El-Kaide ve ötesi: Suriye’de şiddet kurumsallaşıyor

img
El-Kaide ve ötesi: Suriye’de şiddet kurumsallaşıyor YDH

‘’Tek gerçek alternatif, herkesin Colani’ye karşı durmasıdır. Azınlıkta olsak, Siyon oğulları ve Colani oğulları galip gelip ülkemizde yerimizi tamamen ellerinden alsalar bile, bu toprakları miras olarak alamayacaklardır. Meselenin artık onlar için kesinleştiğini düşünen alçaklara, o meşhur sözü tekrarlamaktan başka çaremiz yoktur: “Gelecek savaşlarda size bol şans.”




YDH- El-Ahbar'da yer bulan makalesinde Emir Muhsin, Suriye’nin güncel siyasi ve toplumsal durumunu, özellikle savaş sonrası ortaya çıkan rejim, güç dengeleri ve toplumsal ittifaklar bağlamında inceliyor. Muhsin mezhepçilik, soykırım söylemleri ve etnik-dini ayrımlarla toplumu parçalayan politikaları, aynı zamanda dış müdahaleleri, sahadaki milislerin kontrolsüz şiddetini ve bu durumun halkın güvenliğini yok etmesini eleştirirken, Suriyelilerin Colani rejimine karşı birleşerek hayatta kalabileceklerini öne sürüyor. 

"Geri çekilme yok." - Mustafa Kemal, 1921

Darbe, komplo ya da dış müdahale teorileri, bir grubun nasıl iktidara geldiğini açıklamak için işe yarayabilir. Ama bir rejimin nasıl kurulduğunu ve on yıllar boyunca nasıl ayakta kaldığını anlamak için bu tür açıklamalar yetersiz kalır.

Modern Suriye tarihini inceleyen araştırmacılar, Baas rejiminin ilk yıllarda meşruiyetini sağlamak ve toplumsal zeminini güçlendirmek için nasıl bir “ittifak ağı” kurduğunu detaylı biçimde ortaya koyuyor. Üstelik bu yalnızca ideolojik bağlılık ya da parti kadrolarıyla da sınırlı değil. 

Suriye’de Baas rejiminin arkasında yer alan toplumsal grupların büyük bölümü—köylüler, kırsal bölgelerdeki küçük ve orta ölçekli yerel önderler (Hanna Batatu’nun ifadesiyle) ve yeni nesil eğitimli kesimler—bu rejimi sadece partiye olan sadakatlerinden dolayı değil, çoğunlukla maddi çıkarlar ve toplumsal beklentiler doğrultusunda da destekledi.

Aynı politikaları benimseyen, benzer roller üstlenen ve bu gruplara temsil ile ilerleme fırsatı sunan herhangi bir dönemin devrimci hareketiyle de neredeyse tamamen aynı safta yer alabilirlerdi. Örneğin, iktidarda Baas Partisi yerine Nasırcılar olsaydı bile durum değişmezdi. İşte bu gerçek, Suriye siyasetini mezhepsel veya kültürel bağlamda yorumlayan küçük bir araştırmacı grubunun görüşleriyle doğrudan çelişmektedir.

Michel Seurat’ın çalışmaları ise bu tartışmada önemli bir örnek teşkil eder. Seurat, siyasi açıdan zayıf ve akademik-metodolojik olarak eksik olduğu gerekçesiyle onlarca yıl boyunca Suriye araştırmaları içinde kayda değer ilgi ya da takdir görmemiştir. Ancak son yıllarda, eserleri Arapçaya çevrilmiş, yayımlanmış ve özellikle Suriye iç savaşına dair anlatılarda referans olarak kullanılmaya başlanmıştır. Üstelik bu kullanımların, Seurat’ın başlangıçta amaçladığı biçimde olması da mümkündür.

İkinci önemli nokta, Esed rejiminin temelini oluşturan bu “nispeten geniş ittifakın” başlangıçta “maliyetli bir ittifak” olmasıdır. Yani devlet, özellikle çiftçilere destek sağlamak ve onlara hizmet sunmakla yükümlüydü. Aynı zamanda kentlilere iş ve konut güvencesi vermek, temel ihtiyaç maddelerini uygun fiyatlarla temin etmek ve tüccarlar için geniş bir özel pazar alanını korumak zorundaydı.

