Tarih felsefesi, medeniyetin yönü ve fail insan

img
Tarih felsefesi, medeniyetin yönü ve fail insan YDH

''Tarihi şekillendirmeye katılma kararı, bir grubun verebileceği en zor kararlardan biridir. Tarihe katılmak; bireysel ve kolektif düzeyde kararlılık ve irade, hedeflerin tam olarak farkında olma ve elbette, üstlenilen risklerin bilincinde olmayı gerektirir.''




YDH- El-Ahbar yazarlarından Ali Hicazi, Lübnan’da son yıllarda yaşananların yeni bir tarihsel evreye işaret ettiğini öne sürdüğü yazısında, günümüzde mücadelenin silahlarla olduğu kadar anlatılar, hafıza ve bilinç üzerinden yürütüldüğünü gözler önüne seriyor.

"Olaylar tarihin sadece yüzeyidir; altında yavaşça hareket eden derin yapılar yatar." —Fernand Braudel

Tarih, uzun vadeli yapısal bağlamlar içinde birbirleriyle etkileşim hâlinde olan, zamansal “kimlikler” oluşturan ve olayların seyrine göre iç içe geçmiş tarihsel dönemlere ayrılan, kimi zaman da bu etkileşimler içinde örtüşen, karmaşık bir süreçtir. Bu süreçte insan, ana aktör ve belirleyici etkenlerin başında yer alır.

Toplumların denemeler, sıkıntılar ve tersliklerle karşılaştıklarında yaşadıkları aksaklıklar, onların çöküşüne yol açabilir. Bizi etkileyen olayları anlamamak ya da onları tarihsel bağlamlarından koparmak, umutsuzluğa ve azmin zayıflamasına neden olabilir.

Bilim insanı Cevad Amuli’nin ifade ettiği gibi: “İnsanlığın mevcut nesilleri baştan sona birbirine bağlı bir zincirdir. Geçmişi ihmal etmek ve geleceği göz ardı etmek, mevcut hayata kayıtsız kalmaya neden olur. Çünkü geçmiş olaylardan ve gelecekteki gerçeklerden habersiz bir varlık, kendini nasıl değerlendirebilir, pratik bir çözüme ulaşmak için bilimsel kesinliğe nasıl güvenebilir, gelecekteki mutluluğunu nasıl kavrayabilir, yolunu nasıl keşfedebilir ve gerçeğin peşinden nasıl gidebilir?”

Arzu edilen tarihsel anlayış, öncelikle genel olarak insan çatışmasının doğasını ve özel olarak belirli bir toplum içindeki çatışmanın mahiyetini kavramayı hedefler. Bu anlayış, yalnızca kronolojik bir çerçeveye ve olaylar arasındaki bağlantıların farkındalığına indirgenemez; aksine, materyalist kuramcıların da sıklıkla savunduğu üzere, insan faaliyetini bireysel bir edim olmaktan çıkarıp kolektif bir eylem olarak ele almayı ve toplumu merkez alan bir perspektifle değerlendirmeyi içerir.

Belirli bir döneme ait bir insan topluluğunun, tarihin dinamikleriyle etkileşime girmeye, yani onun akışına aktif biçimde katılmaya karar vermesi, artık yalnızca izole çatışmalarla sınırlı olmayan bir medeniyet dönüşümüne girdiğini gösterir. Bu durum, tarihsel sürece felsefi anlamını ve dinamik önemini kazandıran tüm bileşenleri kapsar.

Sonuç olarak, tarihi şekillendirmeye katılma kararı, bir grubun verebileceği en zor kararlardan biridir. Tarihe katılmak; bireysel ve kolektif düzeyde kararlılık ve irade, hedeflerin tam olarak farkında olma ve elbette, üstlenilen risklerin bilincinde olmayı gerektirir.

Doğası gereği tarihte bir dönüm noktası oluşturan, hayati bir dönemi kapatan ve farklı bir zamansal kimliğe sahip yeni bir kronolojik dizinin ufkunu açan olaylar vardır. Ancak bu tür belirleyici olaylar, tarihin dinamik akışından yalıtılmış değildir; aksine, “tarihsel nedensellik” olarak adlandırılan sürecin bir ürünüdür. Tarih, mevcut tarihsel durumu üreten etkileşimlerin ve bu etkileşimlerin doğurduğu geleceğin, neden-sonuç ilişkileri içinde şekillenen bütünlüklü bir dizisidir.

İran’da İmam Humeyni Devrimi 1979 yılında aniden ortaya çıkmamış, aksine fiilen 1963’te 15 Hordad Devrimi olarak bilinen olayla başlayan devrimci sürecin doruk noktasını oluşturmuştur. Bu aşamada, İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolu hazırlayan ve devrimin dönüm noktasını teşkil eden olayların tarihsel birikimi başlamıştır.

Ancak 15 Hordad Devrimi de kendi başına izole bir hadise değildir; tarihsel bağlamdan yoksun değildir. Bu süreç, din adamlarının siyasal hayattaki rolünü tesis eden ve anayasal ilkeler ile hukukun üstünlüğünü benimsemeyi başaran 1905 Anayasa Devrimi’ne kadar uzanan tarihsel birikimlerin ürünüdür.

