“Merkez ülke” paradigmasının çöküşü

Erdoğan yönetiminin krizlerde üstlendiği arabuluculuk rolleri, “sıfır sorun” vizyonuyla Türkiye’ye bölge hamisi bir “merkez ülke” pozisyonu değil, müttefiki olduğu uluslar arası takımda en aktif “pivot ülke” pozisyonu kazandırdı.

 

 

Bölgeyle karşılıklı bağımlılık üretebilecek hiçbir nesnel planlama içermemesine rağmen 2011 yılı ortalarına kadar bölgede büyük heyecan yaratan “komşularla sıfır sorun” söyleminin, artık mazide kalan “bir hoş seda” değeri bile taşımadığı kabullenilmiş gözüküyor.

Halbuki başlıca hedef AB üyeliği olarak konulsa da “komşularla sıfır sorun”, Ankara’nın yakın vadede bölgesiyle “azami işbirliğini”, uzun vadede ise “entegrasyonu”[1] öngören “yeni” dış politika stratejisinin mottosuydu.  

Bir zaman dillerden düşürülmeyen ve hem içeride hem de dışarıda büyük kabul gören bu sloganın şimdilerde ağza dahi alınamayacak hale gelmesi öngörülen hedefin hayalciliğiyle değil, planlama ve uygulamanın fırsatçılık temelinde yönetilmesiyle ilgili gözüküyor.   

Türkiye’ye bölgesinin hamisi merkez ülke pozisyonu kazandırmayı hedefleyen “komşularla sıfır sorun” vizyonunun, bölgeyle karşılıklı bağımlılık ilişkisi kurmaya dönük bir uzun vadeli planlama ve takvim üzerine değil, krizlerde arabuluculuk dinamiği üzerine kurulduğuna işaret eden birçok veri söz konusu.

Krizlerde arabuluculuğun bölgede “sıfır sorun” hedefine ulaşmadaki güven oluşturucu etkisi elbette inkar edilemez; ancak Ankara’nın bölgesel merkez olma adına arabuluculuk rolü üstlendiği konuların ve bu rolün niteliğinin bölgede sadece kuşkulu bir iyimserlik algısı yaratmaktan öteye gitmediği de görülüyordu.

Ankara’nın arabuluculuk rolü oynadığı konulardan bazılarını hatırlayalım:

1- Iraklı Sünnilerin siyasi sürece katılmaya ikna edilmesi,[2]

2- Suriye İsrail dolaylı görüşmelerine arabuluculuk yapılması,

3- Brezilya ile birlikte İran’ın uranyum takasına ikna edilmesi,

4- Sa’d Hariri hükümetinin kabinedeki istifalar nedeniyle düşürülmesinin önlenmesi için Katar’la birlikte Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah nezdinde girişimde bulunulması,

5- Suriye’deki soruna müdahale,

Aslında 30 Ocak 2005 seçimlerini boykot ettikleri için siyasi süreçte büyük zarara uğrayan Iraklı Sünniler, uğradıkları zararı telafi etmek için 15 Aralık’ta sürece dahil olmaya zaten karar vermişlerdi; ancak sadece bir seremoniye ev sahipliği yapan Ankara’nın Sünnileri siyasi sürece girmeye kendilerinin ikna ettiği iddiasını doğru var sayalım.

Tüm bu arabuluculuk girişimlerinin Ankara’ya uluslar arası müttefikleri tarafından verilmiş görevler olduğu söylenemeyebilir; ancak bu girişimlerin tamamının Ankara’nın müttefiklerinin doğrudan veya dolaylı taleplerini karşılamaya ve müttefikler nezdindeki kredisini arttırmaya yönelik olduğu da açık.

Merkez ülke görünümlü pivot ülke  

Dolayısıyla Erdoğan yönetiminin krizlerde üstlendiği arabuluculuk rolleri, “sıfır sorun” vizyonuyla Türkiye’ye bölge hamisi bir “merkez ülke” pozisyonu değil, müttefiki olduğu uluslar arası takımda en aktif “pivot ülke” pozisyonu kazandırmaya yönelik gelişti.

Uluslar arası müttefikleri nezdinde Türkiye’nin zaten geleneksel olarak pivot ülke olarak değerlendirildiği biliniyorsa da “sıfır sorun” söyleminin henüz alaycı bir gülümsemeye neden olmadığı dönemlerde Erdoğan yönetimini farklı kılan, bu rolü uluslar arası merkezin taleplerini bölge dinamikleriyle ve bölgeden biri sıfatıyla, bölgeye kabul ettirmeye çalışarak oynaması oldu.

İran’ın nükleer programı sebebiyle yaptırım ve baskı altında oluşu, Hüsnü Mübarek Mısır’ının Camp David düzenince rehin alınmış olması, Irak’ın işgal travmasını atlatmaya çalışmakla meşgul olması ve Suriye’nin de uluslar arası sistemden yalıtılmışlığı, Türkiye’nin bölgesel etkinlik sınırlarını genişleten etkenlerdi.

