"İmparatorluk kibri" Lübnan’da

img
"İmparatorluk kibri" Lübnan’da YDH

Yarım milyon Iraklı çocuğun ölümüne yol açan 1991 sonrası ambargodan, Afganistan’ı sonsuz bir mezarlığa çevirmekten ve Gazze’deki günlük katliamları finanse etmekten sorumlu bir ülkenin temsilcisi, Lübnanlı gazetecileri medeniyetsizlikle suçladı.




Gazeteci Tala Alayli, el-Meyadin için kaleme aldığı makalesinde, Washington’un özel temsilcisi Thomas Barrack’ın Beyrut’ta Lübnan basınını ‘medeniyetsiz’ diye aşağılamasını, Amerikan kibir ve ikiyüzlülüğünün tipik bir yansıması olarak niteledi; sessiz kalan gazetecileri ise onurlarını savunamadıkları için sert şekilde eleştirdi.

YDH- Thomas Barrack, Washington’un özel temsilcisi, bugün Beyrut’a geldiğinde, Amerikalı yetkililerin uzun zamandır diplomasiyle karıştırdığı kibir, küçümseme ve kendini beğenmiş sahte bir haklılık havası saçıyordu.

Barrack, zekice bir nüktedanlık yaptığını sanarak, Lübnan basınını “medeniyetsiz” olarak nitelendirdi, hatta gazetecilerin davranışlarını hayvanlara benzetti.

Elbette ki bu, 1991 sonrası ambargo ile yarım milyon Iraklı çocuğun ölümünden sorumlu olan —dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın “değerdi” diye savunduğu— bir ülkenin, Afganistan’ı sonsuz bir mezarlığa çeviren ve Gazze’deki günlük katliamları destekleyen bir ülkenin temsilcisinin, başkalarını medeniyetsizlikle suçlamasının manidarlığını gösteriyordu.

Amerikalı yetkililer bu garip sanatı ustalıkla icra ediyor gibiler: sabahları tüm ülkeleri bombalamak, öğleden sonra ise o ülkelere edep dersi vermek.

Barrack’ın sözleri bir dil sürçmesi değil, imparatorluk zihniyetinin açık bir yansımasıydı. Ona göre —ve Batı toplumunun çoğuna göre— Lübnan, özgür bir basına ve siyasi tartışma geleneğine sahip egemen bir ülke değil; idare edilmesi gereken bir alandı. Bizlerden beklenen, demokrasi ve modernlik üzerine dersler dinlerken kibarca gülümsememizdi. Araplar, zeki, yetkin ve eşit insanlar değil; boyun eğdirilmesi gereken sürü topluluklarıydı.

Peki, medeniyet nedir? Elbette ki, ABD tarafından durmaksızın övgü alan ve bebek öldüren Gazze’deki ölüm makinesi olamaz. Belki de anlamlı hale getirmek için tanımı Amerikan etkisinden arındırmak gerekir.

Ayrıca, daha da gülünç olan, bir zamanlar zimmete para geçirme suçlamalarıyla yargılanan ve ABD’de gözaltına alındığında evinde ayak bileğine takılı elektronik kelepçeyle yaşayan Thomas Barrack’ın bugün Lübnan’da ahlak otoritesi gibi dolaşmasıydı. Kariyeri boyunca yolsuzluk ve karanlık mali ilişkilerle gölgelenmiş bir özel temsilciden söz ediyoruz.

Aslında, Barrack’ın hukuki sorunları bir örüntüyü açığa çıkarıyor: ayrıcalık, Amerikalı yetkililer için sadece siyasi bir alışkanlık değil, kişisel bir refleks. Lübnan’a skandallarla lekelenmiş, tevazu sahibi biri olarak değil; geçmiş günahlarının önemsiz olduğunu, yalnızca Washington’un mührünü taşıdığı için saygı görmeyi hak ettiğini düşünen bir imparatorluk habercisi olarak giriyor.

Bu ironiyi görmek delirtici: yağma, vahşet ve aldatma üzerine kurulu bir imparatorluğu temsil eden bir elçi, gazetecileri görgüsüzlükle azarlıyor.

“O zaman gidin!”

Barrack’ın en rahatsız edici yönü ise kendi önemini abartmasıydı. “Sizce bizim için eğlenceli mi bu? Sizce Morgan ve benim için burada bu deliliğe katlanmak ekonomik olarak faydalı mı? Eğer bu şekilde çalışmak istemiyorsanız, gideriz.” dedi.

Acaba Barrack, bizler için onun kibirli tavırlarına katlanmanın eğlenceli olduğunu mu sanıyor? Ya da İsrail’in ABD yapımı silahlarla evlerimizi yerle bir etmesini izlemeyi mi? Veya Amerikalı-İsrailli söylemleri dinlemeyi mi, yani bölgemizi kaynaklarımız, topraklarımız, hayatlarımız için nasıl daha elverişli hale getireceklerini?

Üstelik, milyarlarca dolarlık askeri yardım mega-manyak işgalcilere ekonomik fayda sağlıyorsa, ABD’nin kendi inisiyatifiyle Beyrut’a yapılan bir gezi kesinlikle bütçeyi sarsmaz.

Eğer gazetecilerin işlerini yapması bir diplomat için kaldırılamayacak kadar ağırsa —ki o diplomat bu tür basın toplantılarına alışkındır— o halde kendi yeterliliğini sorgulamalıdır. Ve eğer karşılıklı saygı ve nezaket aşırı bir yükse, o zaman gitsin!

