Bilişsel sömürgecilik: Kendi kaderini tayine karşı

img
Bilişsel sömürgecilik: Kendi kaderini tayine karşı YDH

“Emperyalizmin kendi çıkarları dışında bir yasası yoktur.” —Kwame Nkrumah




YDH- El-Ahbar gazetesinden Ali Aşur, Filistin direnişini kriminalize eden söylemlere karşı teorik ve politik bir karşı duruş geliştiren ve aynı zamanda hegemonik sistemin çifte standardını ve sömürgeci hukukunu ifşa eden yazısında, kendi kaderini tayin hakkı kavramının Filistin meselesi bağlamında nasıl araçsallaştırıldığını, çarpıtıldığını ve sömürgeci sistemin çıkarları doğrultusunda nasıl sınırlandırıldığını işliyor. Direnişin yalnızca fiziksel değil, kavramsal ve entelektüel bir boyutu olduğuna dikkat çeken Aşur, oryantalist indirgemeciliği ve Siyonist hareketin kendi kaderini tayin hakkını yalnızca kendisi için talep etmesini eleştirirken FKÖ içindeki işbirlikçi figürlere ve Oslo Anlaşmaları’na da eleştiri getiriyor. Aşur'a göre, kendi kaderini tayin hakkı, yalnızca uluslararası hukukun çizdiği sınırlar içinde bir siyasi talep değil; bir halkın varoluşsal mücadelesinin, tarihsel belleğinin ve gelecek tahayyülünün somutlaştığı bir özgürlük alanıdır. Bu hak, yerleşimci-sömürgeci sistemin tanıdığı ölçüde meşru değil, o sistemin dışına çıkıldığı ölçüde anlamlıdır; sömürgeciliğe karşı bir özgürlük manifestosudur ve yalnızca Filistin’in değil, tüm mazlum halkların ortak sesi olmalıdır.

Epistemolojik sömürgecilik, Avrupa-merkezli bir bakış açısının bilgi sistemlerine ve etik anlayışına dünya genelinde zorla hâkim kılınması süreci olarak tanımlanır. Bu süreç, beş yüzyıl boyunca üretim araçları, yönetim biçimleri ve toplumsal sözleşme sistemleri üzerinde kurulan egemenlikle şekillenmiş, küresel ölçekte bir sömürge düzeni inşa etmiştir. Sonuç olarak, merkezi bir sisteme tabi kılınan tekil bir insan perspektifi dayatılmıştır; bu perspektifin dışında kalan sömürgeleştirilmiş kişi, kendi kaderini görme yetisini yitirir: Kendi kaderini tayin etme iradesiyle, sistemin kendi kaderi arasındaki bağ kopar.

Joseph Massad, Kendi Kaderini Tayine Karşı adlı çalışmasında, "kendi kaderini tayin" kavramının ve hakkının ortaya çıkışıyla gelişimini, aynı zamanda bu kavramın bağımsızlık ve özgürleşme düşünceleriyle ilişkisini takip eder. Massad, “bağımsızlık” kavramının siyasi anlamda ilk olarak, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya ve Kanada gibi beyaz yerleşimci kolonilerin İngiliz yönetiminden ayrılarak bağımsızlıklarını kazanmaları sürecinde belirdiğini belirtir. Bu kavram, daha sonra Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile Avrupa sömürge imparatorluklarının çöküşünü takip eden dönemde yeni devletlerin kurulması sürecinde baskın hale gelmiştir.

Öte yandan, “kurtuluş” kavramı ise, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazizm’e karşı savaşan Avrupalı direniş hareketleriyle ve Asya ile Afrika’da Avrupa sömürgeciliğine karşı mücadele eden halk hareketleriyle ilişkilendirilmiştir.

“Halkların kendi kaderini tayin hakkı” kavramı ise 1860’lı yıllarda ortaya çıkmış, Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından o dönemde yükselmekte olan Avrupa milliyetçi hareketlerini tanımlamak amacıyla kullanılmıştır.

