Amerika ve İsrail'e hükmeden 'güvenlik kavramı' üzerine

img
Amerika ve İsrail'e hükmeden 'güvenlik kavramı' üzerine YDH

"Önümüzdeki birkaç gün veya hafta, düşman tarafından gelecek ek sürprizlere gebe olabilir veya Lübnan’da ve diğer sahalarda direnişi ezmeyi amaçlayan programın bir kısmının uygulanma vakti olabilir."


Yazar: İbrahim el-Emin


YDH - El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, Amerika ve İsrail'in bölgeye yönelik stratejilerinin, Direniş Ekseni'ni ezmek amacıyla kaba kuvvete dayalı ortak bir güvenlik kavramı etrafında birleştiğini vurguluyor. El-Emin, Gazze ve Suriye konusunda taktiksel görüş ayrılıkları olsa da, İran, Yemen ve Hizbullah'a karşı daha vahşi ve kapsamlı bir savaş planının yürürlükte olduğunu ve bu planın bölgesel müttefiklerle iş birliği içinde ilerlediğini belirtiyor. Diplomatik çözümlere veya silah bırakma çağrılarına güvenilmemesi gerektiğini vurgulayan el-Emin, tarihsel örneklerle uzlaşmanın felaket getireceğini, egemenlik ve hayatta kalmanın tek yolunun direniş olduğunu ifade ediyor.

Benyamin Netanyahu’nun ABD ziyaretinin sonuçlarıyla ilgili bölgedeki genel meşguliyet, "sahaların birliği"ni yeniden sahneye taşıyor.

Direniş güçleri arasında geçtiğimiz yıllarda üzerinde çalışılan bu "sahaların birliği" ittifakının etkinliğine dair süregelen tüm tartışmalardan bağımsız olarak, düşman Amerika ve İsrail, bölgeden ve Arap dünyasından müttefikleriyle birlikte, direniş eksenine karşı fiilen tek bir savaşa giriştiler.

İsrail’in iki yıldır yaptığı her şey, İsrail aklındaki sabit bir varsayıma dayanıyor: Direniş güçleri sadece hedeflerinde değil, çalışma mekanizmalarında da fiilen birleşmiş durumda ve bu sahaları birbirinden ayıran her ne varsa, yalnızca direniş ittifakındaki her bir grubun kendi koşullarıyla ilgilidir.

Ancak düşmanın davranışı, tek bir sahada direnişi yok edip diğerlerini kendi haline bırakmanın mümkün olmadığı kuralına göre, ABD yönetiminin idaresine tabi kalmayı sürdürdü.

Bu durum, Filistin, Suriye, İran, Yemen ve hatta Irak sahaları arasındaki fiili istikrar bağını, tüm özel hesapların ötesine geçen bir ilişki haline getiriyor.

Dünyanın pek çok yerinde, Amerikan siyaset sahnesindeki büyük değişimlere bel bağlayanlar var. Birçokları İsrail’e yönelik eleştirel seslerin yükselmesini, Amerikan siyasetinde bölgeye yönelik büyük bir dönüşümün ifadesi olarak yorumluyor.

Buna karşılık, ABD Başkanı Donald Trump ve yönetim ekibi, İsrail’i, rolünü ve işlevini korumaya bağlı olduklarını her fırsatta dile getirmekle ilgileniyor; fakat Trump, kendisini bölgedeki nüfuzunu son kırk yılda mümkün olmayan bir şekilde genişletme fırsatıyla karşı karşıya buluyor.

Zira kendisini Lübnan, Suriye, Filistin ve Irak’ın büyük bir bölümünü kapsayan rejimler ve devletler üzerinde egemen görüyor; bunun yanı sıra Arap Yarımadası ülkeleri ve bölgedeki Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır gibi merkezi devletlerle sıkı ittifaklar içinde buluyor.

