‘Nakba’ Filistin’in toprak kaybetmesi değil, direniş bilincini kaybetmesidir

Lübnan’da yayımlanan Khandak gazetesinin ırkçı İsrail rejiminin Filistinlilerle yaptığı savaşla ilgili olarak yaptığı söyleşinin tam metni.

Lübnan’da yayımlanan Khandak gazetesi, ırkçı İsrail rejiminin Filistinlilerle yaptığı savaşla ilgili olarak benimle bir söyleşi yaptı. Ancak gazete yönetimi, söyleşinin özellikle Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniye’nin Fas ziyaretine yönelik eleştirilerimi kendi okuyucusundan gizlemeyi uygun görmüş. 

Aşağıda Khandak gazetesinde Arapça olarak yayımlanan söyleşinin tam metnini bulacaksınız. 

***

 

1- Bu savaşın Filistin ve bölgesel düzeyde yansımaları nelerdir?

1- ‘Kudüs’ün Kılıcı’ savaşının Filistinliler açısından üç, bölge açısından da bir yansıması oldu: Filistinliler açısından birincisi bu savaş Filistinlileri birleştirdi, ikincisi Filistinliler bu savaşta direniş seçeneğine ‘güven oyu’ verdi, üçüncüsü bu savaş Filistinlilerin gerçek dostlarıyla sahte dostlarının ayrıldığı bir turnusol kağıdı oldu. Bölge açısından ise Direniş Ekseni’nin Mescid-i Aksa’yı hedef alan saldırıları bölgesel savaş sebebi sayacağını gösterdi.    

Filistinliler coğrafi bölünmüşlüğe rağmen, bu savaşta yeniden tek bir millet gibi davrandı. İsrail rejiminin Aralık 2008’de 22 gün, Kasım 2012’de 8 gün ve Temmuz 2014’te 50 gün süren saldırılarında tüm dünyada protesto gösterileri yapılırken Batı Şeria ve 1948 toprakları saldırıları sadece seyretmişti.

Bunun sebebi Filistin halkının 2006 Yasama Meclisi seçimlerinde direniş seçeneğinin temsilcilerini seçtiği için cezalandırılmasıydı. Zira 2007’de Muhammed Dahlan eliyle Gazze’de yapılmak istenen darbe başarısız olsa da coğrafi olarak zaten parçalanmış olan Filistinliler siyasi olarak da bölünmüştü. 

Bu yüzden önceki savaşlarda Gazze savaşır, 1948 toprakları ve Batı Şeria ise seyrederdi. 

Kudüs’ün Kılıcı savaşı, 2007’den beri devam eden siyasi bölünmüşlüğü sona erdirmesi bakımından bir milattır. Bu savaşta Gazze, 1948 topraklarını ve Batı Şeria’yı füzeleriyle yalnız bırakmadı; 1948 toprakları ve Batı Şeria da eylemleriyle Gazze’nin yanında durdu. Yani 2007’de siyasi sebeplerle parçalanan Filistinliler, 2021’de direnişseçeneğinde birleşti.

Bu savaş, Suudi Eksenindeki ülkelerin İsrail rejimiyle ilişkilerini normalleştirmek için birbiriyle yarıştığı bir dönemde direniş seçeneğine verilen bir ‘güven oyu’ydu. 

İsrail’le müzakere seçeneğini savunan Filistinliler bile bu savaşta şunu anladı: Askeri sahada zayıf olanlar diplomasi masasında güçlü olamazlar. Şeyh Cerrah mahallesindeki Filistinli aileler ve Mescid-i Aksa ancak direnişin caydırıcılık yaratmasıyla güvende kalabilir.

Filistin halkı, bu savaşta ancak güçlü silahlara sahip olduğunda caydırıcılık kazanabildiğini açıkça gördü. Filistin direnişi, bu caydırıcılığı, kendisine silah temin eden ve bunu da açıklamaktan korkmayan ‘gerçek dostlar’ sayesinde kazandı. 

Filistin’in gerçek dostları silah verdiğini gizlemeyen, verdiği parayı gösteriye dönüştürmeyen ve yaptığı yardıma karşılık Filistinlilere şart koşmayanlardır.

Sahte dostlar ise silahlı mücadeleyi değil siyasi çözümü tavsiye eden, yaptığı maddi yardımı gösteriye dönüştüren ve yardımlarını şarta bağlayanlardır.     

‘Gerçek dostlar’ hem savaş hem de barış döneminde direnişi silahlandırıp ona caydırıcılık kazandırmaya çalışıyor.