Massad, Vladimir Lenin’in Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı başlıklı ünlü makalesinde ortaya koyduğu, Rosa Luxemburg’un görüşlerine karşı geliştirdiği “kendi kaderini tayin” kavramına odaklanır. Luxemburg, milliyetçiliğin ekonomik bağımsızlığı sağlayamayacağını ve işçi sınıfına toplumsal statü kazandıramayacağını savunurken; Lenin, buna karşı çıkar. Ona göre ulus-devlet, mevcut kapitalist sistemin bir standardıdır ve tarihsel-ekonomik bir çerçevede, halkların perspektifini temsil eden devlet yapıları olmaksızın “kendi kaderini tayin hakkı” anlamsızdır.

Lenin ayrıca, egemen sömürgeci güçler ile ezilen halklar arasında net bir ayrım yapmanın önemini vurgular. “Halkların kendi kaderini tayin hakkını” tarihsel materyalizmin dinamikleri ve güç ilişkilerinin çelişkileri göz ardı edilerek, genel ve soyut bir kavramsal düzlemde ele almak, onun yaklaşımıyla bağdaşmaz.

1920 yılında Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıyla birlikte, örgüt, dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın bu kavrama yönelik yorumunu resmen benimsedi. Wilson, Leninist anlamından saptırdığı bu hakkı, halkların kendi kaderini tayin etmesini hukuki bir “hak” olmaktan çıkarıp evrensel ve insani bir “ilke”ye dönüştürdü. Bu dönüşümle birlikte kavram, yalnızca I. Dünya Savaşı’ndan galip çıkan sömürgeci devletlerin kontrolünde kullanılabilecek bir ayrıcalık haline geldi.

Böylece Wilson, kendi kaderini tayin hakkını sömürgecilerin elinde bir imtiyaza, sömürgeleştirilenler içinse ulaşılması mümkün olmayan bir hayale dönüştürerek Batı emperyalizminin gerçek doğasını açığa çıkardı; hukukun, ekonomik çıkarların üzerinde olmadığını gösterdi.

Adom Getachew, İmparatorluk Sonrası Dünyayı Yaratmak: Kendi Kaderini Tayin Hakkının Yükselişi ve Düşüşü adlı eserinde, Milletler Cemiyeti’nin Wilsoncı tanımı benimsemesinin yalnızca Güney halkları üzerindeki sömürgeci tahakkümün devamını sağlamakla kalmadığını, aynı zamanda Avrupa'nın bilişsel yapısını ve ırkçı hiyerarşisini pekiştiren kurumsal bir mekanizmaya dönüştüğünü belirtir. Bu mekanizma, ezilen ve sömürgeleştirilen halkların tabiiyetini tarihin “doğal akışı” gibi sunarak tüm muhalefeti “evrensel yasa” adına bastırmayı meşrulaştırmıştır.

Leninist anlamdaki kendi kaderini tayin kavramı, 1960 yılında Birleşmiş Milletler’in sömürgeleştirilmiş halkların bu hakkını tanıyan 1514 sayılı kararının kabulüne kadar, uzun süre gündeme gelmedi. Ancak bu dönüş, yine de Avrupa-merkezcilik ve Amerikan emperyalizminin hegemonik sınırları içinde gerçekleşti.

Siyonist hareket ise, I. Dünya Savaşı’ndan bu yana, Avrupa sömürgeciliği çerçevesinde bu hakkın sınırlandırılmasını kendi lehine kullanarak Filistin’deki yerleşimci-sömürgeci projesini ilerletmiştir. Yalnızca Yahudi Siyonistler, Yahudi halkının kendi kaderini tayin hakkı bahanesiyle, İngiliz Mandası yönetimi altında Filistin’de silah taşıma ve milis örgütleme hakkına sahipti.