Tüm bu gelişmeler, devrimci ideolojilere çatışma için gerekli entelektüel ve kültürel zemini sağlamış ve bu birikim, 74 yıl sonra, yani yaklaşık üç çeyrek yüzyılın ardından kesin bir zaferle sonuçlanmıştır.

Biz Lübnanlılar için tarih felsefesi büyük bir önem taşır; zira Lübnan devletinin yaşamında neredeyse hiçbir dönem, birikimli tarih sayfalarında iz bırakmadan geçmemiştir. Pek çok Lübnanlının yaptığı en büyük hata, Lübnan tarihini yalnızca olayların basit bir kronolojisi olarak okumak ya da yüzyıllar boyunca onu sarsan büyük tarihsel kırılmalardan arındırmaya çalışmaktır.

Bugün, son iki yılda yaşadıklarımızın yankıları altında hayatımızı sürdürüyoruz; sanki yeni bir çağ tarihin ilk sayfalarını açmış ve yakın geçmişteki olayların yankılarından doğan yeni bir tarihsel döneme adım atılmış gibi.

Yaşananlar, tarihsel bağlamından ve işgalcilere karşı direniş bayrağını taşıyan halklar olarak verdiğimiz medeniyet mücadelesinden bağımsız düşünülemez. Tarih, bize olayların fedakârlıklarla şekillendiğini ve bir projenin varlığını koruma sürecinin çoğu zaman aşırı kaygı düzeyine ulaşan zorlu dönemleri içerdiğini öğretmiştir.

Ancak durumu birikimli tarih perspektifinden değerlendirdiğimizde, bu kaygı yıkıcı bir aşamaya varmayacaktır. Bugün çatışma sürecindeki tutumumuz, gelecekteki konumumuzu belirleyecektir. Geniş perspektiften bakıldığında, savaşlar tarihsel mücadelenin bütünü içinde yalnızca birer ayrıntı hâline gelir ve bizi kökünden sökmeye çalışan sömürgeci genişlemenin sert rüzgârlarına boyun eğmemek için kanlı fedakârlıklar kaçınılmaz olur.

Bu çatışma, kuşkusuz temel yönlerinden biri itibarıyla bir medeniyet çatışmasıdır. Günümüzde karşı karşıya olduğumuz sorun, yalnızca işgal ve yayılmacılıktan ibaret değildir; esas mesele, kendisini yeryüzünün derinlerine uzanan medeniyet köklerine sahip halklara dayatmaya çalışan alternatif bir 'medeniyet' inşasında yatmaktadır.

Medeniyetler çatışmasında, bir medeniyet varoluşsal tehditlerle karşı karşıya kaldığında, toplumsal yapı direnişin temelini oluşturur. Bu noktada tarih, değerler sistemine, toplumsal etkileşimlere ve tarihsel süreçte aktif rol oynayan toplum arenasındaki farkındalığın etkinliğine bağlı olarak kurallarını acımasızca dayatır.

Ahlaki, manevi ve psikolojik içerik, doğası gereği toplumun üzerine inşa edildiği temel, ilerlemenin ya da gerilemenin ölçütü ve tüm farkı yaratan unsurdur. Bu nedenle, özü itibarıyla toplumsal bir varlık olan insanın içsel ahlaki içeriği, olayları şekillendiren ve tarihsel süreçlerin yönünü belirleyen temel etken olacaktır.

Tüm bu hususların önemi, her şeyden önce tarihin akışı içinde aktif katılımcılar olarak omuzlarımıza yüklenen çatışmanın doğasını tam anlamıyla kavramamız gerekliliğinde yatmaktadır.

Tarihimizi inceleyen herkes, yaşanan tüm aksiliklere rağmen onu görkemli bir tarih olarak değerlendirecektir; çünkü amaç, her zaman aktif insan varlıkları olarak varoluşumuzu sürdürmekten başka bir şey olmamıştır.

Biz tarihin kenarında duran, onu yalnızca tüketen bir kalabalık değiliz; zamanı var eden, taşıyan ve yeniden kuran tarihin çocuklarıyız. Bu bilinç, kararlılığımızın kaynağıdır. Bu nedenle, zorluklar karşısında kararlılığımızı en üst düzeyde korumanın değerinin son derece farkındayız. Çünkü umutsuzluk, kaçınılmaz olarak yıkıma sürükler; oysa bu medeniyet, en korkunç kötülüklerden sağ çıkmayı başarmış istisnai bir fikirdir.

Bugün bizi hedef alan dalgada, düşmanlarımız her türlü yöntemle tarihsel ve kültürel çerçevemizi yok etmeye; bilincimizi, gerçek savaşla ya da çatışmanın somut gerçekleriyle hiçbir benzerliği olmayan tali ve önemsiz meselelerle doldurmaya çalışmaktadır.

Bunun yerine, kültürel kimliğimiz ve tarihsel özelliklerimiz hakkında yanlış anlatılar üreterek anlayışımızı boğmayı hedeflemektedirler.

Mücadeleyi tarih merceğinden okumalıyız; çünkü bu bakış, ufkumuzu ve fikrimizi geliştirmemiz ve kapasitemizi artırmamız için bizi motive edecek, böylece bu büyük meydan okumanın üstesinden gelmemizi sağlayacaktır.

Çeviri: YDH