Lübnan’daki bölünmüşlük zirveye mi ulaştı?: Lübnan sağı ve gençlik rüyalarının ihyası

img
Lübnan’daki bölünmüşlük zirveye mi ulaştı?: Lübnan sağı ve gençlik rüyalarının ihyası YDH

"Suriye Lübnan’ı elinde tuttuğu dönemde Lübnan Kuvvetleri'ne nasıl muamele ettiyse, bugün ülkeyi ellerinde tuttukları sürece Suudi Arabistan ve Amerika’nın da Hizbullah’a aynısını yapması gerektiğini düşünüyor."




YDH - El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, Lübnan’ın ABD ve Suudi Arabistan vesayeti altında batık bir devlet olarak görüldüğünü ve bu güçlerin ülkenin yönetimini İsrail ve "Yeni Suriye" gibi aktörlere ihale etmeyi planladığını ifade ediyor. El-Emin, Lübnan Ordusu'nun iç savaş korkusuyla Hizbullah’ı zorla silahsızlandırmaya yanaşmamasına karşın, Semir Caca ve Lübnan Kuvvetleri'nin 1982’deki Hıristiyan devleti hayallerini canlandırmak uğruna bu çatışmayı göze aldığını belirtiyor.

Lübnan’ın Amerikan-Suudi vesayet dönemine girmesinin üzerinden bir yıl geçerken, Lübnanlılar dengenin açıkça kaybolduğu bir tabloyla karşı karşıya duruyor.

İktidardaki güçler arasında fiili bir uzlaşı bulunmadığı gibi, savaştan önce var olan yönetim formülüne dair herhangi bir alternatif de sunulmuş değil. Daha da tehlikelisi, hem içerideki hem de dışarıdaki aktörlerin Lübnan’ın geleceğine dair net bir stratejiden yoksun olmasıdır.

Aradan geçen bir yılın ardından, niteliksel yeniliğin bu kez Amerika Birleşik Devletleri’ndeki "yeni maceracılardan" geldiği açıkça görülüyor.

Donald Trump’ın Beyaz Saray’a taşıdığı "Fırsatlar Kulübü"nün önde gelen üyelerinden Tom Barrack, yönetiminin bakış açısına göre en uygun çözümleri dile getirme konusunda en açık sözlü isim olarak öne çıkıyor.

Barrack, Amerikalıların ve diğerlerinin uzun süredir söylediklerini açıkça ifade ediyor: Lübnan batık bir devlettir ve kendi işlerini tek başına yönetme kabiliyetinden yoksundur. Bu, Muhammed bin Selman’ın da Lübnan hakkında tartışmak zorunda kaldığı her seferinde tekrarladığı tutumun aynısıdır.

Bugün Amerikalılar ile Suudilerin ortak noktası, Lübnan’ın ihtiyaç duyduğu vesayetin ayrıntılara bulaşmaması gerektiğine dair köklü kanaattir.

Buradaki amaç, ülkeyi yönetmesi için belirli bir tarafa yetki vermek değil, yaşanacaklardan doğacak her türlü sorumluluktan sıyrılmaktır: Ne mali harcamaların sorumluluğu, ne çöküş ve toplumsal parçalanmanın yükü, ne de patlama ve Lübnanlıların yeni bir iç savaşa sürüklenme ihtimalinin vebali üstlenilmek isteniyor.

Amerikalılar ve Suudiler, Lübnan’ın idaresini üstlenmesi gereken tarafın kendilerine en yakın taraf olması gerektiği fikrinde buluşuyor. Bu durum, Barrack’ın hem İsrail’e hem de Suriye’ye sunduğu teklifin özüne götürüyor.

Barrack, her iki tarafa da aralarındaki ilişkiyi düzenleyecek ve her birine Lübnan içinde belirli bir rol oynama imkânı tanıyacak bir anlaşma öneriyor. Bu bağlamda Barrack, Lübnan’ı çözümleri ve tercihleri dayatabilecek bir tarafa "ihale etme" fikrine geri dönüyor.

İsrail, Lübnan dosyasında güvenlik boyutuna odaklanırken, Washington ona hedeflerini gerçekleştirmesi için –zorla veya başka yollarla– gereken tüm hareket alanını tanımış durumda.

Amerika Birleşik Devletleri ise savaşın özünün Lübnan’daki siyasi kararı kimin elinde tuttuğunda ve ülke ekonomisi ile mali piyasasının Suriye’ye bağlanmasında yattığını düşünüyor. Buradan hareketle, bir yanda Washington diğer yanda Riyad, bu süreçte "Yeni Suriye"nin belirleyici rolü oynaması gerektiğini varsayıyor.

Ancak Ahmet eş-Şaraa'nın yeni versiyonu projesini bizzat yürüten Barrack, birincil bir hedefi -Şaraa'nın Suriye’deki iktidarını sağlamlaştırmak- gözüne kestirmiş durumda.