Aşağılama meselesi

Yine de en utanç verici olan yalnızca Barrack’ın hakareti değildi. Bu tür küçümseme Amerikalı temsilcilerden beklenebilir. Onun yoldaşı Morgan Ortagus da bir keresinde Baabda Sarayı’na gelip, binlerce vatandaşı —aralarında çocukların da olduğu— yaralayan ve kör bırakan terörist çağrı cihazı saldırısını neşeyle alkışlamıştı.

İsrail doğumlu Amos Hochstein ise boykotun zirve yaptığı bir anda Starbucks’tan kahvesini almış, hatta çaresiz bir Lübnanlı burjuvanın parasını ödemesine gönül rahatlığıyla izin vermişti.

Eşit derecede utanç verici olan ise ardından gelen sessizlikti. Basın özgürlüğünün sürekli saldırı altında olduğu bir bölgede tecrübe kazanmış bir grup gazeteci sessizce oturdu. Hiçbir ses ona karşı çıkmadı.

Lübnan basını, dayanıklılığıyla övünür. Gazetecilerin suikasta uğradığı, bombalandığı, susturulduğu bir ülkede bu meslekte var olmak küçümsenecek bir şey değildir. Ama onurdan yoksun bir dayanıklılık boştur.

Dayanıklılığın, eğer omurganı keskinleştirmiyorsa, ne faydası vardır? “Gazeteci” kelimesi, iktidarı hesap vermeye çağırmadığında, hele ki o iktidar yüzüne tükürdüğünde, ne anlam taşır?

Thomas Barrack geçici bir misafirdi; bizim topraklarımızda, bizim evimizdeydi. Trump yönetimi görevden ayrıldığında, o yine önemsiz bir hiçliğe dönecek. Bu ülkenin halkını susturarak utandırmasına izin verilmemeliydi.

Bugün gazeteciler, onun sözlerini sorgusuz sualsiz geçiştirerek yalnızca kendilerini değil, temsil ettiklerini söyledikleri halkı da yüzüstü bıraktılar.

Gazetecilik, stenografi değildir. Yabancı yetkililerin sözlerini, ne kadar hakaret dolu olursa olsun, kibarca kaydetmek değildir. Onları hesap vermeye zorlamak, rahatsız edici sorular sormak, her diplomat ve politikacıya bu ülkenin misafiri olduklarını, efendisi değil, hatırlatmaktır.

Onur ise maalesef sonradan taklit edilemez. Ne başyazılarda ne de geç saatlerde yapılan tartışmalarda geriye dönük olarak sahiplenilebilecek bir şey değildir. O an içinde gösterilmesi gerekir. Ve Lübnan’ın çektiği bir hastalıktır bu. Onurun gerçek anlamını yalnızca az sayıda kişi anlıyor; diğerleri ise utanç verici biçimde bunu sergileyemiyor.

Açık konuşalım: Amerikalı temsilci Lübnanlı gazetecilere yüzlerine karşı hakaret etti ve hiçbir şey olmamış gibi ayrıldı. Yarın Washington’a ya da ikamet ettiği herhangi bir elçilik kompleksine dönecek ve raporunda, Lübnan’ın uysal olduğunu, cezasızca aşağılanabileceğini, bu ülkenin hâlâ Amerikan ayrıcalığının sahnesi olduğunu yazacak.

Aynı şey işte, onur… hezeyan

Lübnan, yabancı müdahalelere yabancı değil. Sömürge mandalarından askeri işgallere, bugünkü bitmek bilmeyen müdahalelere kadar, ülke sürekli olarak reçetelerle gelen ve sonunda danıştıklarını küçümseyerek ayrılan yabancı “uzmanlar” ve “temsilciler” geçidine maruz kaldı.

Ama tüm bunlara rağmen Lübnan basını, sıklıkla iktidarın karşısında diken olarak durdu. Bu gelenek hafife alınacak bir şey değildir.

Thomas Barrack’ın bugünkü sözleri küçümseyiciydi, evet, ama aynı zamanda bir sınamaydı: Lübnanlı gazetecilerin hâlâ onurlarını savunacak ateşe sahip olup olmadıklarının, Lübnan’ın Amerikan oyun sahası olmadığını, basının da imparatorluk gösterilerinin harcanabilir dekoru olmadığını savunup savunamayacaklarının sınamasıydı. O sınavda başarısız olundu.

Bugünün siyasi ikliminde böyle başarısızlıklara tahammül edilemez. Gazze, İsrail bombaları altında yanarken, Batılı hükümetler soykırımı meşrulaştırmak için propaganda saçarken, Arap egemenliği sürekli tehdit altındayken, basının rolü hiç bu kadar hayati olmamıştı.

Gazetecinin görevi, yabancı kibre hoş ev sahipliği yapmak değil, ona meydan okumaktır. Onu açığa çıkarmaktır. Hak ettiğinde alaya almak, çizgiyi aştığında ise acımasızca sorgulamaktır.

Şu anda, o salonda oturanlar —sahte bir onur duygusuna kapılmış, köleliğe karşı çıkmak yerine suskun kalanlar— gerçek gururun ne olduğunu bilenler için birer alay konusuna dönüştüler. Tanrı rolü oynayanların önünde ise hedef tahtasına oturdular.

Tam bir utanç tablosu.

Çeviri: YDH



Makaleler

Güncel