İmam Musa Sadr… Bedenen yok, ama ebedî varlığıyla hâlâ mevcut

img
İmam Musa Sadr… Bedenen yok, ama ebedî varlığıyla hâlâ mevcut YDH

‘’Sosyal adaleti, ulusal birliğe giden bir köprü olarak görüyordu. Yoksulluğun, işgalden daha tehlikeli olduğuna inanıyordu. Böylece adı, aramızda yokken bile vicdanlarımızda varlığını sürdürdü: Eksik liderliğin, meyvesini veremeden yarıda bırakılmış bir projenin ve yokluğu derinleştikçe kolektif bilinçte büyüyen boşluğun simgesi olarak.’’




YDH- El-Meyadin yazarlarından Elhamî El-Melîci, İmam Musa Sadr’ın fiziksel olarak yok olmasına rağmen düşünceleriyle hâlâ etkili olduğunu vurguladığı yazısında, bu ideolojik pusulanın hâlâ siyaset ve toplumsal adalet pratiklerini şekillendiren bir enerji kaynağı olduğunu gözlemliyor. İmam'ın yoksullukla mücadelesini, salt maddi yardım değil, insan onurunu yeniden inşa eden bir etik proje olarak tanımlayan el-Melîci, Sadr'ın Arap liderleriyle ilişkilerininin de bir pragmatizm değil, etik ve sorumluluk eksenli bir strateji olduğunu açıklıyor.

2003 yazında, Arap coğrafyası ABD’nin Irak işgalinin ağırlığı altında sarsılırken, savaş dumanları ve yıkılan hayallerin arasında bir pusula arıyordu. O sırada el-Ahram el-Arabi, şimşek gibi çakan bir başlık attı: ‘’Musa Sadr hâlâ Sabha hapishanelerinde yaşıyor.’’

Bu, sadece bir gazete manşeti değildi. Unutuluş duvarını delen bir rüzgar, bastırılması gereken bir anının yankısıydı. 1978’den beri bastırılan, yokluğun gerçeği öldürmediğini, aksine varlığını beslediğini hatırlatan ve sonra uzayda yankılanarak geri dönen bir ses…

Kapak, kuru toprağa sabanla girip yıllardır gömülmeye çalışılan şeyi gün yüzüne çıkaran bir el gibi etkileyiciydi. Bu dava sadece siyasi bir gizem değil, aynı zamanda Lübnan ve Arap dünyasının kalbinde hâlâ açık bir yara; büyük adamların fiziksel olarak yok olsalar da vicdanlarımızda hâlâ canlı kalabileceklerini hatırlatan bir yara.

Benim yürüttüğüm soruşturma, geçmiş bir hikâyenin özeti değil; İmam Musa Sadr ve iki arkadaşının kayboluşunu çevreleyen sessizlik duvarlarının ihlali, korku ve suç ortaklığı duvarının yıkılmasıydı.

Başlık, gömülmesi amaçlanan bir dosyayı enkazdan haykırır gibi yeniden ön plana çıkarıyordu: “Buradayım, kaybolmadım ve sayfam henüz çevrilmedi.”

Haber yayınlanır yayınlanmaz Trablus sarsıldı, Kahire tam bir karmaşaya sürüklendi.

Öfkeyle haberi alan Albay Muammer Kaddafi, hemen Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ile temasa geçti. Mübarek de El-Ahram Vakfı Başkanı İbrahim Nafi’yi arayarak Albay’ın hoşnutsuzluğunu iletti.

El-Ahram’ın prestijli ofisine, el-Ahram el-Arabi Genel Yayın Yönetmeni Üsame Saraya çağrıldı. Hikâye, bir derginin sayfalarında yer alan gazetecilik soruşturmasından, basın ile yetkililer, ifade özgürlüğü ile tiranlık duvarları arasında tam teşekküllü bir çatışmaya dönüştü.

O andan itibaren, Musa Sadr davası artık unutulmuş bir dosya olmaktan çıkmış; tarihin açık mahkemesi haline gelmişti.

 

İmam'ın düşüncesine giden yolu gösteren toplantı

Soruşturmanın yankısı sürerken, kendimi Kayıp İmam'ın oğlu Seyyid Sadreddin es-Sadr’ın özel davetinde buldum. Bu görüşme sıradan bir protokol toplantısı değildi; siyasetin hafızayla, gazeteciliğin vicdanla iç içe geçtiği bir hikâyenin yeni bölümü gibiydi.

Karşımda, babasının mirasının onuruyla oturuyordu; gözleri uzun bir yokluğun gölgesi gibiydi. Bana, İmam Musa es-Sadr’ın eserlerinden oluşan bir koleksiyon sundu.

Kitaplar, yok etme girişimlerine rağmen hâlâ yaşayan bir dünyanın anahtarlarını veriyormuş gibi duruyordu. Onlar sadece kağıt parçaları değil; adaletle atan, insanlıkla dolup taşan yüce bir ruha açılan pencerelerdi.

