"Paradoks şu ki İsrail saldırılarında kendisine yönelik herhangi bir tehdit veya eksiltme görmeyen aciz, suç ortağı ve tavizkâr taraf, egemenlik sloganını her zaman yükseltmiştir!"

YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Sadullah Mezraani, Lübnan'daki resmi makamların "silah tekeli" ve İsrail saldırganlığına karşı tutumunu ele alıyor. Lübnan yönetimlerinin tarihsel olarak ülkenin egemenliğini korumadaki yetersizliğini ve "Lübnan'ın gücü zayıflığındadır" gibi teorilerle Batı'ya bağımlılığını eleştiren yazar, İsrail işgaline ve yayılmacılığına karşı direnişin meşruiyetini ve başarılarını vurguluyor. Mezraani, Lübnan makamlarının teslimiyetçi politikalarının aksine, direnişin silahının Lübnan için tek caydırıcı güç olduğunu ifade ediyor.
Devletlerin kuruluşu ve istikrarının şartlarından biri de "ezici güce" sahip olmak ve şiddet tekelini elinde bulundurmaktır. Bu, meşru resmi makamların denetimi ve yönlendirmesi altında çalışan, bağımsız ve tarafsız bir yargı erki aracılığıyla ilgili yasaların uygulanmasını sağlayan, gerekli ve yetkin askeri ve güvenlik kurumlarının oluşturulmasını gerektirir. Bu kurumların görevi, içeride güvenliği sağlamak, ülke sınırlarını korumak ve dış tehditlere karşı egemenliğini ve yüksek çıkarlarını savunmaktır.
Bu tanım, tüm bu faktörlerin aynı zamanda iktidarın oluşumunda, inşasında ve politikalarının belirlenmesinde en etkili toplumsal kesimlerin çıkarlarına göre şekillenmesini, bir yandan varsayılan tarafsız rolüyle çelişmesini, diğer yandan da onu iç siyasi çatışmaların, anlaşmazlıkların veya sınıfsal ve toplumsal çelişkilerin bir tarafı haline getirmesini hiçbir zaman engellememiştir ve engellemeyecektir.
Lübnan'da resmi makamların "silah tekeli" meselesi, kısa olmayan bir süredir tekrarlanıyor. Bu durum, genel olarak İsrail saldırganlığına karşı tutum ve özel olarak da düşman İsrail'in Lübnan'ı hedef alması meselesiyle birleşti: 1948'de "Yedi Köy"ün işgali ve ilhakı, başta Hula olmak üzere Lübnan köylerinde korkunç katliamlar yapılması; egemenliğine ve topraklarına yönelik bir dizi saldırı ve bir kısmının işgaliyle 1982'de başkent Beyrut'a kadar ulaşılması; Filistin, Lübnan ve tüm Arap ülkelerinde Amerika ve İsrail'in ortak şartlarını dayatma projesinin mimarı olan Amerikalı "arabulucunun" gerekçelendirmesi, planlaması ve sonuçlandırma çabasıyla altı aydır süren sürekli saldırganlığa kadar uzandı.
Bu özet, nedenler ve sorumluluklar hakkında pek çok tartışmaya kapı aralasa da, sonuç değişmeyecektir: Yalnızca Lübnan'ın ve Lübnanlıların güvenliğini ve egemenliğini tehdit etmekle kalmayıp, aynı zamanda Birleşmiş Milletler kürsüsünden bile yayınladığı haritalarla açıkça ve küstahça Lübnan'ın varlığına kasteden, Suriye, Ürdün, Irak, Mısır ve Suudi Arabistan'ın bazı bölgelerini de ele geçirmeyi hedefleyen, pusuda bekleyen açgözlü bir düşman İsrail'in temsil ettiği tehlike ve meydan okuma ortadadır.
Sorunun nedeni, öyleyse, İsrail saldırganlığıdır; devam etmesinin ve ağırlaşmasının nedeni ise Lübnan makamlarının her aşamada, "kendi öz gücüyle", Lübnan'ın egemenliğini, bağımsızlığını, çıkarlarını ve toprak bütünlüğünü korumadaki, iç ve dış güvenliğini sağlamadaki acziyeti veya ihmalkârlığıdır.
Kuruluştan bu yana yönetici otoriteler, "Lübnan'ın gücü zayıflığındadır" ve sadece "Arapların yüzü" olduğu teorisini türetmişlerdir. İçerik olarak ise Batılı kimlik, sadakat ve himayeye sahiptir; zira Batı'nın dünyanın çoğunu yönettiği ve kontrol ettiği, "Lübnan formülünü" sadece içeride veya Arap ülkelerinde var olan bir tehlikeden koruyabileceği varsayılmıştır!
Siyonist varlığın Filistin'e yerleştirilmesi, ardından himaye edilmesi ve saldırganlık ve savaşlarla genişleme üssüne dönüşmesinin sağlanması, tüm bunlar söz konusu denklemi bozmuş ancak bu denklemi yönetenlerin, Lübnan'ın hedef alındığı ve Arap bölgesini kontrol etme, zenginliklerine ve kaderlerine hükmetme amaçlı büyük ve tehlikeli bir Siyonist ve Batılı projeye karşı bağımlılığı, katılmayı ve kayıtsızlığı kabul etmediği sürece asla "tarafsız" olamayacağı yönündeki tutum ve politikalarını değiştirmemiştir.