Winston Churchill, 1942 yılında ABD Başkanı Roosevelt’e yazdığı bir mektupta Siyonist projeye desteğini açıkça belirtmiş ve Filistin’deki Arapların bu hakkın dışında tutulduğunu vurgulamıştır.

Tıpkı Aksa Tufanı Savaşı’nın sömürgeci sisteme karşı bir reddiye olarak ortaya çıkması gibi, cephelerin birleşmesi de Oryantalist indirgemeciliğin dar kalıplarını kırmış; kavramların genişlemesi ve durağan kimliklerin hareket kazanmasıyla tarihsel çelişkilerin alanını genişletmiştir. Ancak Filistinlilerin en büyük felaketi, 1993 Oslo Anlaşmalarıyla gelmiştir.

Bu anlaşmalarda ne Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkına ne de Filistin’in kurtuluş projesine yer verilmiştir. Aksine, sömürgecinin Filistin topraklarını işgaline meşruiyet kazandırılmış; silahlı direniş hakkı suç sayılmış ve işgalci yapı işlediği suçlardan yasal zeminde aklanmıştır.

FKÖ’nün “simsarları” tarafından savunulan “barışçıl mücadele” sloganı, aynı şirketin hem sattığı hem de satın aldığı ucuz bir propaganda ürününden ibarettir.

Joseph Massad, çalışmasında Camp David ve Oslo Anlaşmalarının ardından Filistin davasının seyrinde yaşanan değişimlerin yalnızca Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını zedelemekle kalmadığını, aynı zamanda bu hakkı geçersizleştirip kriminalize etmeye hizmet ettiğini vurgulamaktadır. Bu durum, yerleşimci-sömürge yönetimi altında yaşayan tüm yerli halklar için geçerlidir.

Massad, kendi kaderini tayin hakkının, yerleşimci-sömürgeci yönetimden “kurtuluş” ve “bağımsızlık” gibi ulusal hedeflerin düşmanı olduğunu ve öyle kalmaya devam ettiğini belirtmektedir.

Oslo Anlaşmaları'nı, Filistin topraklarının sömürgecilere devrini teyit eden ve Batılı hegemonik sistemin Birleşmiş Milletler tarafından tanınan yasal çerçeveler dâhilinde kurtuluş hareketlerini ortadan kaldırma hedefini pekiştiren 2002 Arap Barış Girişimi takip etmiştir. Bu girişimde ne Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkından ne de uluslararası hukuk çerçevesindeki meşru haklarından söz edilmektedir.

Girişim, “barış için toprak” ilkesine atıfta bulunmakta ve sömürgeci tarafa, “4 Haziran 1967’den bu yana işgal altında tuttuğu Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız ve egemen bir Filistin devleti kurulmasını” kabul etmesi çağrısında bulunmaktadır. Bir başka deyişle, Arap Birliği, FKÖ’nün Oslo’da başlattığı süreci tamamlamaya çalışarak, Filistin halkının kaderini belirleme yetkisini sömürgeciye devretmiştir.

Ne var ki, Arap Barış Girişimi ve Oslo sürecinin devamından önce, Mayıs 2000’de Güney Lübnan’ın özgürleştirilmesi, otantik bir Arap direnişi biçimiyle kendi kaderini tayin hakkının özünü oluşturmuş; bu çizgi, Temmuz 2006 zaferinde teslimiyeti reddeden, özgürleşme temeline dayanan yeni bir kimliğin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda Temmuz Zaferi, Arap birliği fikrini yeniden canlandırdığı, Arap ve İslam halkları arasında umut kıvılcımı yaktığı ve “yenilmez ordu” mitini yerle bir ettiği için hegemonik sisteme doğrudan bir tehdit olarak değerlendirilmiştir.