Bunun yanında, savaş koşulları nedeniyle büyük bir ordu kurmak, “stratejik dengeyi” muhafaza etmek ve dış politikayı yönetmek gibi zorunluluklar da vardı. Bu sebeple, savaş öncesindeki on yıllar boyunca Suriye’nin siyasi ekonomisi; iktidar sahiplerinin, temel dayanağı olan bu sistemi korumaya, finanse etmeye, onarmaya ve dışarıdan—özellikle jeostratejik kaynaklar bularak—ayakta tutmaya çalıştığı uzun bir süreç olarak değerlendirilebilir.

Ancak kriz zamanlarında — ki bu tür dönemler oldukça fazladır — devlet ne yapmıştır? Bu yapının hangi unsurlarını terk etmiş, hangilerini ihmal etmiş, hangilerini ise korumuştur? Bu dönüşümlerin kazananları kimler olmuş, kimler dışlanmıştır?

Ekonomik “liberalizm” eğilimi, gerçekte sosyal yüklerden kurtulma, halkı “piyasaya”, hizmetler ve “turizm” gibi yeni gelişen sektörlere veya göçe bırakma yönünde bir tercihe dönüşmüştür. Suriye savaşının yıktığı ilk ve en önemli şey, bu “siyasi sözleşme”den ve ona bağlı sistemden geriye kalan unsurlar oldu. “Rejim”in geçtiğimiz yıl yaşadığı düşüşten çok önce, eski düzen zaten sona ermiş; böylece Suriye tarihinde belirgin bir dönem—hatta geniş bir çağ—tamamlanmıştır.

Bu dönem, hem kendine özgü özellikleri ve kusurları hem de taşıdığı sloganlar, “uzlaşılar”, mitler ve ideallerle (örneğin Arapçılık, Suriye’nin birliği ve devletin yarı-laik yapısı) tanımlanıyordu. Ancak savaş, sadece bu siyasi çerçeveyi değil, aynı zamanda Suriye’nin varlığını şekillendiren siyasi ve toplumsal yapıyı da bütünüyle yok etti. Burada önemli bir noktayı vurgulamak gerekir: Bazı Doğulu oluşumların diğerlerinden daha “otantik,” “doğal” veya aşılması mümkün olmayan olduğu yönündeki yaygın algı sadece bir efsanedir. 

Bu bağlamda, Suriye Cumhuriyeti tıpkı Lübnan veya Ürdün gibi modern devletlerdir ve Lübnan hiçbir zaman “Suriye’nin bir parçası” olmamıştır; zira her iki ülkenin de modern anlamda bir asırdan kısa bir tarihi bulunmaktadır.

Suriye Cumhuriyeti’nin sınırları, tarihsel bir varlığı yansıtmaz; tarih boyunca, belki uzak geçmişte kısa sürelerle, aynı veya benzer sınırları benimseyen ve bunları birleşik bir bütün olarak gören devletler, hanedanlar veya idari yapılar görülmemiştir.

Bu coğrafyayı gerçek anlamda şekillendirenler ise önce sömürgeci idari kurumlar, ardından da ulus-devletler olmuştur.

 

'Selefilere bir şans verin'

7 Aralık’tan sonra çevremde garip bir eğilim fark ettim: Benim kuşağımdan birçok kişi gibi, Suriye’deki savaş yüzünden kopan ilişkilerim vardı; bunların bazıları hem kişisel hem entelektüel olarak en yakın arkadaşlarımdandı. Son birkaç ay içinde yavaş yavaş, aramızda artık kızgınlık ya da anlaşmazlık için bir sebep kalmadığını ve hiçbirimizin diğerini terketme hakkı olmadığını fark ettik. Böylece kolayca yeniden bağlantı kurabileceğimizi gördük.

Aramızda sıkça dile getirilen ifadeler şunlardı: “Sizi uyarmıştık, rejimin kaybedilmiş davasını haklı çıkarmaya yardımcı oldunuz” ve “El-Kaide’nin iktidara gelmesine katkı sağladınız.”* En önemlisi, çoğumuz yaşanan tüm bu süreçten sonra, Suriye siyasetinin herhangi bir anlamı varsa ve olası bir başlangıç noktası varsa, herkesin Colani’ye karşı durması gerektiği konusunda hemfikirdik.

Elbette, “herkes” Colani’ye karşı durmayacaktı zira Colani rejiminin kazanacağı popülarite asla küçümsenmemeli. İsimlendirme konusuna gelince; ben şahsen muhaliflere ya da taraflara isim takmaya, onları çarpıtmaya karşıyım. Sizden de, şahsı veya örgütü kendi kullandığı isimle tanımanızı ve ardından değerlendirme yapmanızı bekliyorum. 

