Atlantik Ötesi İlişkiler Hala Stratejik

İki kutuplu dünya sistemi içerisinde ortak tehdit ve güvenlik algılarına sahip ABD ve Avrupa ilişkilerinin Soğuk Savaş sonrası dönemde farklılaşmaya başlayacağı öngörülüyordu.

İki kutuplu dünya sistemi içerisinde ortak tehdit ve güvenlik algılarına sahip ABD ve Avrupa ilişkilerinin Soğuk Savaş sonrası dönemde farklılaşmaya başlayacağı öngörülüyordu. Peki, acaba öngörülen bu farklılaşma, stratejik boyutta bir farklılaşmaya gidebilir miydi yahut Atlantik’in iki yakası arasındaki halkların bu farklılaşmaya veri kabul edilen konulardaki görüşleri ne ölçüde birbirinden uzaktı?

 

Atlantik’in iki yakası arasındaki ilişkilerin fay hatları şu temel başlıklar atlında gündeme getirildi:

1- NATO’nun genişlemesi

2- Uluslar arası kurumların güçlendirilmesi

3- Askeri güç mü, ekonomik güç mü?

4- Tehdit algılaması

5- Çeşitli durumlarda askeri birliklerin kullanımına destek

6- Terörizmle savaş önlemlerine destek

7- Irak’a karşı kuvvet kullanımı konusundaki görüşler

8- Filistin’in devlet olması konusundaki görüşler

 

Chicago Dış İlişkiler Konseyi ve Almanya’daki ABD Marshall Fonu yukarıdaki konular üzerinde altı Avrupa ülkesi ile ABD’de geniş çaplı kamuoyu yoklamaları yaptı ve çalışmalarını 2002’de yayınladı.[1]

 

Yukarıda sıralanan başlıkların görüş sahiplerini belli bir yöne manipüle edip etmediği kuşkusuz kendi başına değerlendirilmesi gereken bir konu; ama verili durumu esas kabul ederek ortaya konan başlıkları ve araştırma sonuçlarını analiz ettiğimizde Atlantik’in iki yakası arasındaki ilişkilerin stratejik bir farklılaşmaya yönelmediğini görüyoruz.

 

NATO’nun genişlemesi

Yıkılan Sovyetler Birliği’nin Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlar’da bıraktığı boşluk, AB genişleme süreci, Rusya ve Çin’in Soğuk Savaş sonrası dönemde küresel güç rolü oynama isteği ve ABD’nin tek kutuplu dünya tasarımı, Atlantik’in iki yakası arasındaki ilişkileri etkilemeye aday değişkenler oldu.

 

Soğuk Savaş döneminde, kendisine Varşova Paktı’nı dengelemeye dönük bir rol atfedilen NATO’nun Soğuk Savaş’tan sonraki rolünün niteliği ve genişleme sınırları, ABD ile AB arasındaki önemli tartışmalardan biri haline geldi.

 

Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan Avrupa Birliği’ne geçiş süreci, kendine özgü bir güvenlik ve savunma algısını beraberinde getirmiş ve adına Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği denen “AB ordusu” kavramını gündeme getirmişti.

 

Soğuk Savaş döneminde NATO, “dış tehdide” göre konumlandırılmış bir askeri güçtü ve Sovyetlerin çöküşüyle Balkanlarda oluşan boşluktan kaynaklanan güvenlik ve istikrar sorunu, Avrupa’yı bir Güvenlik ve Savunma Kimliği’ne zorlamaktaydı.

 

Binaenaleyh, AB’nin Doğu Avrupa ve Balkanları içine alacak şekilde bir genişleme süreci başlatması ve NATO içerisinde de genişleme sürecinin gündeme gelmesi, hem Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’ni hem de NATO’yu roller ve sınırlar bakımından tartışma konuları haline getiriyordu. Peki NATO’nun genişlemesi ve buna ilişkin sınır konusunda Atlantik’in iki yakası arasındaki görüş farklılığının boyutu ne?

 

Araştırma sonuçlarına göre: Baltık Ülkelerinin NATO’ya katılmasını Avrupa’da destekleyenler: Yüzde 61; ABD’de yüzde 52.