Kuruluşundan ve ilk zamanlarından beri Lübnan, Siyonist projeden en çok zarar görenlerden biri olmuştur. 1948'de Siyonist çetelerin katliam suçlarının dehşetinden kaçarak can güvenliği arayan veya zorla yerinden edilmiş on binlerce Filistinli aile Lübnan'a sığınmıştır.
Bu durum seksen yıldır devam etmektedir. Ve şimdi çifte bir aşamaya giren Siyonist faşizm nedeniyle daha büyük risklerle devam etmektedir: Birincisi, Filistin halkının haklarını terör, soykırım ve saldırganlık yoluyla tasfiye etme girişimi. İkincisi, haritalarını, yapılarını ve halklarının kaderlerini yeniden gözden geçirme sloganı altında hedef alma alanını genel olarak bölgeye genişletme girişimi.
Kuruluşundan bu yana büyük sömürgeci güçler, Siyonist projeyi desteklemekte ve onu her türlü saldırganlık, terör ve üstünlük araçlarıyla beslemekteydi ve hâlâ da öyledir. Bu sömürgeci güçlerin atadığı yerli yöneticiler, İsrail'in saldırgan ve yayılmacı projeleri karşısında her zaman sessiz veya suç ortağı olmuşlardır.
Buna karşı saflaşma, Arap dünyasında art arda iki akım —suç ortağı ve bağımlı bir akım ile ciddiyet, radikallik ve başarı açısından çeşitlilik gösteren farklı biçimlerde sürekli saldırganlığa karşı koymaya çalışan, reddeden özgürlükçü bir akım— ortaya çıkarmıştır.
Bu bağlamda, İsrail saldırılarının artması üzerine Lübnan'da, başından itibaren direniş ve kurtuluş hakkı açısından kesin bir meşruiyet kazanan bir direniş doğmuştur.
İktidar her zaman yetersiz, aciz ve bazen de suç ortağıydı; öyle ki saldırganlığının zirvesinde düşmanla ittifaklar kurma derecesine kadar varmıştır. Paradoks şu ki İsrail saldırılarında kendisine yönelik herhangi bir tehdit veya eksiltme görmeyen aciz, suç ortağı ve tavizkâr taraf, egemenlik sloganını her zaman yükseltmiştir! Ve her zaman, nüfuzunu ve iç savaşlarını desteklemek için onu çağırmaktan çekinmediği Batı himayesinden yararlanmıştır.
Bu durum, Washington'un desteklediği son saldırganlık kampanyasının ardından ortaya çıkan ve Lübnan üzerinde doğrudan vesayet projesi yürüten iktidar aracılığıyla şimdi de devam etmektedir.
Bu, düşman İsrail'in altı aydır "Düşmanca Faaliyetlerin Durdurulması" Anlaşması'nı ihlal ederek Lübnan'daki saldırgan yayılmasını sürdürdüğü bir ortamda gerçekleşmektedir. Bunu, direnişin tasfiyesi ve "silahsızlandırılması" şartını koşan ısrarlı Amerikan himayesi altında yapmaktadır.
Yeni iktidar ise bunu, savaş ve barış kararını geri alarak tercüme etmektedir ki bu, fiilen Lübnan'ın egemenliği, toprak bütünlüğü ve ulusal birliği pahasına düşmanla "İbrahim Anlaşmaları" normalleşme barışını hedefleyen bir çaba ve baskıların tercümesi ve başlangıcıdır.
Savaş ise, sömürgeci Batı'ya ve onun bölgedeki araçlarına sadakatten başka bir şey bilmeyen Lübnan'ın gedikli yöneticilerinin lügatinde hiçbir zaman yer almamıştır.
Geriye tek soru kalıyor: Vicdanımıza kulak versek ve iktidardakilerden bazılarının işgalci İsrail'i Lübnan'dan çıkarmak için çabaladığını varsaysak, düşmanla Lübnan'da ve her yerde yaşanan tüm deneyimler ışığında, bu durum, Lübnanlı müzakerecinin elindeki tek güç ve denge unsuru olan direnişin silahından vazgeçmemeyi gerektirmez mi?!
Uluslararası kararlar (425 sayılı Karar), Washington ile "dostluk" veya "diplomatik yollar", Eylül 1982'de Beyrut'u işgalci İsrail güçlerinden kurtarmaya, 1985 ortalarında "sınır şeridine" çekilmelerine, 2000 ve 2006'da Lübnan'dan neredeyse tamamen çıkmalarına ve 2024'te ilerlemelerini engellemeye yol açtı mı... Yoksa tüm bunları, onunla mücadele tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şekilde, kayıtsız şartsız başaran direniş miydi?!
En kötüsü, bazı medyanın, Ortagus'un dört gözle beklediği bir turda talep edeceklerini önceden tahmin etmesi! Ve bazı yetkililerin Tel Aviv'in taleplerinin ötesine geçmesi ki, onlara şu söz cuk oturur: Eğer bilmiyorsan, bu bir musibettir... Eğer biliyorsan, musibet daha da büyüktür!
Çeviri: YD