‘Sahte dostlar’ ise barış döneminde İsrail’le normalleşip savaş döneminde de “İsrail’in kendini savunma hakkını destekleyen” uluslararası toplumu veya birbirlerini savaşı durdurmaya davet ediyor.

Tabi Kudüs’ün Kılıcı savaşının bu özelliklerini, Filistin’e ve bölgeye yansımalarını öncelikle kendine direnişçi diyenlerin anlaması gerekiyor. 

“Kudüs’ün Kılıcı ile ‘Yüzyılın Anlaşması’na ve İsrail’le normalleşmeye güçlü bir darbe vurulmuştur” dedikten sonra İsrail’le normalleşme iradesi açıklayan Fas’ı ziyaret etmek meselenin ciddiyetini anlamamak demektir.

Nakba’ artık Filistin’in toprak kaybetmesi değil, direniş bilincini kaybetmesidir. Kaybedilen toprak direnişbilinciyle kazanılabilir; ama bilincini kaybedenin toprağını kurtarması mümkün değildir. 

İsrail’le normalleşme İsrail rejimine stratejik derinlik kazandırmaya; Filistin’in ise umudunu kırıp, direniş bilincini yok etmeye yöneliktir. Bir direniş örgütü liderinin yüzyılın anlaşmasının ardından İsrail rejimiyle ilişkilerini normalleştireceğini açıklayan bir ülkeye gitmesi, “biz normalleşmeyi sorun olarak görmüyoruz” demektir.

Peki normalleşme Filistin için şu an en büyük sorun iken, Fas’ta İhvancı bir partinin iktidar olması, normalleşmeyi sorun olmaktan çıkarıyor mu?! Dün Suriye’yi ateşe veren bölge ülkelerinin İsrail’le zaten ilişkisi olan veya normalleşen ülkeler olması tesadüf değildir. 

İsrail’le normalleşen veya zaten ilişkisi olan ülkelerin desteklediği silahlı gruplar Suriye’de hakim olsaydı Suriye,Usame Hamdan’ın tabiriyle “direnişin başkenti” olarak kalabilir miydi? 

“İsrail’le Mısır olmadan savaş, Suriye olmadan barış yapılamaz” diye meşhur bir söz vardır. Suriye’nin neden 2011’de ateşe verildiğini ve dün Suriye’nin ateşe verilmesine liderlik edenlerin bugün neden İsrail’le normalleşmeye liderlik ettiğini anlamak gerçekten çok mu zor?     

Dün bu grupların bayrağını sallayarak Direniş Ekseni’ne “din ve ahlak vaazı” veren Hamas’ın gerçek dostlarıyla sahte dostlarını tanıması için daha nasıl bir tecrübe yaşaması gerekiyor?

Bu savaş, normalleşme virüsü sebebiyle hafıza kaybına uğrayan İslam dünyasına 1969’da belirlediği kırmızıçizgiyi yeniden hatırlatmış olmalıydı. Zira bugünkü adı İslam İşbirliği Örgütü olan İslam Konferansı Örgütü, Mescid-i Aksa’nın Avustralyalı bir Yahudi tarafından yakılması üzerine kurumuştu. 

Bu örgütün Filistin ve Mescid-i Aksa için 1969’dan şimdiye kadar ne yaptığı ayrı bir konudur; ancak kuruluş sebebinin Mescid-i Aksa olması ve bu kuruluş sebebinin İsrail’e karşı bir caydırıcılığa dönüştürülmesi çok önemlidir.

Hizbullah genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’ın 25 Mayıs’ta yaptığı konuşmadaki ‘bölgesel savaş’ vurgusu, sadece ırkçı İsrail rejimine değil İslam dünyasına da bir uyarıdır.

İslam dünyası, ırkçı İsrail rejimiyle yaz gizli ilişkilere sahip olan veya normalleşme yarışına girenlerden ibaret değildir. Seyyid Hasan Nasrullah’ın bahsini ettiği bölgesel savaşın İsrail rejiminin yapabileceği son savaş olacağını en iyi bilen de İsrail rejimi yetkilileridir. 

2- Bu savaşın İsrail'e ve yeni İsrail hükümetine yansımaları nelerdir? Bu savaş, sükuneti teşvik mi edecek yoksa bunun sonuçları, İsraillileri daha fazla gerilimi tırmanmaya mı itecek? 

Irkçı İsrail rejimi, Kudüs’ün Kılıcı savaşından önce tüm cephelerde savaş senaryosuna dayalı büyük bir askeri tatbikat yapacağını açıklamıştı. İsrail rejiminin son dönemde yaptığı en akıllıca iş bu tatbikatı iptal etmesi oldu. 