Ancak burada benim temel itirazım, her aşamada kendinizi ve örgütünüzü yeni bir isim ve güncellenmiş kimlikle tanıtmanız ve bizden de bu yeni isimlere uyum sağlamamızı, önceki isimlerden ayırmamızı talep etmenizdir. Bu durum, merhum Amerikalı şarkıcı Prince’in de yaşadığı bir süreçtir ve bugün tam olarak bizim başımıza gelmektedir.

Colani’nin popülaritesi sadece saray çevresinden destek gören veya alkışlanan kitlelere dayanmakla kalmıyor; aynı zamanda Batı ve Körfez ülkelerinin onu iktidara getirip desteklemesine de dayanıyor. Aynı zamanda, hem Suriye içinde hem de diaspora arasındaki orta sınıf ve elitler arasında da yaygın bir kabul görüyor.

Bu kesimlerin çoğu, itaat ve boyun eğmeden değil; halk desteği ve güçten yoksun oldukları için sivil ve liberal hareketlere güvenmiyordu. Selefi hareketlere duydukları güvensizliğin nedeni ise mezhepçi yaklaşımları değil, Batı’nın onlara tahammül etmemesi ve onlarla mücadele etmesiydi. Böylece, güç ve Batı onayını birleştiren yeni bir figür ortaya çıktı: Yeni bir Saddam Hüseyin.

Bu model birçok kesim için cazip görünmektedir: Ebu Katade’nin desteğini arkasına alırken, aynı zamanda ABD büyükelçilikleri, Suudi fonları ve uluslararası kuruluşların projelerini elinde tutan bir yapı hayal edin. Öte yandan, bu gruplar arasındaki laikler, fanatik mezhepçilerden daha tehlikeli olabilir; çünkü onları Colani'nin kişiliğine çeken unsurlar, aynı zamanda onu reddetmemizi gerektiren unsurlarla aynıdır.

İktidara nasıl geldikleri, İsrail’in yollarını nasıl açtığı, yabancı güçlerin kendilerini ve milislerini Şam’a nasıl taşıdığı (sonuçta Esed rejiminin temel dayanakları ve ordu liderlerini satın alıp istihdam eden Colani’nin istihbaratı değildi), geçmişleri, tarihleri ve soykırım mirasları ne olursa olsun; en az üç Arap ülkesinde sivilleri hedef alarak araç patlamaları düzenlemiş olmaları, Suriye halkını, orduyu, eğitimi ve devleti bu suçlulara teslim etmenin anlamı ve bunun Arap Levant bölgesindeki halklar arasındaki ilişkiler üzerinde yaratacağı etki tamamen önemsiz değildir.

Tüm bunlardan önce, mesele şu ki: Azınlıkları öldürerek, çoğunluğu ezerek iktidara gelen bir rejimle ilişkileri normalleştirmek için herhangi bir sebep olduğunu düşünüyor ve bunu bir şekilde meşru görüyorsanız, size şu soruyu sorma hakkımız doğar: Esed rejimiyle tam olarak sorununuz neydi?

Benim için mesele net; bu insanları tanıyorum ve biliyorum ki—sebepler ve bedel ne olursa olsun—kendimi ya da sevdiğim ve önem verdiğim kişileri, tek bir dakika bile onların yönetimi ve otoritesi altına sokmayı asla kabul etmem. En ufak bir saygı duyduğum bir halktan bunu bekleyemem.

Colani’nin iktidarını Suriyelilere rasyonel göstermeye çalışıp aynı zamanda el-Kaide’nin iktidarını meşrulaştıran bir anlatıya destek verdiğinizde, öncelikle Suriye halkına ihanet etmiş ve onları küçümsemiş olursunuz; zira bu halk, kabul edemeyeceğiniz birinin yönetimini hak etmiyor.

İnsanlardan soykırım, toplu katliam ve tekfirci yönetim olasılığını kabul etmelerini talep ettiğinizde, onları savunmak veya onlara gerçek bir alternatif sunmak yerine, fiilen İsrail’in kucağına itmiş olursunuz.

Burada da “varoluşsal mücadele” kavramında anlam arıyorsunuz; halbuki biz Siyonizm gibi bir şeyi yaratmak için savaşmıyoruz.