 

Rusya’nın katılımını destekleyenler: Avrupa’da yüzde 60; ABD’de yüzde 68. Slovakya’nın katılımını destekleyenler: Avrupa’da yüzde 57; ABD’de yüzde 53. Slovenya’nın katılımını destekleyenler: Avrupa’da yüzde 56; ABD’de yüzde 52. Bulgaristan’ın katılımını destekleyenler: Avrupa’da yüzde 55; ABD’de yüzde 50. Romanya’nın katılımını destekleyenler: Avrupa’da yüzde 53; ABD’de yüzde 56.

 

Bu veriler ışığında Rusya ve Romanya’nın katılımı konusunda ABD’nin Avrupa’ya oranla verdiği desteğin büyüklüğü dikkat çekici olmakla birlikte iki taraf arasında NATO’nun genişlemesi konusunda ciddi bir görüş ayrılığı bulunmadığı söylenebilir.

 

 

Uluslar arası kurumların güçlendirilmesi

Rolleri ve yetki sınırları iki kutuplu dünya sisteminin kendine özgü dengeleri içinde şekillenen uluslar arası kurumların Soğuk Savaş’tan sonra ne yönde bir başkalaşım içine gireceği de Atlantik’in iki yakası arasındaki ilişkilerin önemli konularından biri olmuştu.

 

ABD’nin tartışmasız askeri ve siyasi üstünlüğü, Soğuk Savaş sonrası için açıkça telaffuz ettiği “Yeni Dünya Düzeni” tasarımı ve buna ilişkin bir yöntem olarak ortaya koyduğu “tek taraflılık”, uluslar arası kurumların rollerini ve yetkilerini de tartışmaya açıyordu.

 

Örneğin BM Güvenlik Konseyi veya BM Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı gibi uluslar arası kurumlar, kuruluş amaçları, karar süreçleri ve geleneksel rolleriyle, ABD tek taraflılığına rağmen nasıl tarafsız ve saygın birer uluslar arası kurum olarak korunabilecekti?

 

ABD tek taraflılığının uluslar arası kurumların varlığına ve işlevine yönelik tehditlerinin, tüm dünyada endişe yarattığı söylenebilir. Örneğin BM’nin kökten ortadan kaldırılması gerektiğini savunan John Bulton, Washington tarafından ABD’nin Birleşmiş Milletler temsilcisi olarak atandı. Atom Enerjisi Ajansı Yöneticiler Konseyi’nde Libya’nın yer almasından dolayı kurumda uygulanan rotasyon sistemi, ABD karar süreçlerinde etkin rol oynayan Robert Kagan gibi isimler tarafından Ajans’ın varlığını tartışmaya açacak şekilde sorgulandı. Yine ABD’de tek taraflılık şiarının bayraktarı olan Yeni Muhafazakârların en etkin isimlerinden biri durumundaki Paul Wolfovitz, Dünya Bankası başkanlığına getirildi.

 

ABD tek taraflılığına özgü, “şer ekseni ülkeler” ve “önleyici vuruş” gibi kavramların, Soğuk Savaş sonrası dönem için adil ve barışçı bir dünya sisteminin kuruluşuna işaret etmediği ortadaydı ve bu söyleme dayalı politikalar da Uluslar arası kurumların tarafsızlığını ve saygınlığını açıkça gölgelemeye yetmişti.

 

Irak Savaşı BM Güvenlik Konseyi iradesine ve ABD’nin geleneksel müttefiklerinin muhalefetine rağmen gerçekleştirildi. NPT ve Ek protokol yükümlülüklerini yerine getiren ve Atom Enerjisi Ajansı ile işbirliğini sürdüren İran’ın nükleer programı, teknik ve hukuki dayanağı olmayan ayrımcı politikalarla engellenmek istendi. Dünya Ticaret Örgütü üyeliği, Rusya ve İran örneklerinde gözlemlendiği üzere aday ülkelere şantaj ve baskı aracı kılındı. Bunlar, son birkaç sene içerisinde BM Güvenlik Konseyi ve Atom Enerjisi Ajansı gibi uluslar arası kurumların “tarafsızlığını” ve “saygınlığını” gölgeleyen örnekler oldu.