Meşhur 11 Eylül öncesinde askeri, güvenlik ve siyasi anlamda varlığını daha korunaklı çerçevelerle sınırlamaya çalışan ABD yönetimi, bölge ülkelerindeki tüm varlığını genişletmek üzere geri döndü; hatta Irak’tan o büyük çıkışından yıllar sonra doğrudan nüfuzunu yeniden tesis etti.

Bugün, İran ve Yemen dışındaki tüm bölge ülkelerine yayılmış on binlerce Amerikan askeri bulunuyor. Bu durum, ABD yönetimine farklı türden hesaplar dayatıyor.

Ancak Amerika ve onunla birlikte İsrail’in işlettiği güvenlik kavramındaki yenilik, bunun temel olarak güç unsuruna dayanmasıdır.

Trump "güç yoluyla barış"tan söz ediyorsa, bu pratikte İsrail’in "güçle elde edilemeyen, daha fazla güçle elde edilebilir" sloganından pek de farklı değildir.

Bu kavram her iki tarafın düşünce dünyasında eksik değildi, ancak Aksa Tufanı operasyonunun ardından güçlü bir şekilde uygulanır oldu. Bu, hem Amerikalıların hem de İsraillilerin yürüttüğü tüm düşmanca politikaları yöneten bir kavramdır.

Bu kavramdan etkilenen ve kimisi askeri, kimisi maddi güç araçlarına dayanarak farklı varlıklarını pekiştirmeye çalışan devletler var; tıpkı son iki yılda düşman Amerika ve İsrail'in tam ortağı haline gelen Birleşik Arap Emirlikleri’nin yaptığı gibi.

Amerika ve hatta İsrail'in eylemlerinin çoğuna uyan macera niteliği, BAE’nin eylemlerini tanımlamakta daha adil olabilir.

Fakat Zayid’in oğulları, işlerini keyiflerine göre yapmıyorlar; esasen Washington ve Tel Aviv’in sağladığı bir destek ve koruma programına dayanıyorlar.

Ayrıca, direniş güçlerine düşman olan kuvvetlere ve gruplara en çok yatırım yapanlar oldukları için, rollerinin diğerlerinin önüne geçmesi gerektiğini varsayıyorlar.

Tüm bunlar bizi endişe verici bir sonuca götürüyor. Amerikalıların ve İsraillilerin bugün tartıştığı şey, düşmanların kimliğini belirlemek ya da onlarla savaşma yöntemleri değil.

Meseleyi, son iki yılda programlarından elde edilen sonuçların gözden geçirilmesi açısında inceliyorlar. Bu nedenle, işgalci rejimde, elde edilenin boyutunu anlama konusunda daha hızlı davrananlar olduğunu görüyoruz.

İsrail’in aniden zafer söyleminden ve büyük başarılarla övünmekten, endişe söylemine ve bu kazanımların aşınma ve erime ihtimaline dair uyarılara geçmesi basit bir iş değildir.

Söylem ve anlatıdaki bu dönüşümün amacı, yeni güvenlik kavramından geri adım atmak değil, bilakis bir yandan kendi kamuoyunda seferberlik söylemini yeniden canlandırmak, diğer yandan özellikle Amerikalılarla süren tartışmalara cephane sağlamaktır.

Trump ile Netanyahu arasındaki görüşmelerde neler konuşulduğuna dair ayrıntılı verilerin yayınlanmasını beklemeye gerek kalmadan şu açıkça görülüyor: İsrail, Amerikalıları -hatta onların kanaatini pekiştirerek- son iki yılda elde edilenlerin görevin tamamlandığını ilan etmek veya mutlak zafer sloganını yükseltmek için yeterli olmadığına ikna etti.

Bu bağlamda, önümüzdeki süreçte daha fazla savaş başlatmaya hazırlıklı olmaya dayanan yeni İsrail stratejisi anlaşılabilir.

Amerika'nın planlarındaki dönüşümlere bağlı olarak önceliklerin farklı bir şekilde sıralanması söz konusu.

Yani İsrail, vurmak istediği herhangi bir hedefi vurmaktan geri durmayacak, ancak Amerika'nın bölgedeki artan çıkarlarını hesaba katmak zorunda.