 

Suriye işgal altında

Sahadaki gerçek şu ki, bugün Suriye’de kimse güvende değil. “Azınlık katliamları” haberlerin gündeminde olsa da, çoğu Suriyeli korku içinde yaşamaya devam ediyor.

Alevilerin öldürülmesi ve kaçırılması her gün, haber yapılmadan ya da dikkat çekmeden sürüyor. Ancak, kaçırma, cinayet ve gasp da Suriye’nin pek çok bölgesinde günlük hayatın bir parçası haline gelmiş durumda.

Her bölge, farklı “fiili güçler” ya da çeşitli örgütler ve silahlı “sosyal gruplar” tarafından yönetiliyor.

Örneğin, Kuneytra’daki bazı köylerde “güvenlik güçleri”, köylülere ve halka yabancı olan Colani tarafından bölgeye getirilen ve giderek mafyalaşan kabilelerden oluşuyor.

Suç oranları o kadar yükseldi ki, birçok büyük şehirde halk hava karardıktan sonra dışarı çıkmaya cesaret edemiyor. Sorunun temelinde ise bölgedeki yöneticilerin, en azından başlangıç ve geçiş dönemlerinde, halkın güvenini kazanmak ve profesyonel hizmet sunmak gibi yeni rejimlerin erken dönem örneklerinde görülen gelenekleri takip etmemeleri yatıyor.

İlk aylardan itibaren güçlerini mülklere el koymak, gasp talep etmek ve uydurma suçlamalar yöneltmek için kullanmaya başlamışlardır. Burada vurgulamak istediğim nokta, Colani iktidarının temelini oluşturan “toplumsal ittifak”ın doğasının bu olduğudur. Suriye’yi ve yaklaşık yirmi milyonluk nüfusunu yönetmek için Mars’tan bir önderler getirmeyecek; aksine, iç savaşta kendisine destek veren grupları kullanacaktır. Bu yaklaşım, Süveyda’daki olayları belli ölçüde anlamlandırmaya yardımcı olur.

Colani'nin, Batı ve İsrail’e “sorumlu” ve “devlet zihniyetli” bir lider olduğunu, onların güvenini kazanıp güvenilirliğini kanıtlamayı tercih ettiğinde şüphe yoktur. Çünkü Suriye’yi yönetme şansının ancak Amerikan ve İsrail onayıyla mümkün olduğunu çok iyi bilmektedir.

Elbette, mezhepsel ihlallerin ve zulümlerin önlenmesini (özellikle Alevilere yönelik olanlar) ve güçlerinin saldırıya uğradığında dahi profesyonel davranmalarını tercih ederdi.

Ancak sorun şu ki, Colani bakanlıkları tarafından yapılan açıklamaları kontrol edebilse de, sahada kendisini temsil eden milisleri, rejimin devrilmesinden sonra onlara katılanları, onlarla ittifak kuran “silahlı toplumsal güçleri” ve onları destekleyen “fazzatları” kontrol edemeyecektir. Dolayısıyla, Şam'dan gelen ve size yalnızca bir devlet ordusuyla değil, Ömer bin Abdülaziz'in ordusuyla karşı karşıya olduğunuz izlenimini veren açıklamalar ile sahadan gelen ve tarifsiz bir pisliği gözler önüne seren sahneler arasındaki paradoks bu. Üstelik biz sadece katillerin filme alıp yayınlamayı seçtiklerini görüyoruz. Hepimiz o görüntüleri gördük.

İnsanların bu suçluların bir “ordu” ve “güvenlik” olduğunu kabul etmesini mi istiyorsunuz? Ve onların arasında, aile çevresinde silahlı bir otoritenin varlığını kabullenmelerini mi? Şeriat hukukunu ve kurumlarını destekleyenlerin geniş ve meşru bir “toplumsal ittifak” kurmaya yetmediği söylenebilir ki bu doğrudur. Ancak Somali tarzı bir milis devleti kurmak için fazlasıyla yeterlidirler.

Tek seçenek, herkesin Colani’ye karşı durmasıdır. Bir arkadaşım şöyle demişti: Colani, geçmişte Emevilerin mezhep çatışmasına zorlandığını ya da tarihin onları haksız gösterdiğini düşündüğü için onları savunurdu; Emevi yönetimleri arasında da bir ayrım yapmazdı. Ama kendi haydutları kendilerini Emevilerle özdeşleştirmeye başlayınca, Emevileri savunmaktan vazgeçti.