 

Soğuk Savaş döneminde güçlülerin çıkarlarını korumaya dönük olarak şekillendirilen söz konusu uluslar arası kurumlar, öteden beri zayıfların derdine derman olmuyordu; fakat görünen o ki bu kurumlar artık yeni süreçte yegâne güç peşinde olanın ihtiyaçlarına da cevap vermiyor.

 

“Uluslar arası kurumların güçlendirilmesi” önerisinin bizatihi kendisi kadar bundan neyin anlaşılması gerektiği de önem arz etmekle birlikte “güçlendirilecek uluslar arası kurumların” seçimi ve ortaya koyduğu sonuçlar da dikkate değer.

 

Araştırmaya göre BM’nin güçlendirilmesine Avrupa’da yüzde 75; ABD’de yüzde 77 destek var. NATO için bu destek Avrupa’da yüzde 63; ABD’de yüzde 61. Dünya Ticaret Örgütü için Avrupa’da yüzde 59; ABD’de yüzde 63. IMF için Avrupa’da yüzde 53; ABD’de yüzde 42. Dünya Bankası için Avrupa’da yüzde 53; ABD’de 49.

 

Askeri güç mü ekonomik güç mü?

Bir ülkenin genel gücünü ve dünya üzerindeki nüfuzunu belirleyen etkenin ekonomik güç mü askeri güç mü olduğu konusunda verilen cevaplar Atlantik’in iki yakasındaki bakış açısı paralelliğine işaret ediyor.

 

Avrupalıların yüzde 84’ü ekonomik gücü; yüzde 12’si ise askeri gücü önemli görürken, ABD’lilerin yüzde 66’sı ekonomik, yüzde 27’si de askeri gücü önemli görüyor. Binaenaleyh, askeri güç konusunda ABD ile Avrupa arasındaki bu farkın söz konusu taraflar arasındaki savunma sanayi bütçesi dengesizliğinden kaynaklandığı söylenebilir.  

 

Tehdit algısı

Soğuk Savaş döneminde aynı tehdit algısına sahip olan Avrupa ve ABD, Soğuk Savaş sonrasında tehdit algısı itibariyle farklı kesitler sergiliyor. Fakat söz konusu veriler ışığında ortaya çıkan sonuç, Atlantik’in iki yakası arasındaki tehdit algısının stratejik müttefiklik ilişkisine zarar verici olmadığını gösteriyor. Araştırmaya göre iki taraftaki tehdit algısı şöyle bir tablo oluşturuyor:

 

Uluslar arası terörizm: Avrupa’da yüzde 64; ABD’de yüzde 91

Irak’ın kitle imha silahı üretmesi: Avrupa’da yüzde 57; ABD’de 86

Küresel ısınma: Avrupa’da yüzde 49; ABD’de yüzde 46

Radikal İslamcılık: Avrupa’da yüzde 47; ABD’de yüzde 61

İsrail-Arap ülkeleri çatışması: Avrupa’da yüzde 42; ABD’de yüzde 67

Hindistan Pakistan gerginliği: Avrupa’da yüzde 30; ABD’de yüzde 54

Ülkenize yüksek sayıda göçmen gelmesi: Avrupa’da yüzde 37; ABD’de yüzde 60

Küreselleşme: Avrupa’da yüzde 20; ABD’de yüzde 29

Çin’in küresel güç olması: Avrupa’da yüzde 18; ABD’de yüzde 56

ABD ile rekabet (Avrupa açısından) yüzde 18; Avrupa ile rekabet (ABD açısından) yüzde 13.

Rusya’daki politik çalkantılar: Avrupa’da yüzde 14; ABD’de yüzde 27

 

Yazının hacmini arttırmamak için “çeşitli durumlarda askeri birliklerin kullanımına destek” ve “terörizmle savaş önlemlerine destek” konularında iki taraf arasında birbirine çok yakın sonuçların bulunduğunu belirtmekle yetinelim.

 

Irak’a karşı kuvvet kullanımı ve Filistin’in devlet olması

İki taraf arasında tehdit algısı ve terörizmle savaş konularında var olan paralellikler dikkate alındığında Ortadoğu’yla ilgili bu iki konu başlığında da paralelliğin bulunacağını kestirmek güç olmasa gerek.