ABD yönetiminin politika ve kararlarında bir "tereddüt veya ağırdan alma"dan söz edildiğinde dayanılabilecek temel neden budur.

Trump açık sözlülüğüyle meşhur olsa da, Filistin meselesinin bölgedeki genel çözümün anahtarı olmaya devam ettiğini anlıyor.

Yönetimi, ordusu ve hükümeti İsrail’in yaptığı her şeyde belirleyici bir rol oynamış olsa da Trump, bölgedeki diğer müttefiklerinden, Filistin’deki krize bir çözüm veya çıkış yolu bulunmadığı takdirde net bir sonuca ulaşılamayacağını anlamış durumda.

Bu da onu Gazze’deki çözüme ilişkin aşamaların düzenlenmesi konusunda ısrarcı kılıyor.

İşte İsrail ile ayrışmalar burada anlaşılabilir. Durum Suriye’de de aynı; Washington, İsrail’in gördüğü risklerin, İran, Hizbullah, Hamas ve Yemen’deki Ensarullah’ta olduğu gibi yakın bir tehdit içermediğine inanıyor.

Hatta ABD yönetimi, Suudi Arabistan, BAE, Katar ve Türkiye gibi müttefiklerine, Suriye’deki durumu Yeni Orta Doğu ile ilgili daha kapsamlı plana uygun şekilde düzenlemeleri için tam zaman tanınması gerektiğini düşünüyor.

Dolayısıyla iki taraf arasındaki ciddi ayrışma, öncelikle Gazze’deki çözümü himaye edecek bölgesel bir çerçevenin nasıl oluşturulacağı ve İsrail ile Suriye arasında etkili bir anlaşmanın nasıl üretileceğiyle ilgilidir.

Peki, bu durum diğer sahalar için de geçerli mi?

Asla... Lübnan, İran ve Yemen sahalarına ilişkin farklı hesaplar yapmak için Gazze ve Suriye konusundaki Amerikan-İsrail-Suudi-Türk ayrışmalarına bel bağlanılamaz.

Bilakis, direniş güçlerine karşı kurulan geniş ittifak, bu sahalardaki direniş güçlerini ezmek amacıyla daha büyük bir savaşa girişmek için her zamankinden daha hevesli.

Eğer bazıları Türkiye ve Suudi Arabistan’ın İran, Lübnan ve hatta Yemen’in vurulmasına ilişkin tutumlarında ciddi değişiklikler olacağına bel bağlıyorsa, İsrail ve onunla birlikte Amerika bunları memnun etme derdinde değil.

Tam tersine, Amerikan-İsrail ittifakı, direniş güçlerini ezmeyi başardığı takdirde, bölgedeki diğer ortaklarla ilişkilerde son sözü söyleyen taraf olacağını düşünüyor.

Buna binaen, İran, Lübnan ve Yemen hakkında şu an yapılan ve "kamu diplomasisi verileri" olarak adlandırılan şeye dayanan tüm tahminler, düşmanların ciddi araştırma bağlamının dışındadır.

İsrail’in Amerikalıların desteği ve ortaklığıyla planladığı şey, bu kez rejimi devirmek amacıyla İran’a, Ensarullah’ı devirip Saada’ya geri göndermek amacıyla Yemen’e ve Hizbullah’tan kurtulup tabanını Irak’ta veya dünya ülkelerinde güvenli bir yer aramaya zorlamak amacıyla Lübnan’a karşı çok daha vahşi bir savaş başlatmaktır.

Pratikte artık zamanlamadan, sıfır saatinden veya bir vesileden bahsetmek önemli değil; önemli olan, İsrail ve Amerika’nın Lübnan’da planladığı şeyin, bu kez direnişi kuşatmada rol oynayacak yerel tarafların etkileşimine ihtiyaç duyduğunu anlamaktır.