Arap “fenomenlerinin” mezhepçi ve nefret dolu söylemleri artık kamusal alanda giderek sıradanlaşıyor. Mezheplere karşı “cihat” çağrıları yapmak ya da insanları mezhepsel kökenleri üzerinden aşağılamak, neredeyse olağan bir durum hâline geldi.

Özellikle Dürzilerin dinin ve milletin dışında olduklarına dair yayılan fetvalar, bu zehirli söylemin meşrulaşmasına katkı sağladı. Böylesine tiksindirici bir ifadeyi dinlemek ve onu ciddiyetle tartışılması gereken siyasi bir görüşmüş gibi ele almak zorunda kaldığımızı hayal edin.

Elbette göz önünde bulundurmamız gereken temel bir gerçek var: Hiç kimse doğası gereği bir diğerinden üstün değildir ve herkes kötülük yapma potansiyeline sahiptir.

Ancak dikkat çekmek gerekir ki, sizin toptan vatana ihanetle suçladığınız Dürzilerin sayısı dünyada sadece iki milyonu biraz aşmaktadır. Bin yılı aşkın bir süredir bu topraklarda varlığını sürdüren, kapalı ve istikrarlı bir dini topluluktan söz ediyoruz. Kendimize şu soruyu sormalıyız: Aramızdan kaçı kendi ailesinin bu bölgelerdeki geçmişini bin yıl geriye kadar izleyebilir?

Eğer amacınız, soykırım çağrılarını meşrulaştırarak Colani’yi desteklemekse, bunu “dava” adına yaptığınızı söylemeyin. Çünkü Filistin davasına verilebilecek en büyük zarar, tam da budur.

Soykırım edebiyatına az çok vakıf olan herkesin bildiği gibi, soykırım, köyler basılıp insanlar topluca öldürülmeye başlandığında değil, çok daha önce karşı durulması gereken bir felakettir. Onu mümkün kılan ve toplumda meşru hâle getiren ön koşulları vardır; bir dili, bir kültürü, hatta bir mantığı vardır. Eğer soykırımın dili, siyasi ve dini söylemlerinize, marşlarınıza, sloganlarınıza ve hatta neşidlerinize yerleşmişse, kimsenin bundan sıyrılmasını bekleyemem. Çünkü bu dilin içinde büyüyen biri için ondan sapmak neredeyse imkânsız hâle gelir.

Son birkaç yılın bize öğrettiği en önemli derslerden biri de duruş sergilemenin ne anlama geldiğidir — ne zaman, nasıl ve neye karşı?

Eğer bir yalanı değiştiremiyorsan, en azından onu içselleştirme; onun zihninde yer etmesine, seni şekillendirmesine izin verme.

Elbette bazıları kendi "hesaplarına" ve "taktiklerine" göre hareket ediyor. Ama bizim ne böyle bir gücümüz var ne de çıkarlarımız. Sahip olduğumuz tek şey fikirlerimiz ve vicdanımız. Ve bunlardan taviz vermek için hiçbir gerekçemiz yok.

 

Başlangıç noktası

Makalenin başında yer alan alıntı, Türk milli hafızasında derin bir iz bırakan ve Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sırasında kritik bir muharebe öncesinde askerlerini motive etmek amacıyla kullandığı söylenen meşhur ifadedir. Mustafa Kemal, Türk ordusu Yunan güçleri karşısında geri çekilip Ankara’nın dış mahallelerine kadar savunma hattı kurana dek, Anadolu’da Sakarya Nehri çevresinde güçlü bir savunma hattı hazırlamıştı.

Atatürk’ün sözlerinin temel mesajı şuydu: “Bir zamanlar Viyana kapılarına kadar ilerledik, ardından geri çekildik, geri çekildik, ta ki bu noktaya gelene dek. Ancak buradan sonra artık geri çekilme yoktur.”

Milliyetçi coşkunun retoriğinin ötesinde, bu metaforu bireysel gelişim ve “insanın yükselişi” gibi farklı disiplinlerde anlamlı ve faydalı buluyorum. Ne kadar zor ve kritik olursa olsun, gerileme ancak geri çekilmenin ve tavizlerin sona erdiği bir dönüm noktasında durabilir.

Günümüzde ihtiyacımız olan da budur: Filistin’de, Suriye’de ve benzeri her türlü soykırımcı güç tarafından kuşatılmış ülkelerde — ve yukarıdaki askeri metaforu kullanacak olursak — başlangıç noktası, sağlam bir savunma hattı inşa etmeyi öğrenmek ve bu hattın arkasında kimlerin duracağını net biçimde bilmektir.