Gazze, Mayıs 2021’de “Kudüs’ün Kılıcı” adına büyük bir “hayır” dedi ve 15 yıllık kuşatma ile üç savaşın ardından işgali reddetme hakkını tüm dünyaya ilan etti. On bir gün süren savaş, yalnızca işgalin acımasızlığına değil, aynı zamanda Filistin halkının çektiği acılara karşı sessiz kalan hükümetlerin ve devletlerin suç ortaklığına da açık bir meydan okumaydı. Bu yüzden işgalci varlık açısından ağır bir darbeydi.

7 Ekim 2023’te ise, sömürgecilerin kendi kaderini tayin hakkını reddeden, Leninist çağrışımları uç noktalara taşıyan ve Filistin-Gazze bağlamında yeni anlamlar ve tanıklıklar yüklenen ilk Filistin savaşı başladı. Hemen ertesi gün, Cebel Amel halkı coğrafi sınırların dayattığı normları reddederek ortak bir kadere bağlı olduklarını ilan etti. Yemenlilerin evcilleştirilemeyen öfkesi ise Kızıldeniz’i aşarak sürüp gitti.

Gazze, Güney Lübnan ve Yemen halkları, sömürgeci sistemin dayattığı normlara ve bu sistemin takipçilerinin yazdığı hukuka karşı, kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyordu. Artık Arap cephelerini birleştirme arzusu, yalnızca sistemin ve yasalarının ihlalini değil, bunların tamamen dışında bir özgürleşme fikrini içeriyordu.

Ancak bu süreçte hükümetler, insan hakları ve medya kurumları ile kitleler, “Aksa Tufanı”nı kınamakta birleşti.

Siyonist gruplar, Filistinlileri ve onların destekçilerini “terörist”, “suçlu” ve “antisemit” olarak damgalama çabasını sürdürdü. 7 Ekim’i 9 Kasım’la ilişkilendirmek, Arap/Müslüman kimliğini “vahşi terörist” olarak sunan modern Oryantalist imgeyi yeniden üretmek anlamına geliyordu.

Bu söylem, İsrail Savaş Bakanı’nın savaşın ilk günlerinde sarf ettiği “insan hayvanlarla savaşıyoruz” sözlerinin yankısıydı. Batılı açıklamalar ve yorumlar da bu indirgemeci Oryantalist perspektifle şekillenmişti.

Faslı düşünür Dr. Muhammed el-Mazuz’un gazeteci Adnan Yasin ile yaptığı söyleşide dile getirdiği gibi:

“Filistin meselesi entelektüel ve bilişsel bir meseledir; çünkü ne yalnızca toprakla ne de kimlikle sınırlıdır. Filistin meselesi, Oryantalistlerin –Renan’dan bu yana ve hatta ondan önce– saldırdığı Arap ve İslam kültürünün tüm düşünsel mirasını da kapsayan bir meseledir.”

Nasıl ki Aksa Tufanı Savaşı sömürgeci sistemi reddediyorsa, cephelerin birliği de Oryantalist indirgemeciliğin kabuğunu kırmıştır. Uzun süre yalnızca hukuki söylemlere ve duygusal tepkilere sıkıştırılan kendi kaderini tayin hakkı, artık kavramsal genişlemelerle, durağan kimliklerin hareketlenmesiyle ve şehir sokaklarının halk hareketleriyle işaretlenmesiyle tarihsel çelişkilerin yeni alanlara taşmasını mümkün kılmıştır.

Modern tarihin sayfaları artık yalnızca okunmak için değil, yazılmak için açılmıştır. Elbette herkesin “Aksa Tufanı” karşısında kendi pozisyonunu belirleme hakkı vardır; ancak bu hak, daima olayların akışının gerisinde kalacaktır.

Tüm kanlı kayıplara, devam eden soykırım ve etnik temizliğe rağmen, “tufan” bu kez önceden çizilmiş bir hakkın sınırlarını aşarak geldi. Bu kez sel geldi ama gemi yoktu.

Çeviri: YDH