Suriye’deki yeni rejimin Lübnan ile çatışmalara sürüklenme ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Suriye liderliğini, bir yandan intikam bahanesiyle, diğer yandan Suriye’nin kendisinde hiçbir başarının elde edilmediği bir yılın ardından yaklaşan iç sorunlardan kaçmak amacıyla bu tür seçeneklere yönlendirenler var.

Bu bağlamda, Lübnan’daki iktidar sahipleri, direnişin "silahın tekeli" başlığı altında bir savaş macerasına girilmesinin vahim sonuçlarına dair uyarılarının dozunu artırmasını yadırgamamalıdır!

Aramızdan bazıları çıkıp şöyle diyebilir: Bu ihtimaller karşısında, başka koşullar oluşana kadar silahı bir kenara bırakan bir uzlaşmayı kabul etmek daha doğru değil mi?

Bu, zımnen artık direnişin bedelini ödemek istemeyenlerin var olduğu yönünde ilan edilmemiş bir kanaati gizleyen art niyetli bir sorudur.

Bazıları buna karar verdiğinde; "varlığını koruma", "kazanımları savunma", "sosyal güvenliği sağlama" ve benzeri sloganları yükseltmekte hile bulmakta zorlanmayacaktır.

Oysa Lübnan’ın uzak değil yakın tarihi, bize bu tür soru ve seçeneklerin cevabını sunuyor. Sadece hatırlatmak gerekirse; geçen yüzyılın altmışlarında Lübnan sağı tarafından kurulan Lübnan Cephesi, on yıldan kısa bir süre sonra, "Hıristiyan varlığını korumak", "yönetimdeki kazanımları savunmak" ve "bağımsızlığı garanti altına almak" gibi hedeflere ulaşmak amacıyla tüm bölge ülkeleri ve Batı ile şeytani bir ittifak ağı kurmaya yönelmişti.

Fakat bu kişiler, dünyada hiç kimsenin stratejisini ahlaki temeller üzerine kurmadığını gözden kaçırdılar.

Bedel ise bu sağın sosyal tabanını, tüm nüfuzunu, haklarını ve güvence umudunu kaybetmesi oldu.

İşte o sağın mirasçıları, bugün denize yakın bir tepede dünyanın dört bir yanına ulaşan küçük bir devletçik hayaliyle aynı nakaratı tekrarlayarak geri dönüyorlar...

Önümüzdeki birkaç gün veya hafta, düşman tarafından gelecek ek sürprizlere gebe olabilir veya Lübnan’da ve diğer sahalarda direnişi ezmeyi amaçlayan programın bir kısmının uygulanma vakti olabilir.

İsrail bunu yaptığında, sadece Amerika'nın yeşil ışığını almış olmayacak, son iki yılda olduğu gibi savaşta tam bir Amerikan ortaklığına sahip olacak.

Lübnan’da yaşananların tamamen bir İsrail eylemi olduğunu sananlar hayal görüyor. Şehit Seyyid Hasan Nasrullah ve halefi Şehit Seyyid Haşim Safiyuddin’in suikastından, öncesindeki "çağrı cihazı" operasyonuna ve yaklaşık kırk gün önce Mücahit Komutan Heysem Tabatabai’nin suikastına kadar gerçekleşen tüm büyük operasyonlarda Amerika’nın tam ortak olduğu, analizle değil olgularla sabittir...

Tüm göstergeler, İsrail’in bu eylemleri, belki de eskisinden daha geniş bir ölçekte tekrarlamaya hazırlandığına işaret ediyor!

Bu nedenle, yüzleşmenin hür ve güvenli bir yaşam, büyüme ve refah arayışındaki o basit hedefe ulaşmanın en kısa yolu olduğu açıkken, bunu söylemek bir lüks, bir abartı veya çaresizlik değildir.

Bu, pazarlık ve taviz teorileriyle değil, direniş ile kaimdir ve güçlenir... Ve direnişten başka bir şey değildir... Sahi, bizden gerçekten silahlarımızı bırakmamızı mı istiyorsunuz?

Çeviri: YDH