Özetle, Gazze’de yaşanan soykırımı “kabul etmek”, geçmişte bırakmak, bu suçu işleyenlere boyun eğmek ve yıkıntılar üzerinde bir gelecek ile “istikrar” inşa etmek isteyen kesimler bulunmaktadır. Benzer bir yaklaşımı diğer soykırımlar için de uygulamak istemektedirler. Buradaki temel “ideolojik” mesele, bu kişilerin bir noktada durması ve bizlerin ise tamamen farklı bir yerde bulunmasıdır.

İlginç olan ise, bazı kesimlerin Colani ile İsrail arasındaki ilişkiyi, aralarındaki müzakerelerin mahiyetini ve onun “katliam sonrası” dünya düzenindeki belirlenmiş rolünü anlamaması ya da anlamak istememesidir.

Kardeşlerim, burada önemli olan Colani’nin İsrail ile normalleşmeyi kabul edip etmediği değildir. Çünkü Colani normalleşmeyi önceden teklif etmiş ancak bunu reddeden taraf İsrail olmuştur; İsrail, rejimle normalleşme için daha fazla koşul dayatmakta ve ayrıcalıklar talep etmektedir.

Örneğin, Colani İran’a karşı yürütülen savaşta Siyonistlere Suriye hava sahasını kullanma izni vermiştir ancak Siyonistler bu izni talep etmemiştir. Daha da ileri giderek, savaş esnasında uçaklarının kullanması için ülkenin doğusunda bir pist sağlamış olabilir.

İsrail Suriye'ye saldırdığında ise yardım için ne size geldi ne de birlikte karşılık vermeyi tasarladı. Aksine, rotasını Washington’a ve Riyad’a çevirdi. Çünkü bu çatışmaya dâhil olmak gibi bir niyeti hiç yoktu. Burada üzerinde durulması gereken esas nokta şudur: Eğer “jeopolitik”ten söz edeceksek — ki bunun zaman içinde netleşeceği aşikârdır — Batı, Arap ülkeleri ve yakında İsrail’in Colani rejimini benimsemesinin amacı, Suriye’nin birliğini ve istikrarını korumak değil, onu gelecekte bir “göreve” hazırlamaktır.

Asıl mesele şu: O görev nedir?

Ve bana sorarsanız, o görev biziz.

Bu katliamların ardından barış ve istikrarın geleceğine, ayrıca ülkenin yıkımına ve soykırımcı rejimine karşı iktidarın sağlamlaştırılacağına inananlar saftır. Tek gerçek alternatif, herkesin Colani’ye karşı durmasıdır.

Azınlıkta olsak, Siyon oğulları ve Colani oğulları galip gelip ülkemizde yerimizi tamamen ellerinden alsalar bile, bu toprakları miras olarak alamayacaklardır. Aksine, kazandığını ve meselenin artık onlar için kesinleştiğini düşünen alçaklara, o meşhur sözü tekrarlamaktan başka çaremiz yoktur: “Gelecek savaşlarda size bol şans.”

*“Dostluk” üzerine bir not — ve konunun dışına düşen kısa bir not daha:

Hayat deneyimi olan herkes bilir ki, dostluk, kıymetini bilmeyen birinin hafife alabileceği türden bir şey değildir; tam tersine, oldukça büyük ve derin bir meseledir. Dostluk, ilgi, arkadaşlık ve benzeri kavramlardan bütünüyle ayrılır. Gerçek dostları olmayan kişi, zorlu bir dünyada yalnız kalır.

Aşk ve evlilik, en temelinde dostluğa dayanır; siyaset, düşünce alışverişi ve okuma ise dostluk aracılığıyla anlam kazanır. İnsan ailesini seçemez, ama dostunu özgürce seçer; bu seçim, hayatın en anlamlı tercihlerindendir.

Zamanla, benimle gerçek dostlarım arasında, ne kadar farklı ve bazen çelişkili olsak da, toplum içinde birbirimize karşı hakaret etmeme üzerine sözsüz bir anlayış gelişti. Bu anlayışa uymamak, sadece kendimize, geçmişimize ve dostluğumuzun değerine saygısızlık etmek anlamına gelir. 

Şanslıyım ki, gerçek dostlarım bilinçli olarak paralı medya askeri ya da benzeri değil; onurlu işlerde çalışan saygın insanlardı.

Çeviri: YDH



Makaleler

Güncel