Bölge dışının taleplerini bölge hamisi söylemiyle bölge diline tercüme eden bu rol, tüm taraflar açısından karşılıklı kazancı asgari düzeyde temin eden bir denge yarattığı sürece sorun yoktu.

Bölge dışının talepleri ile bölgenin ihtiyaçlarını buluşturan kavşak Ankara

Örneğin ABD’nin, Irak’taki silahlı grupları kontrol altına alabilmek için Sünnilerin siyasi sürece girmesi talebi, Sünnilerin de 30 Ocak’taki boykottan kaynaklanan zararı telafi edebilmek için siyasi sürece girmeye ihtiyacı vardı.

Ankara, ABD’nin talebiyle, Sünnilerin ihtiyacını buluşturmuş oluyordu.

ABD ve İsrail’in Golan sorunu üzerinden Suriye’yi müzakere masasına çekip Şam’ın direniş gruplarına verdiği desteği sınırlamak yönünde bir talebi, Suriye’nin ise Golan’ı geri almaya ve yalıtılmışlıktan kurtulmaya ihtiyacı vardı.

Ankara, ABD ve İsrail’in talepleriyle Şam’ın ihtiyacını buluşturmaya çalıştı.

ABD’nin İran’ın uranyum zenginleştirmesini yüzde 3’ten fazla arttırmasını engelleme talebi, İran’ın ise nükleer programının yüzde 3 zenginleştirmeyle sınırlı dahi olsa resmen tanınmasını sağlamaya ihtiyacı vardı.

Ankara, ABD’nin bu talebi ile İran’ın bu ihtiyacını buluşturmak için devreye girdi.

ABD ve müttefikleri, Sa’d Hariri başbakanlığındaki 14 Martçı hükümetin devamını talep ediyordu, Hizbullah’ın ise İsrail tehdidine karşı Refik Hariri mahkemesi üzerinden Lübnan’ın yeni bir iç savaş geriliminden uzak tutmaya ihtiyacı vardı.

Ankara, Katar’la birlikte ABD’nin bu talebiyle 8 Martçıların ihtiyaçlarını uzlaştırmaya çalıştı.

Ankara’nın tüm bu bölgesel arabuluculuk girişimlerinden sadece Irak’taki başarılı oldu. Çünkü Iraklı Sünnilerin siyasi sürece girme konusunda zaten alınmış bir kararı vardı ve boykot kararını kaldırmaktan başka ödün verecekleri herhangi bir şey de bulunmuyordu.

Erdoğan yönetiminin dış politika paradigması neden çöktü

Erdoğan yönetimi, dış politika paradigmasını Türkiye’yi “merkez ülke” haline getirmek hedefiyle özetliyor. “Komşularla sıfır sorun” politikası bu hedefe ulaştırıcı araç; “krizlerde arabuluculuk” rolü üstlenmek ise bu politikanın sütunu olarak tanımlanıyordu.

Vitrini Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından “merkez ülke”, “stratejik derinlik”, “komşularla sıfır sorun” “itfaiye eri diplomat”[3], “vizyoner diplomasi”, “ritmik diplomasi”, “proaktif diplomasi” gibi kavram ve metaforlarla süslenen dış politika paradigmasının çöktüğü, bu kavramların artık tebessümle karşılanmasından anlaşılıyor.

Peki bu bölgenin hamisi “merkez ülke” paradigması neden çöktü?

Çünkü bölge dışının talepleriyle bölgenin ihtiyaçları, ortak çıkarların asgari oranda temin edilmesine imkan vermeyecek şekilde zıtlaştı; Erdoğan hükümeti ise tercihini bölge dışının taleplerinden yana kullandı.   

Ankara diğerlerinin aksine Suriye krizinde, bir tarafın talebini, diğer tarafın ise ihtiyacını karşılıklı asgari kazanç temelinde buluşturucu bir arabulucu rolüyle değil, müttefikleri adına kendi çözüm planını dikte eden ve gücünün sınırlarını da fazlaca abartan bir patron rolü oynamaya çalıştı.

Erdoğan yönetiminin Suriye’de vitrini darmadağın olan dış politika paradigmasından geriye, Suriye sorununun barışçı yollarla çözümünü “kadük” eden, Türkiye’yi NATO toprağı ilan eden, Suriye’ye askeri müdahalede bulunmadığı için Batılı müttefiklerine sitem eden[4] ve Türkiye’yi Suriye’deki iç savaşın doğrudan bir parçası haline getiren bir “model merkez ülke” enkazı kaldı.

Enkazdan da bu yapının bölgeye hakim bir kule değil, basma perdeli ve pembe panjurlu kiralık bir konut olduğu anlaşıldı.

 


[1]http://www.milliyet.com.tr/davutoglu--baslica-hedefimiz-ab-uyeligi/siyaset/sondakikaarsiv/17.11.2009/1163054/default.htm

[2]Gürkan Zengin, Hoca, Türk Dış Politikası’nda Davutoğlu Etkisi, İnkılap Kitabevi

[3]http://www.hurriyet.com.tr/gundem/16669775.asp

[4]http://yenisafak.com.tr/Politika/?i=351666



Makaleler

Güncel