İsrail rejimi, tüm cephelerde savaş senaryosuyla tarihinin en büyük tatbikatını yaparak Direniş Ekseni üzerinde psikolojik bir caydırıcılık kurmak istemişti. Ancak Filistin direnişi ile gerilim yükselince sadece Lübnan cephesinden duyduğu korku, bu büyük tatbikatı iptal etmesine yetti.

Yani ırkçı İsrail rejimi tüm cepheler üzerinde caydırıcılık etkisi yaratmak isterken aslında ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu ifşa etmiş oldu. İsrail rejiminin zayıflığını aşikar etmesi rejimin askeri liderlerinin gerçekçiliğinden kaynaklanan mecburi bir durumdu. 

Rejimin siyasi liderleri, güç gösterisi yapmak istese de askeri liderler, özellikle de Hizbullah karşısında ne kadar kırılgan olduklarının farkındaydı. İsrail rejimi ordusu, Suriye’de öldürdüğü Hizbullah savaşçısı Ali Muhsin Kamil’in intikamının alınmasından korktuğu için aylar boyunca Lübnan sınırına yaklaşamamış ve zayıflığını ortaya koymuştu. 

Filistin direnişiyle gerilim yükselirken yapacağı büyük askeri tatbikatla Hizbullah’a intikam fırsatını kendi eliyle yaratmak istemediği için tatbikatı iptal etti. Çünkü Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, birkaç gün önce bu tatbikatı tam bir hazırlık içinde ve çok dikkatle izleyeceklerini açıklamıştı.

Kudüs’ün Kılıcı savaşı başladıktan sonra İsrail rejiminin askeri liderlerinin ne kadar akıllıca bir karar aldığı ortaya çıkmış oldu. Çünkü Irkçı İsrail rejimi ordusu kendisine düşman tüm cepheler içinde en zayıf cephe olarak gördüğü Gazze’de bile çok büyük bir sürprizle karşılaştı. 

Daha önce Gazze çevresindeki yerleşimlere ulaşabilen direniş füzeleri, Tel Aviv’i vurmuş ve milyonlarca İsrailliyi sığınaklara hapsetmişti.  

İsrailli askeri analist Yossi Yehoshua, askeri kaynaklarına dayanarak son çatışmada Gazze’den atılan 4 binden fazla roketin, Hizbullah’ın askeri kapasitesinin sadece yüzde 10’u olduğunu yazdı. 

İsrailli eski komutanlardan General Itzhak Brik de somut kanıtlar sunarak İsrail rejimi ordusunun bir bölgesel savaşla baş edemeyeceğini söyledi.

Kudüs’ün Kılıcı savaşı, İsrail rejimine daha önce söz konusu olmayan iki ciddi gerçeklikle karşı karşıya olduklarını gösterdi: Birincisi Hac Kasım Süleymani’nin kurduğu askeri altyapı sayesinde Filistin direnişinin askeri kapasitesi, eskisiyle kıyaslanmayacak kadar güçlü. İkincisi ise İsrail rejiminin tüm dünyaya bir iç mesele olarak göstermeye çalıştığı Kudüs ve Mescid-i Aksa meselesi, İsrail rejiminin varlığını ortadan kaldırabilecek bir bölgesel savaşın sebebi olabilir.  

Bu sebeplerle İsrail rejiminin gösteri peşindeki siyasi liderleri değil; ama gerçekçi askeri liderleri, tüm cephelere tehdit mesajları değil sükunet mesajları vermek zorunda olduğunu biliyor.     

3 - Sizce bu gerilimler İran-Amerikan müzakerelerini karmaşıklaştırmaya katkıda bulunur mu?

Amerika’daki Trump yönetimi, azami yaptırımlarla İran’ın bölgedeki davranışlarını değiştirmeyi hedeflediğini açıklamıştı. Elbette bu yaptırımlar İran ekonomisini çok olumsuz etkiledi; ama İran’a diz çöktüremedi. 

Biden ise Trump’ın İran’a sopa ile yaptıramadığını havuçla yaptırabileceğini düşünüyor. Tabi gerek Trump’ın gerekse Biden’ın öncelikli gündemi nükleer program. Ancak İran’ın füze programını ve Direniş Ekseni ile ilişkilerini yok etme hayalleri de kuruyorlar. 

Ancak somut gerçekler onların ne nükleer program konusundaki beklentilerinin ne de füze programı ve bölgesel konularla ilgili hayallerinin gerçekleşmeyeceğini gösteriyor. Nükleer program kendi başına zaten çok ayrıntılı bir mesele ve henüz bu meseleyle ilgili dahi bir diyalog zemini oluşmuş değil. 