Bu iktidarın temellerini pekiştirmek için siyasi ve ekonomik olarak elinden gelen her şeyi yapıyor. Aşırı açık sözlülüğüyle tanınan Barrack, Batı’nın tekrarlayıp durduğu parlak sloganlarla yönetiminin artık ilgilenmediğini vurgulamaktan birçok kez çekinmedi.

Hatta daha da ileri giderek, Lübnan ve Suriye dâhil olmak üzere bölge ülkelerinin demokrasiye değil, "aydınlanmış bir müstebite" ihtiyaç duyduğunu açıkça ilan ediyor; ki bu, Trump’ın Arap Yarımadası’ndaki ülkelerin yönetim biçimlerini meşrulaştırmak için kullandığı ifadenin aynısıdır.

Lübnan’da Amerikalılar, ülkeyi zor kullanarak yönetecek bir otorite dayatmaya çalışıyor. Cumhurbaşkanlığı için Jozef Aun'u seçtiklerinde düşündükleri tam olarak buydu.

Ancak Aun'un, Hizbullah’ın silahlarının zorla alınması talebinin ülkeyi geniş çaplı bir iç savaşa sürükleyebileceğini ve "bunu ne istediklerini ne de buna güçlerinin yeteceğini" açıkça belirtmesinin ardından, ona karşı bir hoşnutsuzluk baş gösterdi.

İktidarın önde gelen bazı isimleri ve ordu komuta kademesi de Aun'u bu tutumunda destekleyerek, Lübnan’da iç savaşa dönmeyi gerçekten arzulayan kimsenin bulunmadığını ekliyorlar.

Tam bu noktada, sahneye karşıt fikirleri öne sürenler çıkıyor. Meydanda bugün Lübnan sağının son mirasçısından, yani Semir Caca ve hâlâ askeri mirasıyla yaşayan partisinden başkası yok.

Caca’nın ilk söylediği şey, silahsızlanma ile iç savaş arasında bağ kurulmasının doğru olmadığı ve silahların zorla alınması talep edildiğinde insanların savaş söylemiyle korkutulmaması gerektiğidir. Ona göre iç savaş, otoritenin "Lübnan’ı serbest bırakmayı reddeden bir azınlığa" karşı yürüttüğü askeri bir operasyondur.

Bu anlamda Caca, eski defterlerine geri dönüyor. Örgütünü inşa ederken dayanabileceği yeni liderler üretmekte aciz kaldığı gibi, yeni fikirler sunmakta da aciz kalıyor. Aksine, Lübnan tarihinin en suçlu milislerine liderlik ettiği dönemde denediği fikirlerin aynısına sıkı sıkıya sarılmış görünüyor.

Otoriteyi tesis etmenin güç kullanımını gerektirdiğini savunuyor ve masaya iç savaş ihtimalinin sürülmesinin, Hizbullah’ın silahsızlandırılması kararını uygulamamak için bir bahaneden ibaret olduğu sonucuna varıyor.

Bu vesileyle, gözlemciler ve siyasetçiler Başbakan Necip Mikati’nin geçen yılın sonunda Suriye Devlet Başkanı Ahmet eş-Şaraa ile yaptığı görüşmenin tutanaklarına başvurabilirler.

O gün Şaraa, Mikati’ye devletin silah konusuyla ilgili ne yapmayı planladığını sormuş, Mikati ise dosyanın ele alınması gerektiğini ancak bunun bir çatışmaya gidilmeden yapılması gerektiğini yanıtını vermişti.

Bunun üzerine Şaraa sözünü keserek şöyle demişti: "Madem iç savaştan korkuyorsunuz, bu devlet kurmak istemediğiniz anlamına gelir!"

Ne gariptir ki, mantık, inanç ve amaçlar bakımından aralarında derin uçurumlar olmasına rağmen Şaraa ile Caca arasında böyle bir kesişme yaşanıyor.

Yine de iktidara ulaşmak için aynı yöntemle düşünenler arasında düşünce, teşhis ve araç seçimi konusundaki bu kesişme her zaman mevcuttur.

Geçtiğimiz iki yıl boyunca İsrail, Direniş’e karşı savaşında Lübnanlı hiçbir tarafa bir an olsun bel bağlamadı. Zira daha önce başta Lübnan Kuvvetleri olmak üzere Lübnan Cephesi’nin tüm partilerini test etmişti; ayrıca Taif Anlaşması öncesinde ve sonrasında askeri kurumun gerçekliğini gayet iyi biliyordu. En önemlisi, İsrail temel görevini kimseye emanet etmez.

Bununla birlikte, son savaşta askeri ve siyasi hedeflerine ulaşmadaki başarısızlığı, onu savaşı farklı bir üslupla yürütmeye itiyor.

