"Anayasaya göre devletten, kurumlarından ve ordudan önce gelen bir gerçek var: Cumhuriyetin varlığı, vatanın bütünlüğü ve halkın iradesi."

YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Ömer Neşeba, Lübnan anayasasının İsrail işgaline karşı direnişi yasaklamadığını, aksine ulusal bir görev olarak öngördüğünü vurguluyor. Neşeba, devlet ve ordu işgali sona erdiremediği sürece halkın silahlanmasının anayasal bir hak olduğu, bu silahların zorla alınmasının toprağı terk etmek anlamına geleceğini belirtiyor. Cumhurbaşkanının ve devlet kurumlarının bu konuda yetersiz kaldığı, ABD ile yürütülen temasların da anayasanın ruhuna aykırı olduğunu ifade eden yazar, sonuçta, işgale karşı direnişin öncelikli ulusal ve anayasal bir yükümlülük olduğuna işaret ediyor.
İsrail işgaline karşı güney Lübnan’da yürütülen direniş, kimi çevrelerin ileri sürdüğü gibi anayasaya aykırı değil; tam tersine ulusal bir görev sayılıyor. Çünkü anayasanın 2. maddesi, “Lübnan topraklarının hiçbir bölümünden feragat edilemez, vazgeçilemez” hükmünü içeriyor.
Yürütme erkinin, siyasi ve askeri olarak, toprağı tüm yollarla özgürleştirmesi zorunlu. Gerekirse güç kullanılması da buna dahil.
Ancak devlet bu görevi yerine getirmekten kaçınır ya da Lübnan ordusu imkân ve donanım yetersizliği nedeniyle bunu başaramazsa, işgale karşı halkın bizzat direnişe katılmasında anayasal engel bulunmuyor. Aksine, Lübnanlıların topraklarını her yolla kurtarması anayasal bir yükümlülük.
Anayasanın daha ilk bölümünde “tek karış topraktan dahi vazgeçilemeyeceği” kuralı, bu görevi devlet yapısının ve erklerin tanımından öne çıkarıyor.
Dolayısıyla işgale direnen halktan silahların alınması, ordunun yeterince güçlendirilmediği, kesin garantiler ve takvimli bir geri çekilme olmadığı koşullarda, anayasal anlamda toprağı terk etmek demek ve ağır bir ihlal sayılıyor.
Anayasa, Cumhurbaşkanına bu konuda merkezi bir sorumluluk yüklüyor. 49. madde, Cumhurbaşkanını “Lübnan’ın bağımsızlığını, birliğini ve toprak bütünlüğünü korumakla” görevlendiriyor. Cumhurbaşkanı Jozef Aun da yemin konuşmasında “silahın tekelinin devlette olması” gerektiğini vurgulamıştı.
Fakat hemen ardından bu “devlet”in tanımını yapmıştı: “Ordusuna yatırım yapan, sınırları denetleyen, güneyde sağlamlaştıran, doğuda ve kuzeyde çizen, denizde koruyan, kaçakçılığı önleyen, terörle mücadele eden, uluslararası kararları uygulayan, ateşkes anlaşmasına saygı gösteren ve İsrail saldırılarını engelleyen bir devlet. Savunma doktrini olan, halkını koruyan ve anayasaya göre savaşan bir ordu.”
Seçimden sekiz ayı aşkın süre geçmesine rağmen devlet, orduya yatırım yapmamış, onu güçlendirmemiş, donatmamış, bütçesini artırmamış durumda.
Cumhurbaşkanının yeminde altını çizdiği, özellikle sınırların korunması ve İsrail saldırılarının önlenmesi görevleri yerine getirilmemiş.
Cumhurbaşkanı ayrıca, “diplomasi, ekonomi ve askeri alanları kapsayan bütünleşik bir savunma politikası” tartışması başlatmayı ve bununla Lübnan devletini İsrail işgalini sonlandırabilecek bir stratejiye ulaştırmayı taahhüt etmişti.
Ancak bu tartışma hâlâ tamamlanmadı, işgali sona erdirecek bir strateji belirlenmedi. Dolayısıyla, topraklarının bir kısmı hâlâ işgal altında olan güneydeki vatandaşların silah bulundurması, anayasal olarak meşru ve silahsızlandırmayı haklı çıkaracak hiçbir dayanağı yok.
Cumhurbaşkanının, bakanlar kuruluna başkanlık ederek bu silahları zorla alma yoluna gitmesi, işgalin sürmesi halinde, anayasal konumunu aşması anlamına gelir. Zira bu, işgal altındaki toprak sahiplerini hedef almak ve ulusal ayrışmayı körüklemek olur; hatta iç savaşı tetikleyerek cumhuriyetin yıkılmasına yol açabilir.
Cumhurbaşkanı ile başbakan ve meclis başkanının, Amerikalı temsilcilerle “işgali sona erdirmek” için siyasi temas yürüttüğü iddiası da ancak sahada İsrail ordusunun işgal ettiği mevzileri Lübnan ordusuna teslim etmesiyle ciddiye alınabilir. Bugüne dek böyle bir adım atılmadı.
Anayasa’nın girişindeki “Lübnan, BM’nin kurucu ve etkin üyesidir, BM Anlaşması ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne bağlıdır, devlet bu ilkeleri bütün alanlarda uygular” hükmü açık.
BM Güvenlik Konseyi kararları, İsrail’in Lübnan’dan tamamen çekilmesini öngörüyor. Ancak İsrail geri çekilmediği gibi işgalini genişletiyor, üsler inşa ediyor, her gün Lübnanlılara saldırıyor.
Bu şartlarda Lübnan’ın, ordusuyla ya da halkın direnişiyle, işgale karşı meşru müdafaa hakkı var. Bu hak, BM Şartı’nın 51. maddesinde tanınıyor.
İsrail’in BM Genel Kurulunda Şart’ı yırtıp atması, Gazze’de BM personelinin kuruluş tarihinden bu yana en yüksek sayıda öldürülmesi de hatırlanmalı. Böyle bir ortamda, Lübnan liderlerinin ABD temsilcileriyle görüşmeleri, anayasanın “BM ilkelerine bağlılık” ilkesine aykırı.
Zira ABD, İsrail’in işgallerine en büyük desteği veren, onu silahlandıran, Lübnan’a yönelik saldırılarında kullanılan silahların sağlayıcısı. Dolayısıyla Lübnan adına ABD’yi “dost” ilan eden her resmi açıklama, anayasanın bariz ihlali sayılır.
Ayrıca bu görüşülen Amerikan temsilcileri, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu hakkında insanları aç bırakma ve soykırım suçlamaları nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yakalama kararı çıkarması üzerine, mahkeme yargıçlarına yaptırım uygulayan ABD yönetimini temsil ediyor.
Bazı “anayasa uzmanları”, “silahın ve savaş-kararının tekelinin devlette olması” gerektiğini, İsrail işgali sona ermeden de öne sürüyor.
Oysa anayasaya göre devletten, kurumlarından ve ordudan önce gelen bir gerçek var: Cumhuriyetin varlığı, vatanın bütünlüğü ve halkın iradesi.
Anayasanın girişindeki “Halk, yetkilerin kaynağı ve egemenliğin sahibidir” ilkesi ve işgali sonlandırma görevi, bunların önüne geçiyor.
Çeviri: YDH