Ayrıca İbrahim Reisi’nin cumhurbaşkanlığı ile artık müzakerelerin sadece içeriği değil üslubu da artık Amerika’ya hiçbir umut vermeyecek. Füze programı ve bölgesel meseleler ise İran açısında ne Amerika ile ne de bir başka ülkeyle müzakere konusu olabilecek şeyler değil. 

Bu sebeple başta Filistin olmak üzere Direniş  Ekseni’nin nüfuzunun olduğu tüm bölgesel konularda, önümüzdeki dönemde Amerika İran’a değil, İran Amerika’ya şartlar dayatabilir. 

4- Türkiye'nin yaşananlara ilişkin vizyonu nedir? Türkiye-Mısır yakınlaşması ışığında Türkiye'nin Hamas'a karşı tutumunu nasıl anlayabiliriz?

Türkiye’nin Filistin sorununa ilişkin resmi görüşünde direniş seçeneği yer almıyor. Ankara Filistin sorununu konusunda 2002 tarihli Suudi barış planından başka bir şey önermiyor.  

Dışişleri Bakanlığı bu resmi görüşünü kendi web sitesinde şöyle açıklıyor: “Türkiye, Filistin-İsrail ihtilafına iki devletli çözüme yönelik yerleşik BM parametreleri temelinde ve müzakereler yoluyla adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm getirilmesini, bu çerçevede 1967 sınırları temelinde başkenti Doğu Kudüs olan, coğrafi bütünlüğe sahip, bağımsız ve egemen Filistin Devleti’nin kurulmasına yönelik çabaları desteklemektedir.”

Dolayısıyla Türkiye, Hamas gibi direniş gruplarıyla ilişkisini de bu resmi perspektif göre kurdu. Yani Türkiye’nin Hamas’la ilişkisi, Filistin halkının kendini savunması için direnişi desteklemeye değil, Hamas’ı silahsızlandırmaya yönelik bir hedef içeriyordu.  

Nitekim Adalet ve Kalkınma Partisi yetkilileri Hamas’a direniş örgütü olmaktan vazgeçip İsrail rejimiyle müzakere başlatması için baskı yaptıklarını gizlemedi. Türkiye’nin Hamas’la ilk ve en büyük sınavı 2006’da olmuştu. Hamas heyetinin Ankara’ya gelmesi tartışma yaratınca dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek, ziyaretin arka planına ve Türkiye’nin Hamas’a verdiği mesaja dair şu açıklamayı yaptı: 

“Hamas'ın da bölge barışına katkısı olacaksa, bu ihtilafın çözümünü arzu ediyorsa, eski usulleri bırakması gerekiyor, bu kesindir. Eski usullerle bu sorunları çözmeleri mümkün değildir. Türkiye'nin söylediği budur.”

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk başbakanı Abdullah Gül de cumhurbaşkanı sıfatıyla 2010’da yaptığı açıklamada “Hamas’a silah bırakın” dediklerini belirterek şunları söyledi:  

“Onlara, terörü ve roket atmayı, bütün bunları bırakmaları gerektiğini söyledik. Hamas'a, Amerikalı ve Avrupalılarla konuşmaları gerektiğini ve onlara topraklarında bağımsız devlet kurmaları halinde İsrail'le birlikte yaşamaya hazır olduklarını söylemelerini istedik. Yani biz İsrail'e çok yardımcı olduk.”

Şu anki Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da 2017’de “Türkiye – ABD stratejik ortaklığının geleceği” konulu bir konferansta “Hamas’a silah bırakması için baskı yaptık” dedi.  Çoğaltılabilecek bu örnekler, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Hamas’la ilişkilere, Türkiye’nin Filistin direnişine olan ilgisi bakımından değil, Amerika ve İsrail’le ilişkilerinde sağlayacağı avantajlar bakımından önem atfettiğini gösteriyor.  

Yani Türkiye-Katar Ekseni açısından Filistin direnişine silah bıraktırmak hedefiyle kurulan ilişkiler, Ankara ve Doha’nın İsrail üzerinden Amerika’yla ilişkilerinde sağlayacağı avantajlar bakımından önem taşıyor. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2 Ocak 2016’da “İsrail, bölgede Türkiye gibi bir ülkeye muhtaçtır. Bizim de İsrail’e ihtiyacımızın olduğunu kabul etmemiz lazım. Bu, bölgenin bir gerçeği” şeklindeki açıklaması da bu görüşü teyit ediyor.