Okuduğum her sayfa, kalbimdeki gelip geçici haberlerin tozunu silerek beni İmam’ın özüne yaklaştırdı. Karşımda, bir fakihin saflığını bir düşünürün nabzıyla, bir vaizin coşkusunu bir liderin vizyonuyla birleştiren bir adam vardı.

O andan itibaren, İmam Sadr davası benim için artık sadece askıda kalmış bir siyasi mesele olmaktan çıkmıştı. Onun sözleriyle şekillenen bu yolculuk, siyasetin, dinin ve insanlığın daha derin anlamına giden yolu bana aydınlatıyordu.

 

Satır aralarında... bitmemiş bir projenin özellikleri

İmam Musa es-Sadr’ın yazılarında gelip geçici sözler değil, yarıda kesilmiş büyük bir projenin ana hatlarını gördüm. Yoksulluğun, işgalden daha tehlikeli olduğuna inanıyordu; çünkü insanların dayanma gücünü elinden alıyordu.

Bu nedenle yalnızca vaaz vermekle kalmadı; eğitim veren okullar, tedavi eden hastaneler ve yoksulların hayattaki yerini geri kazandıran kurumlar kurdu.

Sosyal adaleti, ulusal birliğe giden bir köprü olarak görüyordu. Lübnan’ı, çatışan mezhepler üzerine değil, tüm halkını kucaklayan bir devlet olarak kurmayı hedefledi. Hristiyan ve Müslüman varlığını bir temas hattı değil, ulusun devamını sağlayan bir yaşam hattı olarak yorumluyordu.

Filistin ise onun sarsılmaz pusulasıydı. Bunu bir sınır meselesi değil, varoluşsal bir mesele olarak görüyordu; kurtuluş, tek bir halkın yükü değil, tüm ulusun sorumluluğuydu.

Bu amaçla, başta mezhepçilik nedeniyle Arapçılığın geniş ufkundan gizlenmiş olsa da samimi bir Arap lider olarak gördüğü Cemal Abdünnasır olmak üzere, Arap liderlerle ilişkiler kurdu.

 

Büyük boşluk

Musa es-Sadr vefat ettiğinde, kaybolan yalnızca bir adam değildi; koca bir ufuktu.

Lübnan, parçalarını birleştirecek bir lidere, Araplar ise inanç ile aklı, şevk ile bilgeliği dengeleyebilecek bir lidere şiddetle ihtiyaç duyuyordu. Onun ortadan kaybolması, zamanın derinliklerine saplanmış bir hançer gibiydi ve ulusu, karanlıkta, işaret fişeği olmadan çırpınırken bıraktı.

İmam, bir mezhebin lideri değil; vaazlarla sınırlı olmayan, kurumlarda hayat bulan bir adalet projesini temsil eden, Lübnan’ın çeşitliliğini ayrılıkçı değil birlikçi bir yapıya dönüştüren ulusal ve Arap liderliğinin simgesiydi.

Onun yokluğuyla Lübnan, emniyet supabını kaybetti; ulus ise çoklu kimlikleri ile özlenen birliği arasında köprü olabilecek liderini yitirdi.

Böylece adı, aramızda yokken bile vicdanlarımızda varlığını sürdürdü: Eksik liderliğin, meyvesini veremeden yarıda bırakılmış bir projenin ve yokluğu derinleştikçe kolektif bilinçte büyüyen boşluğun simgesi olarak.

 

Yokluğun ötesine geçen bir miras

İmam Musa Sadr’ın düşüncelerini okumak, vicdanımda ve hayatımda silinmez bir iz bıraktı. O, yalnızca sahneden zorla uzaklaştırılmış bir lider değildi; aynı zamanda insanlığa bağlılık, yoksullara destek ve millet için birleştirici bir ufuk arayışında eksiksiz bir okuldu.

İmam Musa Sadr, sözleriyle bana siyasetin bir kurnazlık veya denge oyunu olmadığını; ahlaki bir sorumluluk ve insani bir görev olduğunu öğretti. Din, adalet ve özgürlük için bir güce dönüşmediği takdirde ruhunu ve özünü yitireceğini gösterdi.

O günden bu yana İmam, yazılarımda ve görüşlerimde varlığını sürdürdü; bana milletin, imanla aklı, sahicilikle modernliği, samimi vatanseverlikle geniş Arapçılığı birleştirebilen liderlere sahip olduğunu hatırlatan bir ses oldu.

Onun görüntüsünü ve anısını her hatırladığımda, vefatının bir mezhep veya parti için değil; uzun gecesinde kendisine yol gösterecek işaret fişekleri arayan koca bir millet için bir kayıp olduğunu hissediyorum. Coğrafyanın en parlak feneri, halkın en çok ihtiyaç duyduğu anda sönmüştü.

Ama Musa Sadr’ın adı hâlâ bir sancak gibi dalgalanıyor. O, yaşayanlara hatırlatıyor ki; hakikat yolunda önder olanlar ne bedenen ölür ne de ruhları yok olur. Yokluk ne kadar uzun sürerse sürsün, imanla yoğrulmuş hayallerin kapılarını kapatamaz ve hak ile adaletin nurunu söndüremez.

Çeviri: YDH



Makaleler

Güncel