 

Bununla birlikte, Irak Savaşı öncesi BM Güvenlik Konseyi’nde Almanya ve Fransa ile ABD arasında yaşanan gerginlikler, o dönemde çoğu kimseye Atlantik’in iki yakası arasında ciddi bir görüş ayrılığının bulunduğunu düşündürtmüştü. Ama araştırma sonuçları iki geleneksel müttefikin kamuoylarının bu konuda da aslında çok ciddi bir görüş ayrılığı içerisinde bulunmadığına işaret ediyor.

 

Yapılan araştırmaya göre Avrupa’da, “ABD Irak’ı işgal etmemeli” diyenler yüzde 26; “ABD tek başına bile olsa işgal etmeli” diyenler yüzde 10; “BM onayı ve müttefiklerinin izni olursa işgal etmeli” diyenler yüzde 60; “bilmiyorum” diyenler yüzde 4.

 

ABD’de ise, “ABD Irak’ı işgal etmemeli” diyenler yüzde 13; “ABD tek başına bile olsa işgal etmeli” diyenler yüzde 20; “BM onayı ve müttefiklerinin izni olursa işgal etmeli” diyenler yüzde 65; “bilmiyorum” diyenler yüzde 2.

 

“Filistin’in devlet olması” konusunda iki tarafın kamuoylarının görüşlerinin de hükümetlerinin buraya dönük politikalarını yansıtır biçimde olduğu söylenebilir. Avrupa’da Filistin devletinin kurulmasının aleyhinde olanlar, yüzde 14; lehinde olanlar yüzde 72; “bilmiyorum” diyenler yüzde 14.

 

ABD’de ise Filistin devletinin kurulmasının aleyhinde olanlar, yüzde 35; lehinde olanlar yüzde 40; “bilmiyorum” diyenler yüzde 25.

 

Sonuç

Elbette bu araştırmaya konu edilen hususlar ve bunların içinin dolduruluş biçimi, verili bir yargının sağlamasını yapmaya dönük çabalar olarak da görülebilir. Bununla birlikte bunun böyle olabileceğine ilişkin elde nesnel bir verinin mevcut olmadığını itiraf etmeliyiz.

 

11 Eylül sonrasında tanık olunan ABD tek taraflılığının uluslar arası kurumları itibarsızlaştırdığı ve bu itibarsızlaşmanın dolaylı bir biçimde ABD’nin Atlantik ötesindeki müttefiklerini de edilgileştirdiği söylenebilir. Ama bu çelişki; ortak tarih, medeniyet, ekonomik ve toplumsal paradigma ve evren tasavvuruna sahip iki tarafı, karşıt stratejik kutuplar haline getirecek büyüklükte gözükmemektedir.

 

Söz konusu araştırma sonuçları yönlendirici kabul edilse bile Atlantik’in iki yakası arasındaki ilişkilerin özellikle Ortadoğu konusunda sergilediği ortak stratejik tutum gözden uzak tutulamayacak kadar belirgin gözüküyor.

 

Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılmasını öngören BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararı ABD ve Fransa’nın ortak çabasıyla çıkarıldı. Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un devrilmesi ve Hizbullah’ın silahsızlandırılması 1559 sayılı kararın ikinci adımı olarak uygulamaya sokulmak isteniyor. Demokratik niteliği konusunda hiçbir eleştiri getirilememesine rağmen HAMAS’ın seçim zaferi karşısında ABD ve AB aynı politikayı izliyor. Teknik ve hukuki haklılığına rağmen İran’ın nükleer programını engelleme yönündeki ABD politikasına Almanya, Fransa ve İngiltere’den oluşan Avrupa üçlüsü en büyük desteği veriyor.

 

Tüm söylem ve taktik farklılığına rağmen yukarıdaki üç örnekte de görüleceği üzere ABD ve Avrupa arasındaki ilişkiler stratejik niteliğini koruyor. Yukarıda söz konusu edilen araştırma ise bu stratejik ortaklığın resmi düzeyin de ötesine geçerek halkları da kuşatan bir derinliğe sahip olduğunu gösteriyor.

[email protected]

 

Bu yazı Haberajanda dergisinin mayıs sayısı için yazıldı.

 


[1]- http://www.worldviews.org/