Türkiye, Hamas’la ilişkilerini 2011’den sonra arttırmaya başladı. Türkiye bunu Filistin direnişine ilgi duyduğu için değil; Suriye’yi yalnızlaştırmak için yaptı. Suriye krizinin başladığı 2011’de Suriye yönetimine karşı Sünnilik kullanılarak yoğun bir mezhebi kışkırtma yapılıyordu. 

Hamas siyasi bürosunun Şam’da bulunması ve Hizbullah ve İran’la birlikte Suriye’nin yanında yer alması, Suriye’nin mezhebi gerekçelerle yalnızlaştırılması oyununu bozuyordu. Türkiye, Hamas’la Filistin’den dolayı değil, Suriye’den dolayı yakınlaştı ve onu Suriye’ye karşı kurdukları vitrinin malzemesi olarak kullandı. 

Tabi 2012’de Mısır’da İhvancı bir hükümetin iktidar olması, Katar’ın parası ve Yusuf el-Karadavi’nin dini liderliği, Hamas’ın Türkiye’nin kendisine silah bırakmasını ve İsrail’le masaya oturmasını tavsiye etmesini sorun etmemesine sebep oldu.       

5- Bu savaş Türkiye-Mısır yakınlaşmasına daha fazla katkıda bulunabilir mi?

Erdoğan yönetimi açısından Hamas’ın ve İhvan’ın artık kullanım değeri kalmadı. Türkiye ve Katar ekseni ‘Arap Baharı’nın etkili olduğu Tunus, Mısır, Suriye ve Libya’da İhvancıları kullanarak bölgesel liderlik kurmayı hedeflemişti. Ancak bu projenin çöktüğünü geç de olsa kabullendiler. 

Türkiye, 2015 yılında İsrail’le ilişkilerin normalleşmesine yardım etmesi için Amerika’daki Yahudi lobilerine 65 milyon dolar ödedi. CHP Milletvekili Aykut Erdoğdu bu ödemelerin belgelerinin resimlerini büyüterek meclisin duvarlarına astı; ancak bunlar Türkiye basınında bile haber olamadı. 

Erdoğan, 2016’da “Türkiye’nin İsrail’e, İsrail’in de Türkiye’ye ihtiyacının olduğunu” söyledi. Türkiye ve İsrail büyükelçilerini çekti ve diplomatik ilişkilerini maslahatgüzar seviyesine düşürdü. Ama ticaret hacmi 6.2 milyar dolara ulaşarak tüm zamanların rekorunu kırdı. 

Türkiye ile İsrail’in kavgalı gibi görünmesi Türkiye içinde Erdoğan’ın İsrail’de de Netanyahu’nun işine yarıyordu; çünkü bu sadece bir görüntüden ibaretti.      

Erdoğan 2013’te İhvancılardan dolayı ilişkisini kestiği Mısır’la yeniden ilişki kurmaya çalışıyor. İhvancı TV kanallarına sınırlamalar getiriyor ve Mısır’da İhvan liderleri hakkında verilen idam kararlarına karşı Türkiye’den hiç ses çıkmıyor. 

Türkiye, 2916’daki darbe girişiminden dolayı Birleşik Arap Emirliklerini suçlamış ve daha sonra da diplomatik ilişkilerini kesmişti; geçen ay Birleşik Arap Emirliklerine büyükelçi gönderdi.

Erdoğan gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi konsolosluğunda öldürülmesinden dolayı Suudi rejimine adeta diplomatik savaş açmıştı; şimdi Suudilerle ilişkileri düzelmek için yoğun bir çaba sarf ediyor. 

Sorunuza dönecek olursak: Kudüs’ün Kılıcı savaşının Türkiye Mısır ilişkilerine hiçbir katkısı olmaz; ama Türkiye’nin Mısır’la, İsrail’le, Birleşik Arap Emirlikleri’yle ve Suudilerle ilişkilerini normalleştirmesi Ankara’nın Hamas’la ilişkilerini etkiler.

Türkiye’nin İsrail rejimiyle, Suudi ekseniyle ve Mısır’la ilişkileri normalleştikçe ve iyileştikçe doğal olarak Ankara’da Hamas çok daha az hatırlanacak. 

Türkiye için Hamas, silah bırakmaya ikna edilerek Ankara’nın Washington’la ilişkilerinde kullanabileceği bir avantaj yahut Suriye’ye karşı kullanabileceği bir silahtı. Hamas artık Türkiye açısından bu iki kullanım değerini de kaybetti.          

 



Makaleler

Güncel