesinde dönemin Suudi Kralı Abdullah tarafından gündeme getirilen Suudi barış planı, İsrail’in 1967 topraklarında kurulacak bir Filistin devletini tanıması halinde tüm Arap ülkelerinin İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesini öngörüyordu.

Bunun öncekilerden en temel farkı, İsrail’e hem barış, hem güvenlik, hem de tüm Arap ülkeleriyle normalleşme vaat ediyor olmasıydı.

Suudi planı, zamanlaması ve barışla öngördüğü hedefler bakımından, aslında Oslo anlaşmasının ters simetrisi gibiydi.

Oslo öncesinde birinci intifada vardı. İntifadayı bastıramayan İsrail’in güvenlik ve istikrara; Tunus’ta sürgünde bulunan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ise ‘teröristlikten’ ‘diplomatlığa’ ‘terfi etmeye’ ihtiyacı vardı.

Görüşme talebi İsrail’den geldi; Amerika ortamı hazırladı, FKÖ de masaya oturdu.

Suudi planı öncesinde de ikinci intifada vardı. Ancak bu kez İsrail, görüşmeyi isteyen değil, bitiren taraftı; çünkü muhalefetteki Likud Partisi’nin lideri Ariel Şaron kışkırtıcı bir adımla Harem-i Şerif’e çıkmış ve Oslo sürecini fiilen dinamitlemişti.

Dolayısıyla Suudilerin barış planı sunduğu 2002’de, ne 11 Eylül’ün Amerika’da yarattığı siyasal iklimi fırsata dönüştürmek isteyen İsrail’in, ne de 8 yıllık müzakere boyunca sadece oyalanıp aşağılandığını düşünen Filistin tarafının görüşme isteği vardı.

2002’de görüşme çağrısı yapan sadece Suudilerdi; çünkü 2000’den beri kesilen görüşmeler, Filistin sorununun tasfiyesini ve Arapların İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesini imkansız kılıyordu.  

Ancak İsrail, muhtemelen ilk iki aşamada kendini Mısır’a, FKÖ’ye ve Ürdün’e kabul ettirdiğinden olsa gerek, Suudilerle ve diğerleriyle ‘normalleşmekten’ heyecan duyduğunu gösteren herhangi bir adım atmadı.

Oslo müzakerelerinde görüşmelerin hızlı ilerlemesi bahanesiyle ‘Kudüs’ün statüsü’ ve ‘mültecilerin dönüşü’ meselesini en sona ertelemeyi öneren İsrail, artık bu meseleleri görüşmeyi bile gereksiz sayıyordu.

Dolayısıyla Amerika’nın ‘Büyük Ortadoğu’ veya ‘Yeni Ortadoğu’ projelerinin söz konusu olduğu 2002 ve sonrasında İsrail’e görüşme heyecanı verebilecek tek plan, Kudüs’ten vazgeçen ve Filistinli mültecilerin dönüş hakkından feragat eden bir plan olabilirdi.

Dördüncü aşama: Direniş’e karşı ittifak karşılığında teslimiyet

2000 ila 2010 yılları arasında Filistin’de müzakere seçeneğine bağlanan umutlar zayıfladı, direniş ise gerçekçi bir seçenek olarak görülmeye başlandı.

 Hamas’ın seçim zaferi, İsrail’le müzakere seçeneğini savunan el-Fetih’e verilen halk desteğinin azaldığının direniş seçeneğine dair inancın ise güçlendiğinin somut göstergesiydi.  

1948’den beri işgal ettiği hiçbir yerden çekilmeyen ya da daha büyük bir kazanım elde ettikten sonra çekilen İsrail, sadece iki yerden hiçbir şey alamadan çekilmişti. İsrail, 2000 yılında Güney Lübnan’dan kaçmış, 2005’te ise Gazze’den tek taraflı olarak çekilmişti.

Gazze’nin stratejik önemini Tel Aviv’in stratejik önemi ile denk tutan İsrail’de Gazze’den çekilme kararı alan ‘Beyrut Kasabı’ şöhretine sahip Ariel Şaron’du.

Güney Lübnan’dan sonra Gazze’nin de İsrail işgalinden kurtarılması, direnişin bir slogan değil gerçekçi bir seçenek olduğunun somut delili olarak zikredildi.

Cemal Abdunnasır döneminde direniş tezi devletler düzeyinde güçlü, yerel örgütler düzeyinde zayıftı. 2000’den sonra ise tam tersi oldu: Devletler düzeyinde İran ve Suriye’den başka destekçisi olmayan direniş örgütleri askeri alanda belirleyici, siyasi alanda da ise iktidar olmuştu.

İsrail’in 2006’da Lübnan’da ikinci yenilgisini yaşaması, 2009’da tüm askeri üstünlüğüne rağmen Gazze’ye girememesi ve İran ile Suriye’nin bölgesel nüfuzunun artması, İsrail’e Kudüs’ten vazgeçen ve Filistinli mültecilerin dönüş hakkından feragat eden bir plan sunulmasına imkan vermemişti.

Suriye harabe, İran düşman, Hizbullah ve Hamas terörist; İsrail ise müttefik

ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, ikinci bir Balfour deklarasyonu olarak nitelendiriliyor. ABD Kongresi’nin 1995’te aldığı bir karara dayanıyor olması, bunun Donald Trump’ın kişisel kararı değil, zamanlama hassasiyeti ile alınmış bir devlet kararı olduğunu gösteriyor.