Bugün askeri seçenekten bahsettiğinde, Lübnan içinden birinin kendisini karşılamasını talep ediyor; ki Amerika Birleşik Devletleri ve Suudi Arabistan’dan beklediği de esasen budur. Şunu da belirtmek gerekir ki İsrail istihbaratı Amerikan yeşil ışığını beklemiyor; aksine Birleşik Arap Emirlikleri ile iş birliği içinde, Hizbullah ile doğrudan çatışmaya girmeleri için Lübnanlı şahsiyetler ve güçlerle bir ilişki ağı kurmaya girişiyor ve bu yönde ciddi adımlar atanlara destek ve koruma sağlamayı vaat ediyor.

Operasyon, İsrail ile iletişim kurma veya barış ve normalleşmeden bahsetme konusundaki her türlü siyasi veya toplumsal tabuyu yıkma projesiyle başladı.

Bu süreci Maarab ve Naccache’tan başlayıp Abu Dabi’den geçen ve Washington’da son bulmayan siyasi-medya-finans ittifakı yürütüyor. Fakat başkalarının yaptıklarını yeterli bulmayan Lübnan Kuvvetleri, görevi doğrudan üstlenmeye karar verdi.

İlk adımları, Cumhurbaşkanı Aun ve Nevaf Selam’a verdikleri desteği çektiklerini duyurmak oldu ve genel seçimler öncesindeki süreçte büyük kazanımlar elde etmek amacıyla iç çatışmanın tavanını yükselttiler.

Bugün pazarlanabilir herhangi bir başlığın yokluğunda, Direniş’in silahı dosyasına dönmekten ve ülkenin başına gelen tüm yıkım, tahribat ve yolsuzluktan Hizbullah’ı sorumlu tutmaktan başka bir yol bulamıyorlar.

Caca’nın son konuşması da bu bağlamda geldi. Görünüşe göre girmek istediği macera, sadece İsrail’in Direniş’in silahsızlandırılması talebini desteklemekle sınırlı değil; aynı zamanda ülkenin 1982 işgali sonrasına benzer bir aşamadan geçtiğine inanıyor.

Bu noktadan hareketle, Amerika ve İsrail müttefiklerinin iktidarın tüm kilit noktalarını ele geçirmek için inisiyatif alması ve kontrolü sağlamlaştırmak için bölgesel ve uluslararası anı kullanması gerektiğini düşünüyor.

Hatta daha da ileri giderek, Hizbullah’ın tamamen yasaklanmasına yol açacak bir programın propagandasını yapıyor; her ne kadar bugünkü ilan edilmiş sloganı partinin "askeri kanadının" yasaklanmasına odaklansa da, kastedilenin partinin tamamını feshetmek olduğunun gayet iyi farkında.

Suriye Lübnan’ı elinde tuttuğu dönemde Lübnan Kuvvetleri'ne nasıl muamele ettiyse, bugün ülkeyi ellerinde tuttukları sürece Suudi Arabistan ve Amerika’nın da Hizbullah’a aynısını yapması gerektiğini düşünüyor.

Caca’nın hırsları Hizbullah ile yüzleşme sınırında durmuyor; asıl projesine, yani Hıristiyanların siyasi temsilini kontrol etme hedefine geri dönüyor. Kendisini birinci güç ve birinci lider olarak pazarlıyor, Özgür Yurtsever Hareket’e ve Hizbullah ile ittifak kuran veya siyasi ortaklık yapan tüm güçlere saldırılarını sürdürüyor.

Yukarıda anlatılanların hepsindeki sorun şu ki; Lübnan’a yönelik yeni bir İsrail işgaline itiraz etmeyen ve "Şaraa'nın Suriye’sinin" Bekaa ve Kuzey’in geniş bölümlerini kontrol etmesinde bir sakınca görmeyen Caca, hâlâ eski rüyalarına bağlı kalıyor.

Lübnan gerçeğinin yeni formülünün, Cebel-i Lübnan’ın büyük bölümünde Hıristiyan devleti projesine itibarını iade etmenin önünü açabileceğini düşünüyor.

Durumun gerçeği budur ve bu, zirve noktasına ulaşan iç siyasi bölünmüşlüğün resmidir. Bunun dışındaki her tartışma, tahmin oyununa geri dönmekten öteye gitmez.

Amerika, İsrail, Suudi Arabistan ve onların Lübnanlı müttefiklerinin projesine karşı durmak isteyenler, İsrail’e karşı savaşın kalbinde yer almalıdır; ancak aynı zamanda iç sahneye dalma cesaretine de ihtiyaç duyar.

Ve önünde tek bir gerçek seçenek vardır: Mezhepsel hastalıklarımızın ilacı olarak sivil devlet… Geçici bir süre için olsa bile!

Çeviri: YDH

İlgili Haberler