Bu kararın tam da Balfour deklarasyonunun 100. yıldönümünde uygulamaya konmasının özel bir anlamı var mıdır bilinmez; ama 1995’ten beri uygulanmayan bir kararın 2017’de uygulamaya konmasının bölgesel şartlardan bağımsız olmadığı son derece açık.

Zira 2017’de Trump hükümetinin sahip olup da 11 Eylül atmosferi içinde iktidar olan ‘Yeni Muhafazakar’ George W. Bush hükümetinin sahip olmadığı şey İsrail sempatisi değil, bölgesel şartlardı.

Amerika’nın 2003’te Irak’taki Baas partisi yönetimini devirmesine karşı çıkan bölge ülkeleri, 2011’den 2017’ye kadar Amerika’ya Suriye’deki Baas partisi yönetimini devirmesi için yalvardı.

Bush’un Büyük Ortadoğu Projesi’ne sınırları değiştirilmiş ülke haritalarını göstererek tepki gösteren bölge halkları, bu ülkeleri fiziksel olarak bölen ‘Arap Baharı’nın ‘aktivisti’ ya da silahlı militanı oldu.

1948’den beri İsrail’e karşı cihadı ağzına almayan ulema, Suriye için seferber oldu. En ‘ılımlıları’, ‘’Eğer bunların arasında mazlum birisi varsa Cenabı Allah onu savunacak. Onun hakkını alacak.’’[3] diyerek Suriye’de sivillerin de öldürülebileceğine dair fetva verdi.

1948’den bu yana İsrail’e karşı Filistin Dostları Grubu kurmayı akledemeyen bölge ülkeleri, üç hafta içinde Filistin direnişini destekleyen Şam’a karşı Suriye Dostları Grubu kurdu.

Filistin-İsrail sorununda siyasi çözümü savunan bölge ülkeleri, Suriye’deki silahlı gruplara milyarlarca dolarlık silah verdi.

En krizli dönemlerde bile İsrail’le ticareti tam gaz devam eden,[4] karşıtlığı söylemden ibaret olan,[5] Gazze için ölmekten bahsettiği gün,[6] İskenderun’dan Hayfa’ya ticari gemi seferleri başlatan[7] bölge ülkeleri Suriye’yi savunduğu için Hizbullah’ı ‘Hizbu’ş- Şeytan’ diye niteledi. Hamas’ı İsrail’i tanımaya ikna etmeye çalıştı.[8]    

Bölgenin süper güç heveslisi liderleri sonunda hedeflerine ulaştı, bölge dışından müttefikleriyle Libya’yı, Suriye’yi, Irak’ı ve Yemen’i harabeye çevirdi.     

İsrail’le ilişkilerini normalleştirme yarışına giren bölge ülkeleri; İran’ı ortak düşman, Hizbullah’ı ve Hamas’ı terör örgütü ilan etti. İran’a karşı İsrail’in de yer aldığı Ortadoğu NATO’su kurması için Amerika’ya milyarlarca dolar rüşvet verdi.[9]

İşte Trump döneminde olup da Bush döneminde olmayan şartlar bunlardı ve bu bölgesel şartlar sebebiyle Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmek Bush’a değil Trump’a nasip olmuştu.

ABD’nin Kudüs’ü İsrail başkenti ilan etme kararına en sert tepkiyi vermekle övünenlerin tepkisi, ‘’Bir kere, yaptırıma biz karşıyız Türkiye olarak’’ ve ‘’ABD’nin Yanlıştan Dönmesini Bekleyeceğiz’’[10] şeklinde.

Trump, ‘Doğu Kudüs’ vurgusuyla zımnen Kudüs’ün batısını İsrail’e hediye edenleri gördükçe çok eğleniyor olmalı.



[1] Paul Findley, Deliberate Deceptions, 6. bölüm

[2] Paul Findley, Deliberate Deceptions, 6. bölüm

[3] Time Türk, 22 Aralık 2012. Kardavi: Esad'a destek veren herkesle savaşın!  https://www.timeturk.com/tr/2012/12/22/kardavi-esad-a-destek-veren-herkesle-savasin.html

[4] Karel Valansi, Şalom, 4 Şubat 2015. Türkiye-İsrail ticareti tam gaz devam ediyor http://www.salom.com.tr/haber-93974-turkiyeIsrail_ticareti_tam_gaz_devam_ediyor.html   

[5] YDH. 13 Aralık 2017. İsrail: Söylemlere rağmen, Türkiye ile ilişkilerimizde sorun yok http://www.ydh.com.tr/HD15503_israil--soylemlere-ragmen-turkiye-ile-iliskilerimizde-sorun-yok.html

[6] CNN Türk. 20 Kasım 2012. "Öleceksek adam gibi ölelim" http://www.cnnturk.com/2012/guncel/11/20/oleceksek.adam.gibi.olelim/685371.0/

[7] Vatan. 20 Kasım 2012. Hatay İsrail'e bağlandı! http://www.gazetevatan.com/hatay-israil-e-baglandi--494122-ekonomi/

[8] AA. 12 Ocak 2015. Hamas İsrail devletini tanıyacaktı. http://www.aa.com.tr/tr/haberler/448716--dunyada-terorle-mucadelede-kararlilik-yok

[9] YDH. 22 Mayıs 2017. 350 milyar dolarlık hayal ticareti Ortadoğu NATO’su http://www.ydh.com.tr/YD529_350-milyar-dolarlik-hayal-ticareti-ortadogu-natosu-.html

[10] Dışişleri Bakanlığı sitesi. Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu’nun NTV Kanalına Verdiği Özel Röportaj, 12 Aralık 2017  http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-ntv-kanalina-verdigi-roportaj.tr.mfa